Thread Rating:
  • 11 Vote(s) - 2.91 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Mektubati imam Rabbani 21. Bölüm
#1
Oku-1 
Mektubati Rabbani 151-152-153-154-155-156-157-158-159-160. Mektuplar

Yüzellibirinci Mektup

Bu mektûb, mîr Mü min-i Belhîye yazılmışdır. Hocalarımızın kaddesallahü teâlâ esrârehüm yolunun büyüklüğü ve bu büyüklerin kullandıkları (Yâd-i dâşt) kelimesinin ne demek olduğu bildirilmekdedir:

Fârisî mısra tercemesi:

Her ne olursa olsun, sevgiliden konuşmak dahâ tatlı!

Yüksek hocalarımızın kaddesallahü teâlâ esrarehüm yolunda çok söylenilen (Yâd-i dâşt) demek, Zât-i teâlânın devâmlı huzûru, berâberliği demekdir. Şü ûn ve i tibârât da arada olmaksızın zuhûrudur. Eğer huzûr olup, sonra gayb olursa, ya nî şü ûn ve i tibârât perdeleri aradan kalkar, sonra yine araya girerse, bu büyükler böyle şimşek gibi çakıp hemen gayb olan (Tecellî-i zâtî)ye kıymet vermezler. Yâd-i dâşt, gayb olmayan huzûrdur. Ya nî, şü ûn ve i tibârât perdeleri araya girmeyen, hiç gayb olmayan, devâmlı olan Tecellî-i zâtîdir. Yâd-i dâşt, bu yolun sonunda ihsân edilir. Bu makâmda, tâm olgun Fenâ hâsıl olur. Perdeler hiç araya girmez. Perdeler araya girerse, huzûr kalmaz. Gaybet olur. Buna Yâd-i dâşt denmez. Görülüyor ki, bu büyüklerin şühûdü, tâmdır ve olgundur. Fenânın olgun olması ve bekânın tam olması da, şühûdün olgun ve tâm olmasına bağlıdır. Fârisî mısra tercemesi:

Gülbağçemi gör de, behârımı anla!

Yüzelliikinci Mektup

Bu mektûb, nakîb seyyid şeyh Ferîde yazılmış olup, Resûlullaha itâ at, Allahü teâlâya itâ at demek olduğu bildirilmekdedir:

Cenâb-ı Hak, Nisâ sûresi, yetmişikinci âyetinde, Muhammed aleyhisselâma itâ at etmenin kendisine itâ at etmek olduğunu bildiriyor. O hâlde, Onun Resûlüne sallallahü aleyhi ve sellem itâ at edilmedikçe Ona itâ at edilmiş olmaz. Bunun pek kat î ve kuvvetli olduğunu bildirmek için, âyet-i kerîmede, (Elbette, muhakkak böyledir) buyurdu ve ba zı doğru düşünemiyenlerin, bu iki itâ ati birbirinden ayrı görmelerine meydân bırakmadı. Allahü teâlâ, yine Nisâ sûresinin, (Kâfirler, Allahü teâlânın emrleri ile Peygamberlerin emrlerini birbirinden ayırmak istiyor. Yehûdîler diyor ki, biz Mûsâ aleyhisselâma inanırız. Îsâ ile Muhammed aleyhimesselâma inanmayız. Hıristiyanlar ise, yalnız Îsâ aleyhisselâma inanıp, ona hâşâ, Allahü teâlânın oğlu diyor. Bu inanışları ve dinleri kıymetsizdir. Hepsi kâfirdir. Bunların hepsine Cehennem azâbını, çok acı azâbları hâzırladık) meâlindeki yüzkırkdokuzuncu âyetinde, bu iki itâ ati ayrı görenlerden şikâyet buyurmakdadır.

Meşâyıh-i kirâmdan birkaçı, aşk serhoşluğu ve kendinden geçdikleri zemânda, bu iki itâ atin birbirinden ayrı olduğunu gösteren sözler söylemişlerdir. Birini ötekinden dahâ çok sevdiğini bildirmişlerdir. İşitdiğimize göre, sultân Mahmûd-i Gaznevî, bütün Asyâya hâkim olduğu zemânda, Harkan şehrine yakın gelmişdi. Adamlarından birkaçını, Harkana, Şeyh Ebül-Hasen-i Harkânî hazretlerinin huzûruna göndermişdi. Şeyh hazretlerini yanına çağırmışdı. Şeyh hazretleri gelmek istemezse, (Allahü teâlâya ve Onun Resûlüne ve siz müslimânlardan olan âmirlere itâ at ediniz!) meâlindeki âyet-i kerîmeyi kendisine okuyunuz, demişdi. Sultânın adamları, şeyh hazretlerinin gelmek istemediğini görerek, bu âyet-i kerîmeyi okudular. Şeyh hazretleri buna karşılık, (Allahü teâlânın itâ atine o kadar çok dalmış bulunuyorum ki, Resûle itâ at etmekden hayâ ediyorum. Âmire itâ ate vakt nerede ) buyurdu. Şeyh hazretlerinin bu sözü, Allahü teâlânın itâ atini, Resûlünün itâ atinden ayrı bildiğini göstermekdedir. Bu söz, doğru yoldan ayrılmış olmanın alâmetidir. Hâlleri doğru olan büyükler, böyle sözler söylemezler. İslâmiyyetin ve tarîkatin ve hakîkatin bütün basamaklarında, Resûlullaha itâ atin, Allahü teâlâya itâ at olduğunu bilirler. Resûlullaha itâ at ile olmayan Allaha itâ atin, dalâlet, sapıklık olduğuna inanırlar. Yine işitiyoruz ki, Mehene şehrinin şeyhi, şeyh Ebû Sa îd-i Ebül Hayr ile oturuyordu. Horasandaki seyyidlerin büyüklerinden olan Seyyid Ecel de yanlarında idi. Şü ûru yerinde olmıyan bir meczûb içeri girdi. Şeyh hazretleri, bu meczûbu, şeyh Ecelin üst yanına oturtdu. Bu hâl, seyyide ağır geldi. Şeyh hazretleri, seyyide dönerek, (Size olan saygımız, Resûlullahı sevdiğimiz içindir. Bu meczûbu ise, Allahü teâlâyı sevdiğimiz için yüksek tutuyoruz) dedi. Allahü teâlânın sevgisi ile, Resûlullahın sevgisini ayırd eden, böyle sözleri de, doğru yolun büyükleri uygun görmezler. Allah sevgisinin, Resûlullaha olan sevgiden çok olmasının, tarîkat serhoşluğundan ileri geldiğini bilirler. Böyle sözlerin söylenmesine izn vermezler. Şu kadar var ki, vilâyet derecelerinde yükselmiş olanlarda, Allahü teâlânın sevgisi dahâ çokdur. Peygamberlerin yüksekliğinden birşeyler edinenlerde ise, Resûlullahın sevgisi dahâ çok olmakdadır. Allahü teâlâ, hepimize, Resûlullaha itâ at etmek nasîb eylesin! Çünki bu itâ at, Allahü teâlâya itâ at demekdir.


Yüzelliüçüncü Mektup


Bu mektûb, meyân şeyh Müzzemmile yazılmışdır. Mâ-sivâya köle olmakdan büsbütün kurtulmak, mutlak fenâ ile olduğu bildirilmekdedir:

Gönderdiğiniz mektûb geldi. Bütün ni metleri gönderen Allahü teâlâya hamd ve şükr olsun ki, kendini arayanları sıkıntı ve üzüntü içinde tutmakdadır. Bu üzüntüyü vererek, kendinden başkası ile râhat etmekden kurtarmakdadır. Fekat, Ondan başka şeylere köle olmakdan büsbütün kurtulabilmek için, mutlak fenâya kavuşmak lâzımdır. Mâ-sivânın gönül aynasındaki görüntülerini büsbütün yok etmek lâzımdır. [(Mâ-sivâ), Allahü teâlâdan başka herşey demekdir. Ya nî bütün mahlûklar demekdir.] Hiçbirşey bilmemek ve hiçbirşeyi sevmemek ve Hak teâlâdan başka dilek istek kalmamak lâzımdır. Böyle fenâ hâsıl olmazsa, birşeye kavuşulmaz. Kendini Hak teâlâdan başka birşeye bağlı sanmaz ise de, böyle zan etmesi, doğru olmaz. Zan etmekle, işin doğrusu değişmez. Fârisî mısra tercemesi:

Bu ni meti bakalım kime verirler

Hâllere, makâmlara bağlanmak da, mâ-sivâya gönül vermek demekdir. Artık, başka şeylere bağlanmanın ne olacağını düşünmelidir Fârisî beyt tercemesi:

Küfr olsa da, îmân olsa da, her dilek,
Dosta kavuşmağa engel olurlar hep!

Ayrılığımız uzun sürdü. Fırsat, büyük ni metdir. Arkadaşlarınız, olgun kimseler ise, onlardan izn almakda niçin gecikiyorsunuz Eğer olgun değillerse, izn almağa ne lüzûm var Allahü teâlânın râzı olmasını düşünmek lâzımdır. O râzı olunca, başkaları ister râzı olsunlar, ister olmasınlar. Onlar râzı olmazlarsa, ne çıkar Fârisî mısra tercemesi:

Sevgili râzı olunca, herşey râzı olmuş demekdir.

Maksad, dilek, yalnız Hak teâlâ olmalıdır. Onunla birlikde, her ne olursa olsun güzeldir. Onunla birlikde olmıyan herşey, olmaz olsun. Fârisî mısra tercemesi:

Yanağım burda iken, sen güle bakıyorsun.

Vesselâm.


Yüzellidördüncü Mektup

Bu mektûb, yine meyân şeyh Müzzemmile yazılmışdır. Kendinden geçmek ve kendinde ilerlemek lâzım geldiği bildirilmekdedir:

Hak teâlâ, kendisi ile bulundursun! Bir ân başkasına bırakmasın! Yâ Rabbî! Bizi kendimize bir ân bırakma! Bırakırsan, helâk oluruz. Dahâ az da bırakırsan, yok oluruz. İnsanın başına belâların gelmesine sebeb, kendine düşkün olmasıdır. Kendi kendisinden kurtulursa, Allahü teâlâdan başka şeylere düşkün olmakdan kurtulur. Puta tapanlar, kendilerine tapmakdadırlar. Câsiye sûresinin yirmiikinci âyetinde meâlen, (Kendi nefsine tapanları gördün mü ) buyuruldu. Fârisî mısra tercemesi:

Kendini bırakmak, pek hoş olur ve râhat!

Kendini bırak, bana gel! Kendinden geçmek, farz olduğu gibi, kendinde ilerlemek de lâzımdır. Çünki O, bu yolculukla bulunabilir. Kendinden dışarda yapacağın yolculukla bulamazsın! Fârisî beyt tercemesi:

Her ne varsa sendedir, yok sanma!
Kör gibi, her yana el uzatma.

(Seyr-i Âfâkî), ya nî insanın dışındaki yolculuk, insanı uzaklaşdırır. (Seyr-i Enfüsî), ya nî, insanın kendinde yapdığı yolculuk, aranılana kavuşdurur. Şühûd arıyor isen, kendindedir. Ma rifet istiyorsan, kendindedir. (Hayret), ya nî anlıyamayıp şaşırıp kalmak ise, yine kendindedir. İnsanın dışında ayak basacak yer yokdur. Söz nereye uzandı İyi düşünemiyenler, bu sözümü hulûl veyâ birleşmek sanacak. Böylece doğru yoldan kayacak, dalâlete düşecek. Fârisî mısra tercemesi:

Burda hulûl, birleşmek, küfr olur, iyi bil!

Bu makâmlara varmadan, anlamadan önce, bunları düşünmek câiz değildir. Allahü teâlâ, bizi ve sizi râzı olduğu yolda bulundursun alâ sâhibihessalâtü vesselâmü vettehıyye ! Hâllerinizi yazınız! Çok fâideli olur. Çeşidli bağlantılarınız var ise de, bunlardan kurtulunuz. Bunlar, yâ varmış, yâ yokmuş, eşid tutunuz! Vesselâm, vel-ikrâm.


Yüzellibeşinci Mektup

Bu mektûb, yine meyân şeyh Müzzemmile yazılmışdır. Kendi aslına dönmesini dilemekdedir:

Hak teâlâ, kendi ile bulundursun! Fârisî beyt tercemesi:

Allahdan başka her neye tapılsa, hepsi hiçdir!
Yazıklar olsun ol kimseye ki, bir hiç iledir!

Cemâzil-evvel ayının birinci Cum a günü Dehli şehrini dolaşmakla şereflendik. Muhammed Sâdık da birlikdedir. Allahü teâlâ dilerse, birkaç gün burada kalıp, vatanımıza çabuk döneceğiz. (Vatan sevgisi îmândandır) hadîsi sahîhdir. Zevallı nereye gidecek Alnı, Allahü teâlânın irâdesine bağlıdır. Hûd sûresinin ellialtıncı âyetinde meâlen, (Yeryüzünde yürüyenlerin hepsinin alnından tutucudur) buyuruldu. Nereye kaçılabilir Zâriyât sûresinin ellinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâya koşunuz!) buyuruldu. Ondan, yine Ona kaçınız demekdir. Her ne olursa olsun, aslı temel olarak bilmeli, ondan çıkan dalları, ona bağlı bilmeli, asla sarılmalıdır. Fârisî beyt tercemesi:

Her ne ki güzeldir, Allah sevgisinden başka,
Hepsi câna zehrdir, şeker gibi de olsa!


Yüzellialtıncı Mektup

Bu mektûb, yine meyân şeyh Müzzemmile yazılmışdır. Ehlullahın sohbetinde bulunmasını dilemekdedir:

Kâdîzâde Câlendehr ile gönderdiğiniz mektûb Dehlide geldi. Elhamdülillah ki, fakîrlere karşı olan sevginiz çokdur. (Buhârî)de ve (Müslim)de bildirilen, (Kişi, sevdiği ile berâberdir) hadîs-i şerîfine göre, onlarla birlikdesiniz. Zemân bakımından, Receb ayı yaklaşdı ise de, fekat çok uzak görünüyor. Fârisî beyt tercemesi:

Dost ayrılığı, az olsa da, az değildir!
Gözde kıl parçası da olsa, çok görünür.

Hak sâhiblerinin haklarını yerine getirmek için yapmak istediğiniz şeyleri, hemen yapınız. Receb ayına kadar biz de burada kalacağız. Herşeyin doğrusunu ancak Allahü teâlâ bilir. Herşey Onun huzûruna çıkacakdır. Ömrünüzün birkaç gününü dervîşlerle birlikde geçirmek için uğraşınız! Kehf sûresinin yirmisekizinci âyetinde meâlen, (Rablerine sabâh akşam düâ eden ve Ona kavuşmak istiyenlerle birlikde bulun ve sabr eyle! Onlardan başka bir yere bakma!) buyuruldu. Bu âyet-i kerîmede, Hak teâlâ sevgili Peygamberine Allah adamları ile birlikde bulunmasını emr buyuruyor aleyhi minessalevâti etemmühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ ve minettehıyyâti eymenühâ . Büyüklerden biri buyurdu ki, (İlâhî! Dostlarını öyle yapdın ki, onları tanıyan seni buldu. Seni bulmadıkça, onları tanımadı). Allahü teâlâ, bizi ve sizi, bu yüksek ve şerefli insanları sevmekle rızklandırsın!

Dinle! Nemâz kılmıyanın hakkında Allah, ne demiş,
Çıksın yer ile gökümden, başka ma bûd, bulsun demiş.
Getirdi Kur ânı Resûl, etmedi ba zısı kabûl.
Bir vakt nemâzı kılmıyan, Cehennemde yansın demiş.


Yüzelliyedinci Mektup

Bu mektûb, hakîm Abdülvehhâba yazılmışdır. Allah adamlarının yanına giden kimsenin, kendini boş bulundurması lâzımdır. Böylece, dolu olarak döner. Herşeyden önce, i tikâdı düzeltmek lâzım olduğu bildirilmekdedir:

İki kerre buraya kadar yoruldunuz. İkisinde de çabuk kalkdınız. Sohbetin haklarından birkaçını yerine getirmeğe vakt olmadı. Müslimânların bir araya gelmesi, yâ istifâde etmek veyâ fâide vermek içindir. Bu ikisinden biri bulunmıyan topluluğun hiç kıymeti yokdur. Din büyüklerinin yanına boş olarak gelmelidir ki, dolmuş olarak dönülebilsin. Onların acıması, ihsânda bulunması için, boş olduğunu bildirmek lâzımdır. Böylece feyz, ihsân yolu açılır. Dolu gelmek, dahâ doldurarak dönmek iyi olmaz. Çok dolmak, doydukdan sonra, dahâ almak hastalıkdan başka birşey yapmaz. İhtiyâcsızlık, azgınlığa sebeb olur. Hâce Nakşibend kaddesallahü sirreh hazretleri buyurdu ki, (Önce hastanın yalvarması lâzımdır. Sonra, gönlü kırık olan, ona teveccüh eder). Görülüyor ki, teveccühe, ihsâna kavuşmak için, yalvarmak lâzımdır. Böyle olmakla berâber, ilm öğrenmekde olan bir tâlib gelip, size göndermek için mektûb isteyince, onun böyle gelmesini bir hak sayarak, bu hakkı ödemek lâzım olduğunu düşündüm. Geçmişdeki haklarınızı ve şimdiki hakkı karşılamak için, vakt ve hâle göre, birkaç kelime yazarak gönderiyorum. Herşeyin doğrusunu Allahü teâlâ bildirir. Herkesi doğru yola kavuşduran ancak Odur.

Ey mes ûd kardeşim! Bize ve size herşeyden önce lâzım olan, i tikâdı Kitâba ve sünnete uygun olarak düzeltmekdir. Doğru yolun âlimlerinin, Allahü teâlâ onların çalışmalarına iyi karşılıklar versin! Kur ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden anladıklarına ve bildirdiklerine uygun olarak i tikâd etmek lâzımdır. Çünki, Kitâbdan ve sünnetden bizim ve sizin anladıklarımızın hiç kıymeti yokdur. Ehl-i sünnet âlimlerinin anladıklarına uymak lâzımdır. Bizim anladıklarımız, Ehl-i sünnet âlimlerinin anladıklarına uymuyor ise, hiç kıymeti olmaz. Çünki her bid at sâhibi, [türedi reformcular] ve doğru yoldan kayarak dalâlete düşenler, sapık bilgilerini ve bozuk işlerini, Kur ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden anladıklarını ve bu iki kaynakdan çıkardıklarını söylemekdedirler. Bu sözleri çok yanlış ve haksızdır.

İkinci olarak hepimize lâzım olan şey, ahkâm-ı şer ıyyeyi öğrenmekdir. Ya nî halâli, harâmı, farzı, vâcibi öğrenmekdir.

Üçüncü olarak hepimize lâzım olan şey, bütün işlerimizi, öğrendiklerimize uygun yapmakdır.

Dördüncüsü, kalbin tasfiyesi ve nefsin tezkiyesidir ki, bu ikisi tesavvuf büyüklerine mahsûsdur kaddesallahü teâlâ esrârehüm .

İ tikâdı düzeltmeden önce ahkâm-ı şer ıyyeyi öğrenmenin hiç fâidesi olmaz. Bu ikisi birlikde düzelmedikce de, ibâdetlerin fâidesi olmaz. Bu üçü birlikde yapılmadıkca, tezkiye ve tasfiye hiç yapılamaz. Bu dört temel vazîfe, yardımcıları ve temâmlayıcıları ile birlikde yapılmalıdır. Meselâ, farzlar, sünnetleri ile birlikde yapılmalıdır. Farzların yardımcısı ve temâmlayıcısı, sünnetlerdir. Bunlardan biri yapılmadıkca, geriye kalan herşey lüzûmsuzdur ve fâidesizdir. Böyle lüzûmsuz şeylere, (Mâlâya nî) denir. Hadîs-i şerîfde, (Bir kimsenin müslimânlığının güzelliği, mâlâya nîden kaçması ve lüzûmlu şeyleri yapması ile anlaşılır) buyuruldu. Doğru yolda olanlara ve Muhammed Mustafânın izinde yürüyenlere selâm olsun aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vettehıyyât !


Yüzellisekizinci Mektup

Bu mektûb, şeyh Hamîd-i Bingâlîye yazılmışdır. Sâliklerin yaradılışlarına göre, yükseldikleri mertebeleri bildirmekdedir:


Sâliklerin yaradılışlarına göre, kemâl mertebeleri başka başka olur. Kemâl mertebelerinin dereceleri kemiyyet ya nî sayı bakımından veyâ keyfiyyet ya nî güzellik bakımından veyâ her iki bakımdan da, birbirinden ayrılırlar. Çok kimsenin kemâli, ya nî yüksekliği, (Tecellî-i sıfâtî) iledir. Başkalarının kemâli (Tecellî-i zâtî) iledir. Her iki tecellînin de çok çeşidleri vardır. Çeşidler birbirlerine benzemezler. Bu tecellîlere kavuşan kimseler arasında da çok başkalık vardır. Çok kimselerin kemâli kalbin selâmeti ve rûhun halâsı iledir. Başkalarının kemâli, bu ikisi ile birlikde, sırrın da şühûdü iledir. Bu üçüncü kemâl ise, bu üçü ile birlikde, hafînin hayreti iledir. Bir dördüncü kemâl dahâ vardır ki, bu dördü ile birlikde, ahfânın kavuşması iledir. Bunlar, Allahü teâlânın öyle bir ihsânıdır ki, dilediğine verir. Allahü teâlâ, büyük ihsân sâhibidir. Bu mertebelerin herhangi birisinde kemâl hâsıl oldukdan sonra, yâ geriye inilir, yâhud, o makâmda kalınır. Geriye inenler, tekmîl ve irşâd makâmına kavuşur. Allahü teâlânın kullarını da vet için, onlara fâideli olmak için, Hakdan halka dönerler. İkinciler kendilerini gayb ederler. İnsanlardan uzak yaşarlar. Geçmişde ve gelecekde selâmetde olunuz!


Yüzellidokuzuncu Mektup


Bu mektûb, Şerefeddîn Hüseyn-i Bedahşîye yazılmışdır. Merhûm babası için sabr dilemekdedir:

Başa gelen belâlar, sıkıntılar, her ne kadar acı ve üzücü görünür ise de, bâtına ya nî kalbe, rûha tatlı gelmekdedir. Çünki, beden ile rûh birbirinin zıddı, tersi gibidir. Birine acı gelen, ötekine tatlı olmakdadır. Yaratılışda duygusuz olan, bu ikisinin ters olduğunu ve hâllerini, özelliklerini ayıramaz. Böyle kimseleri hesâba katmıyoruz. Bu sözlerimizi onlar için bildirmiyoruz. A râf sûresinin yüzyetmişsekizinci âyetinde meâlen, (Onlar, hayvanlar gibidir. Dahâ da aşağıdırlar) buyuruldu.

Fârisî beyt tercemesi:

Kendinden haberi olmayan kimse,
Nerede kaldı başka şeyleri bile

Bir kimsenin rûhu alçalarak beden mertebesine yerleşse ve Âlem-i emri, âlem-i halkına bağlansa, bu ince bilgileri nasıl anlıyabilir Rûhu kendi makâmına çıkmadıkca ve Âlem-i emri, Âlem-i halkından ayrılmadıkca, bu ma rifetlerin güzelliğini nasıl görebilir Bu ni mete kavuşmak için, ecel-i müsemmâ gelmeden önce olan ölüme kavuşmak lâzımdır. Tarîkat büyükleri kaddesallahü teâlâ esrârehüm bu ölüme (Fenâ) adını vermişlerdir. Fârisî beyt tercemesi:

Toprak ol toprak ki, gül bitsin sende,
Toprakdan başka yok, kavuşan güle.

Ölüm gelmeden önce ölmeyen kimseyi dertli bilmelidir! Ona geçmiş olsun demelidir!

İyilikle tanınmış olan ve emr-i ma rûf ve nehy-i münker ibâdetini elden bırakmıyan kıymetli babanızın ölüm haberi müslimânları çok üzdü. Hepimiz, Allah için yaratıldık ve hepimiz Onun huzûruna çıkacağız. Siz oğlumuz sabr ederek, bizden önce gidenlere, sadaka ile ve düâ ile ve istigfâr ederek yardım etmeli, imdâdlarına yetişmelisiniz! Çünki, dirilerin yardımına ölülerin çok ihtiyâcı vardır. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Ölü, suda boğulmak üzere olan biri gibidir. Babasından, anasından, kardeşinden ve arkadaşından gelecek olan bir düâyı hep beklemekdedir. Ona bir düâ gelince, dünyâya ve dünyâda olanların hepsine kavuşmakdan dahâ çok sevinir. Allahü teâlâ, yeryüzünde olanların düâları yardımı ile, kabrde olanlara dağlar gibi rahmet gönderir. Dirilerin ölülere olan hediyyesi, onlar için istigfâr etmekdir). Nasîhatların sonuncusu, hep zikr yapmak ve hep Allahü teâlâyı düşünmekdir. Çünki, elimizde bulunan zemân çok azdır. Bunu en lüzûmlu yerde kullanmak lâzımdır. Vesselâm.

Yüzatmışıncı Mektup


Bu mektûb, kölelerinin en aşağısı olan bu fakîre, ya nî [(Mektûbât)ın birinci cüz ünü toplamakla şereflenen] Yâr Muhammed Cedîd-i Bedahşî Talkânîye yazılmışdır. Tesavvuf büyüklerinin üç dürlü olduğu ve herbirinin hâlleri bildirilmekdedir:

Tesavvuf büyükleri kaddesallahü teâlâ esrârehüm üç dürlüdür:

Birincilere göre, âlem, ya nî bütün varlıklar, Allahü teâlânın yaratması ile dışarda vardır. Âlemde bulunan herşeyin özelliklerini de Allahü teâlâ yaratmışdır. İnsanları cism olarak bilirler, madde olarak bilirler. Bu cismi de, Allahü teâlâ yaratmışdır derler. Yokluk denizine öyle dalmışlardır ki, ne âlemden haberleri vardır, ne de kendilerinden haberleri vardır. Başkasının elbisesini giymiş kimseye benzerler. Bu elbisenin kendilerinin olmayıp başkasının olduğunu bilirler. Böyle bilmeleri o kadar artar ki, elbiseyi, sâhibinde bilirler, kendilerini çıplak sanırlar. Böyle bir kimseyi (Sekr), şü ûrsuzluk hâlinden kurtarıp, (Sahv) şü ûrlu hâle getirirlerse, ya nî Fenâdan sonra Bekâ ile şereflendirirlerse, elbiseyi kendi üzerinde görür. Fekat, başkasının olduğunu iyi bilir. Çünki önceki Fenâ, şimdi bilgi ile birlikdedir. Elbiseye tutulması, bağlılığı hiç kalmamışdır. Bunun gibi, kendi üstünlüklerini, iyiliklerini, elbise gibi başkasının bilirler. Fekat, bu elbiseyi vehmde, hayâlde bilirler. Dışarda elbise yokdur. Kendilerini çıplak sanırlar. Böyle görüşleri, öyle çoğalır ki, vehmdeki elbiseyi de atarlar. Kendilerini çıplak bulurlar. Sekrden kurtulup sahva gelince, vehmdeki elbiseyi de yanlarında bulurlar. Fekat, birinci şahsın Fenâsı tâmdır. Bundan hâsıl olan Bekâsı da dahâ olgundur. Bunu, inşâallahü teâlâ dahâ sonra açıklayacağız. Bu büyükler, Ehl-i sünnet vel-cemâ at âlimlerinin rahmetullahi aleyhim ecma în Kitâbdan ve sünnetden çıkardıkları ve sözbirliği ile bildirdikleri îmân bilgilerinin hepsine, öylece inanırlar. Kelâm âlimleri ile bunların arasında hiçbir ayrılık yokdur. Kelâm âlimleri, bu bilgileri öğrenerek ve düşünerek bulmuşlar. Bunlar ise, keşf ile, zevk ile anlamışlardır. Bu büyükler, âlemin Allahü teâlâya hiçbir bakımdan benzerliği, bağlılığı yokdur derler. Nerede kaldı ki, Onun kendisidir veyâ parçasıdır demiş olsunlar. Allahü teâlâ, Mâlikdir, yaratıcıdır, insanlar ise, Onun kullarıdır ve mahlûklarıdır derler. Kendilerini hâl kaplayınca, bu bağlılığı bile unuturlar. Tâm fenâ ile şereflenirler. Tecelliyât-i zâtiyyeye kavuşurlar. Sonsuz tecellîlere mazhar olurlar.

Tesavvuf büyüklerinin ikincisi, âleme Hak teâlânın zılli, görüntüsü derler. Fekat bunlar da, âlemin dışarda mevcûd, var olduğuna inanırlar. Bu varlık, kendi varlıkları değildir. Bir görüntü gibi varlıkdır derler. Bu varlıklar, Allahü teâlânın varlığı ile dışarda mevcûddür derler. İnsan ile gölgesi gibidir. Bir insanın gücü yetse, kendi sıfatlarını, özelliklerini, meselâ bilgisini, gücünü, irâdesini, hattâ acı ve tatlı duymasını, kendi gölgesine de verebilse, meselâ o gölge ateşe rastlarsa acı duysa, aklı olan ve âdetlere uyan bir kimse, o gölgenin sâhibi acı duydu demez. Üçüncü kısm âlimlerinin böyle dediklerini aşağıda göreceğiz. Bunun gibi, insanların kötü işlerinin hiçbirine, Hak teâlânın işidir denilemez. Meselâ gölge, kendi isteği ile hareket etmiş olsa, gölgenin sâhibi olan kimse, hareket ediyor denilemez. O kimsenin gücü ile ve irâdesi ile hareket ediyor denilebilir. Böylece, mahlûkların işlerini Allahü teâlâ yaratmakdadır. Kötü şeyleri yaratmak, kötü değildir. Belki kötü şeyleri yapmak ve kesb etmek kötüdür.

Tesavvuf büyüklerinin üçüncüsü, vahdet-i vücûde inanırlar. Hâricde yalnız birşey vardır derler. Bu bir varlık, Hak teâlânın zâtıdır, kendisidir derler. Âlem hâricde yokdur. İlmde vardır derler. Varlıkdan hiçbir koku tatmamışdır derler. Bunlar da, âlemi Hak teâlânın zılli bilirler. Fekat, bu zıl olan, görüntü olan varlık his mertebesindedir. Doğrusu dışarda hiçbirşey yokdur derler. Hak teâlânın zâtında kendi sıfatları ve mahlûkların sıfatları vardır bilirler. Bu sıfatların yukardan aşağı azalma derecelerini, mertebelerini sayarlar. Her mertebede, o bir zâtı, o mertebeye uygun özelliklerde birlikde bilirler. Acıyı, tatlıyı duyan hep odur. Fekat vehmde, hisde var olan bu zıl, gölge gibi perdeler arkasında durmakdadır derler. Bunların sözlerinin akla ve islâmiyyete uymayan yerleri çokdur. Böyle yerlere cevâb vermek için çok sıkıntı çekerler. Bunlar da, kavuşmuş ve kavuşdukları derecelere göre yükselmişdir. Fekat bunların sözleri, müslimânların yoldan çıkmalarına sebeb olmakda, ilhâd ve zındıklığa sürüklemekdedir.

Birinciler en kâmil, çok tâm ve sakatsız ve Kitâba, sünnete uygundurlar. Sakatsızlıkları ve uygunlukları meydânda ise de, olgun ve temâm olmaları şöyledir ki, insanın varlığının birkaç mertebesi, çok latîf ve maddelikden çok uzak olup, başlangıca benzemekde, oraya tâm bağlılığı bulunmakdadır. İnsandaki, (Hafî) ve (Ahfâ) böyledir. Bunun için, birçokları, sırrın Fenâsına kavuşdukları hâlde, bu mertebeleri başlangıcdan ayıramamışlar. Böylece (Lâ ilâhe) derken, bunları yok bilememişler, bunları başlangıc ile karışdırmışlar, birleşdirmişler. Kendilerini Hak teâlâ sanmışlar, dışarda [ya nî ilmde ve vehmde değil, bunların dışında] yalnız Hak teâlâ vardır. Bizim hiç varlığımız yokdur demişler ise de, dışarda çeşidli eserler bulunduğundan, ilmde var olduklarını söylemişlerdir. Yine bundandır ki, (A yân) ya nî eşyâ, varlıkla yokluk arasında bir geçiddir demişlerdir. Mahlûkların varlıklarının mertebelerinden birkaçının başlangıcdan başka olmadığını görerek, varlıkları lâzımdır diyemedikleri için, varlıkla yokluk arasında geçid olduklarını söylemişlerdir. Böylece, mahlûklara vâciblikden birşey bulaşdırmışlardır. Bu şeylerin, mahlûkların olduğunu, fekat ismde ve görünüşde olsa bile, Vâcibe benzediklerini anlamamışlardır. Bu şeyleri başka bilselerdi ve mahlûkları Vâcibden tâm ayırsalardı, kendilerini Hak teâlâ olarak hiç görmezlerdi. Âlemi, Hak teâlâdan ayırırlardı. Varlığın bir olduğunu sanmazlardı. Bir kimseden eser bâkî kalmadıkca, kendinden eser kalmadığını bilse bile, kendini Hak bilmez. Bu da, onun kısa görüşlü olmasındandır.

İkinci âlimler, her ne kadar bu mertebeleri de başlangıcdan ayrı gördüler ve (Lâ ilâhe) derken yok bildiler. Fekat, aslın zıl ile olan bağlılığından dolayı, bunların varlıklarının artıklarından birşey, mevcûd kaldı. Çünki, zıllin asla bağlılığı vardır. Zıl ile aslın başkalığı görüşlerinden gayb oldu.

Birinci âlimler, Peygamberlerin sonuncusuna aleyhi ve aleyhim minessalevâti etemmühâ ve minettehıyyâti ekmelühâ çok bağlı oldukları için, mahlûkların bütün mertebelerini, Vâcibden ayırdılar. Bunların hepsini (Lâ ilâhe) derken yok etdiler. Mahlûkların Vâcib ile hiçbir bağlılığını görmediler. Ona hiçbir benzerlikleri yokdur dediler. Kendilerini, güçsüz, kuvvetsiz bir kul olmakdan başka bilmediler. Onu, kendi sâhibleri ve yaratıcıları olarak bildiler. Kendilerini sâhib sanmak veyâ Onun gölgesi sanmak, bunlara çok ağır gelmekdedir. Arabî mısra tercemesi:

Herşeyin sâhibine gelen ne, toprağa düşen ne

Bu büyükler, herşeyi Hak teâlânın mahlûkları bildikleri için severler. Herşey, gözlerine sevgili görünür. Mahlûkların kendileri gibi, işleri de, Allahü teâlânın mahlûku oldukları için, hepsine boyun eğer, beğenirler. Hiçbir işi beğenmemezlik etmezler. İslâmiyyetin beğenmediği şeyleri, islâmiyyete uydukları için beğenmezler. Tevhîd-i vücûdî sâhibleri, herşeyi, Hak teâlâya mazhar oldukları için, hattâ Ondan başka olmadıkları için, sevdikleri ve boyun bükdükleri gibi, bu büyükler, Hak teâlânın mahlûkları oldukları için sever ve teslîm olurlar. Fârisî mısra tercemesi:

Yolların nerden ayrıldıklarını iyi gör!

Sevgili az sevilse de, ondan başka olmıyan şeyin de, o kadar sevileceğini herkes bilir. Fekat, sevgilinin kullarını, yapdıklarını ve kölelerini sevebilmek için, sevgilinin çok sevilmiş olması lâzımdır. Bu büyüklerin vilâyet makâmlarının en sonu olan (Abdiyyet), ya nî kulluk makâmından tâm payları vardır. Bu seçilmişlerin hâllerinin doğru olduğunu gösteren en kuvvetli delîl, işâret, keşflerinin hepsinin Kitâba ve sünnete ve islâmiyyetin açıkca bildirdiği şeylere tâm uygun olmalarıdır. İslâmiyyetden kıl ucu kadar ayrılmamışlardır. Ey Allahımız! Muhammed aleyhisselâm hurmetine sallallahü teâlâ aleyhi ve alâ âlihi ve selleme ve bâreke , bizleri, bu büyükleri sevenlerden ve onlara uyanlardan eyle!

Bu satırları yazan dervîş, önce tevhîd-i vücûdîye inanıyordum. Çocukluğumdan beri tevhîd bilgileri içindeydim. Buna inancım tâmdı. O zemân tevhîd hâllerim de yokdu. Tesavvuf yoluna girince, önce tevhîd yolu açıldı. Çok zemân, bu yolun makâmlarında dolaşdım. Bu makâmlara uygun çok bilgiler edindim. Tevhîd-i vücûdî sâhiblerine gelen hâller ve çözülemiyen bilgilerin hepsi, keşflerle ve akıp gelen bilgilerle çözüldüler. Çok zemân sonra, bu dervîşi başka bir nisbet, bağlılık kapladı. Bu nisbet kuvvetlenince, tevhîd bilgileri durdu. Fekat, o bilgileri yine beğeniyordum, inkâr etmiyordum. Böyle uzunca bir zemân geçdi. Sonunda, onları beğenmez, inanmaz oldum. Bu mertebenin çok aşağı olduğunu ve zıl makâmlarına yükselmek lâzım geldiğini gösterdiler. Fekat, bu inkârım elimde değildi. Bu makâmdan ayrılmak istemiyordum. Çünki tesavvuf büyüklerinin çoğu, bu makâmda bulunmakdadır. Zıl makâmına yükselince, kendimi, bütün âlemi, zıl, gölge gibi buldum. Yukarıda bildirilen, ikinci âlimler gibi oldum. Önceki makâmdan, buraya çıkardıklarını istemedim. Çünki, vahdet-i vücûdü dahâ yüksek biliyordum. O makâm, buna tâm uygundu. Büyük bir ni met ve merhamet olarak, (Zıl makâmı)ndan da yukarı götürdüler. Abdiyyet, kulluk makâmına ulaşdırdılar. Bu makâmın dahâ olgun olduğu göründü. Yüksekliği anlaşıldı. Önceki makâmlardan pişmân oldum. Tevbe etdim. Bu dervîşi, bu yollardan geçirmeselerdi ve birbirlerinden üstünlüklerini göstermeselerdi, bu makâma getirilmekle alçaldığımı zan edecekdim. Çünki önceleri, Tevhîd-i vücûdîden dahâ yüksek makâm yok sanıyordum. Doğruyu açığa çıkaran, Allahü teâlâdır. Doğru yolu gösteren yalnız Odur.

Bu fakîrin mektûblarında ve kitâblarında ve belki her sâlikin sözlerinde bulunan bilgilerin ve ma rifetlerin, başka başka olması, kavuşulan makâmların başka başka olmalarındandır. Her makâmın bilgileri, ma rifetleri başkadır. Her hâli bildiren söz başka olur. Görülüyor ki, bilgilerde başkalık, ayrılık yokdur. Ahkâm-ı şer ıyyenin zemânla değişdirilmiş olması gibidir. Bu sözleri, te assubla, inâd ile karşılamayınız! Sallallahü teâlâ alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ Âlihi ve sellem!





Signing of RasitTunca
[Image: attachment.php?aid=107929]
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply


Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)