Thread Rating:
  • 12 Vote(s) - 3.08 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Kaynak Bilgisi Olarak Tasavvufda Keşfen Bilmek Nedir
#1
Dini-1 
   

Keşf. Aklın ve duyuların yetersiz kaldığı ilâhiyyât konularında doğrudan bilgi edinme yolu anlamında bir tasavvuf terimi.

Sözlükte "perdeyi ve örtüyü kaldırmak, kapalı olan bir şeyi açığa çıkarmak, var olan fakat niteliği bilinmeyen şey hakkın­da bilgi edinmek" gibi anlamlara gelen keşf kelimesi Kur'an'da türevleriyle birlikte "sıkıntıyı kaldırmak ve çaresizliği sona erdirmek" mânasında kullanılır. "Çaresiz kalana dua ettiğinde cevap veren, sıkıntısını kaldıran ve sizi yer yüzünde halifeler kılan kim­dir? [Neml 27/62] mealindeki âyette keşf bu anlamda kullanılmış ve Allah'a "kâşif" (sıkıntıyı sona erdiren) denilmiş [En'âm 6/17;Yûnus 10/107] bir âyette de, "Senin perdeni kaldırdık, artık bugün gözün keskindir" [Kâf 50/22] buyurulmuştur. Ölümle âhirete intikal eden kişinin gözünü örten perde kalktığı için daha ön­ce gayb olan hususları artık açıkça görür. Keşf hadislerde de bu mânalarda kulla­nılmış gaybı ve âhiret hallerini görmeye engel olan perdenin (gitâ, hicâb) açılmasıyla kı­yamet günü her şeyin görüleceğine işaret edilmiştir. Bir hadiste Allah ile yaratıkları arasında nurdan (veya nâr) perdelerin bu­lunduğu, bunların açılması halinde zâ­tından gelen ışıkların bütün yaratıkları yakıp kül edeceği bildirilmiştir.

Sûfîler keşf terimini hem "perde arka­sında ve aklın ötesinde olduğu için gâib olan bazı şeyleri bilme", hem de "Allah'ın tecellilerini temaşa etme" anlamında kullanmışlardır. Çünkü her iki durum da perdenin kalkması veya aralanması sonu­cunda gerçekleşir, İlksûfîlerden itibaren firâset, feth. inkişaf, müşahede, muhâara, muayene, yakîn ve ilham gibi te­rimler de buna yakın anlamlarda kullanıl­mış, tasavvuf kitaplarında bu terimlerin birleştikleri ve örtüştükleri yahut ayrıl­dıkları ve farklı hale geldikleri noktalar üzerinde durulmuştur.

"İki şey arasındaki perdenin kalkması ve bu iki şeyin birbirine karşı açığa çık­ması" anlamına gelen mükâşefe terimi­nin de çok defa keşf anlamında kullanıl­dığı görülmektedir. Tasavvufa mükâşefe ilmi, sûfîlere de ehl-i mükâşefe veya ehl-i keşf denilmesi keşfin bu alandaki önemi­ni ifade etmesi bakımından dikkat çeki­cidir. Keşfi "üstü kapalı olan şeyin açılrria-sı ve gözle görülür hale gelmesi" şeklinde tarif eden Ebû Nasr es-Serrâc mükâşefeyi de yakîn olarak anlar. Nuri'ye göre kalbin mükâşe-fesi Hakk'a ermektir. Hârise'nin, "Rabbimin arşını açıkça görür gibiyim" ifadesi kalbin mükâşefesine, "Rabbine O'nu gö­rür gibi ibadet et" hadisi sırların müşa­hedesine işaret eder. Sehl b. Abdullah et-Tüsterî zâttan, sıfat­larından ve zatî hükümlerin tecellilerin­den bahsederken zatî tecellileri mükâşe­fe olarak adlandırır.

Sûfîlerin uyku ile uyanıklık arasında sâ-likin gördüğü şeye mükâşefe yahut sebat ve vakıa dediklerini bildiren Kuşeyrî'ye göre mükâşefe Allah'ı zikreden sâlikin ga­lebe halinde kalbinde zuhur eden şeydir. Sâlike açılan perdeler neticesinde sırasıyla muhatlara, mükâşe­fe ve müşahede halleri ortaya çıkar. Mu­hâdara akla, mükâşefe ilme. müşahede marifete dayanır. Müşahede mükâşefeden üstündür. İlme'l-yakîn, ayne'l-yakîn ve hakka'l-yakin şeklindeki sıralamada mükâşefe ayne'l-yakîn ile örtüşür.

Keşf ve mükâşefe kavramlarını geniş­çe ele alan Gazzâlî mükâşefenin müşahe­deden daha üstün olduğunu söyler. Ona göre tasavvufla ilgili ilim­ler mükâşefe ilmi ve muamele ilmi olmak üzere ikiye ayrılır. Muamele ilminin konu­su sabır, şükür, ihlâs ve bunların zıtları olan acelecilik, nankörlük ve riya gibi kal­bin hallerine ilişkin bilgilerdir. Mükâşefe ilmi ise arındırılan ve temizlenen kalpte bir nurun zuhur etmesi veya ilâhiyyâtla ilgili hususlarda perdenin açılıp hak ola­nın gözle görülürcesine apaçık ortaya çık­masıdır. İnsanın cevherinde böyle bir ye­tenek vardır. Mükâşefe ilmi kitaplara ya­zılmaz. Bu ilmi bilenler ancak kendi sevi­yesinde olanlarla bunu müzakere eder, başkalarına ifşa etmezler. Keşf ile öğre­nilen gizli ilim budur. Gazzâlî, eî-Münkız'üa aklın yetersiz kaldığı me­tafizik bazı gerçeklerin keşf ile bilinece­ğini, bu yolla bir velînin meleği görebilece­ğini ve sesini işitebileceğini söyler. Mak­bul olan ve olmayan te'vilden söz ederken de bu konuda ılımlı tutumu benimseyen­lerin bilgiye konu olan şeyleri işitme (si­ma', vahiy) olmaksızın ilâhî bir nurla idrak ettiklerini, daha sonra olayların sırları kendilerine keşf yoluyla bildirilince bu bilgiyi vahyin lafızlarıyla karşılaştırdıkla­rını, bunlardan yakın nuru ile müşahede ettikleriyle uyuşanları aynen benimsedik­lerini, uyuşmayanları ise te'vil ettiklerini belirtir ve bu konuların bilgisini sadece vahiy ifadelerinden (sem) alanların ayak­larının yere sağlam basamayacağını söy­ler.

Keşf konusu üzerinde Muhyiddin İb-nü'l-Arabî de geniş olarak durmuş, hatta tasavvuf anlayışını "keşf yoluyla elde edi­len bilgi" anlamına gelen marifet üzeri­ne temeilendirmiştir. Gazzâlî gibi İbnü'l-Arabîde mükâşefenin müşahededen da­ha mükemmel olduğunu, müşahede ile mahiyetin, mükâşefe ile ilâhî hakikatle­rin temsilî mânalarının idrak edilebilece­ğini söyler. Ona göre Allah'ın mahiyeti id­rak edilemeyeceğinden bu konuda mü­kâşefenin verdiği bilgi daha önemlidir. Müşahede bilgiye ulaştıran yol. keşf bu yolun son noktasıdır. Bu da nefiste ilmin hâsıl olmasıdır. Muhyiddin İbnü'l-Arabî'-ye göre keşfin birçok çeşidi vardır. Aklî keşf ile akledilenler üzerin­deki perde kalkar ve mümkin varlıkların sırları ortaya çıkar. Kalbi keşf ile müşahe­deye has çeşitli nurların üzerindeki per­deler kalkar. Sırrı keşf ile yaratıklardaki sırlar ve varlıkların yaratılış hikmetleri ortaya çıkar ki buna ilham da denir. Ruhî keşf iie cennet ve cehennemin görüntü­sü ile melekler görülür. Ruh tam olarak saf hale gelip zaman ve mekân perdesi kalkınca geçmiş ve gelecekle ilgili olayla­rın bilgisine ulaşılır. Hafi keşf ile, bulunu­lan makam ve hallere göre Allah'ın celâl veya cemâl sıfatlarının tecellileri görülür. Bu tür keşfe sıfatî keşf de denir. Eğer Al­lah sâlike ilim sıfatıyla tecelli ederse dinî bilgiler ortaya çıkar, işitme sıfatıyla te­celli ederse onun kelâm ve hitabını duyar, görme sıfatıyla tecelli ederse temaşa ve müşahede hali ortaya çıkar. Aynı şekilde celâl sıfatının tecellisi sâlikte fena haline, cemâl sıfatının tecellisi şevk haline, kay-yûmiyet beka haline, vâhidiyet de vahdet haline sebep olur. İbnü'l-Arabi'ye göre keşf hali çeşitli haller ve makamlarda muhtelif şekillerde orta­ya çıkar.

Aklî deliller gibi keşf de bazan kesin bilgi, bazan zan ifade eder ve ictihadda olduğu gibi keşflerde bazan hata olabilir. İlmî keşf, îrfânî keşf, ilâhî keşf, nazarî keşf, nûrî keşf. iyânî keşf, sûrî keşf ve manevî keşf gibi şekilleri bulunan keşfin bazı çeşitleri kesin bilgi verir. Kesin bilgi veren keşf ve mükâşefe aynı zamanda yakın demek olup Âmir b. Abdülkays"ın, "Perde kalksa yakinim artmaz" demesi buna işa­rettir.

Sühreverdîel-Maktûl, İşrâkiliği esas alan hikmet felsefesini keşf ve mükâşefe üzerine kurmuştur. İşrak temelde keşf, İşrâki hikmet de keşfi ve zevki hik­mettir. Doğulu düşünürlerin, Aristo dı­şındaki eski Yunan filozoflarının hikmet anlayışı da keşfe dayanır. Maddî unsur­lardan soyutlanan kâmil nefisler üzerine aklî nurlar parıldar. Mükâşefe, aklî bir hu­susun düşünce ve isteğe ihtiyaç göster­meden birden bire ortaya çıkmasıdır. Mükâşefenin verdiği bilgi hiçbir şüpheye sebebiyet vermeyecek şekilde kesindir. Sadreddîn-i Şîrâzî de haki­kate ilâhî bir aydınlanma ve keşf İle ulaşı­lacağı, akılla bunun açıklamasının yapıla­cağı kanaatindedir.

İnsanın zihnindeki düşünceleri ve kal­bindeki hisleri bilmeye keşf-i zamâir, ölen insanın kabirdeki halini bilmeye de keşf-i ahvâl-i kubur denir. Ankaravî, sûrî ve mâ­nevi keşfi anlattıktan sonra kalpteki his ve fikirleri bilme, kabir hallerini haber verme ve kaybolmuş kişiler ve eşya hakkında konuşma gibi hususlara ilişkin keş­fe kâmil velîlerin iltifat etmediğini, bu tür şeyleri riyazet ehli rahiplerin de bildiğini söyler.

İbn Haldun'a göre duyulardan oluşan perde riyazet, halvet ve zikirle yavaş ya­vaş açılır, böylece keşf hali gerçekleşir. Keşf ile varlığın hakikati idrak edilir ve birçok olay meydana gelmeden önce bili­nebilir. Velîler, himmetleri ve nefislerin­de var olan kuvvetle varlıklar üzerinde ta­sarruf eder, eşya da onların iradelerine boyun eğer. Fakat kâmil velîler keşf ve tasarruf haline iltifat etmez, bu yolla bir şeyin hakikatini haber vermezler. Çünkü bu onların görevi değildir. Kâmiller, ken­dilerinde böyle bir şey zuhur etse bunu bir sınama sayıp Allah'a sığınırlar. İbn Haldun", keşfin sağlıklı ve geçerli olması için sûfîlerin takvaya ve istikamete da­yanmayı şart koştuklarını ifade ettikten sonra riyazet ehli sihirbazların da keşf yo­luyla bazı şeyleri haber verdiklerine dik­kat çeker ve perdenin kalk­ması, kalp gözünün açılması maksadıyla riyazet yapmayı sakıncalı bulur.

Takıyyüddin İbn Teymiyye harikulade hallerin bir kısmının fiilî olduğunu ve bun­lara keramet denildiğini, diğer kısmının bilgiyle ilgili olduğunu söyler. Ona göre bir kimsenin başkalarının işitmediği bir sesi işitmesi, görmediği şeyi görmesi, bilmediği şeyleri firâset ve ilham yoluyla bilmesi gibi olaylar bilgiyle alâkalı hariku­lade hallerdir. Bunlara keşf denildiğini, Kur'an'da ve Sünnet'te keşfin örnekleri bulunduğunu söyleyen İbn Teymiyye, keş­fin dinî veya mubah olan dünyevî bir fay­da temin ederse nimet, harama vesile olursa günah olacağına dikkat çeker. Ona göre bir velînin keşf yoluyla gayba vâkıf olmaması onun Allah katındaki merte­besinin yüce oluşuna engel teşkil etmez. Hatta bu durum onun hakkında daha faydalı olabilir. Keşfin aklî, hissî, nazarî, zarurî çeşitleri üzerinde duran İbn Tey­miyye bunların bir kısmının kesin, bir kıs­mının zannî bilgi verdiğini kaydetmiştir. Ancak Gazzâlî'nin vahiy, te'vil ve keşf ilişkisiyle ilgili görüşünü aktarırken bu tür iddiaların bilgiye konu olan şeylerde Re-sûlullah'ın duyurduğu haberlerin istifa­de edilecek bir yanı bulunmadığı, zira her insanın kazandığı müşahede, nur ve mükâşefe sayesinde bunları idrak etme­sinin mümkün olduğu gibi aşırı bir nok­taya vardırılabileceğini ifade etmektedir.

İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu gibi İbn Teymiyye de keşfi temelden reddet­memekte, aklî bilgiler gibi keşfi bilgilerin de Resûlullah'ın haber verdikleriyle uyuş­ması şartıyla doğru bilgiler olduğunu be­lirtmektedir. Hatta buna Kur'an'dan de­liller göstermekte, bu ölçüye uymadığı halde aklî burhanlar veya ilâhî müşahede­ler olarak ileri sürülen görüşleri ise fâsid hayaller ve bâtıl vehimler şeklinde nitele­mektedir.

İbn Kayyim el-Cevziyye keşfi, "Allah'ın kulun kalbinde meydana getirdiği bilgi olup kul bu bilgiyle başkalarına kapalı olan hususları bilir" şeklinde tanımladık­tan sonra biri bilgi, diğeri görme ile ilgili iki keşften bahsetmiştir. Ona göre bilgi­nin bilinene uygun olması bir keşf oldu­ğu gibi bilinenin kalp ile müşahede edil­mesi de bir keşftir. Allah'a O'nu görür gibi ibadet etmek kalbin apaçık Keşfidir. Bir de gayri müslimle müslüman arasında ortak olan cüz"î bir keşf vardır. Görünme­yen ve bilinmeyen bazı hususların haber verilmesi böyledir. Nitekim İbn Sayyâd, Esved el-Ansî ve Haris el-Mütenebbî gibi gayri müslimlerde böyle bir keşf görül­müştür. Mecûsîler'de, putperestlerde, hıristiyan rahiplerinde, kâhinlerde, sihir­bazlarda da buna benzer bir keşf görüle­bilir.

İmâm-ı Rabbânî keşfin daha çok sülük halinde ortaya çıktığını, vuslat hâsıl olun­ca sona erdiğini, maddî hususlara dair keşflerin oluşu ile olmayışı arasında fark bulunmadığını, bunların çoğunun hatalı çıktığını söylemiş, keşfteki hatayı mübrem ve muallak kaza ile açıklamıştır. Mu­allak kaza ile ilgili keşfin hatalı çıkabilece­ğini, bazan muhayyiledeki temelsiz bilgi­lerin keşf sahibini yanıltacağını belirtmiş ve İbnü'l-Arabî'nin sünnete aykırı birçok hatalı keşfi olduğunu ileri sürmüştür.

Mutasavvıflar keşfe dayanarak Kur'an'ı tefsir ettikleri gibi bir hadisin veya hadis âlimlerine göre sahih olmayan bazı hadis­lerin sıhhatini keşf yoluyla tesbit ettikle­rini söylemişlerdir. Nitekim İsmail Hakkı Bursevî, "Ben gizli bir hazine idim ..." hadisi üze­rinde dururken bu hadisin rivayet açısın­dan sabit olmasa bile keşfen sahih oldu­ğunu söylemiş Abdülazîz ed-Debbâğ birçok hadisin sahih olup olmadığına keşf ile hükmetmiş Şah Veliyyullah Dihlevî ed-Dür-rü'ş-şemîn'de, rüyada gördüğü Hz. Peygamber'den işittiği müjdeleyici nitelik­teki hadisleri rivayet etmiştir. Mutasav­vıfların bu görüşü hadis âlimleri tarafın dan reddedilmiş, keşfe dayanılarak bir hadisin ResûI-i Ekrem'e ait olup olmadı­ğını tesbit etmenin mümkün olmadığı görüşü savunulmuştur.

------------------
Tasavvufta Kesf ve Yakin

Belli bir mertebeye ulaştıktan sonra elde edilen keşfi bilgi sufilerce muhtelif açılardan vahiyle eşdeğerde görülse bile, bu bilginin açıklanma zorunluluğunun bulunmaması ya da çoğu zaman açıklanabilir türden olmaması veya kolayca ifade kalıplarına dökülememesi sebebiyle, bağlayıcılık noktasından keşf sahibinin dışında bir başka kimseyi ilgilendirmediği, dolayısıyla subjektif olduğu açıktır. Ayrıca burhan ve delilin geçerli olduğu alanda keşfi bilginin istidlali bilgilerle aynı olacağının belirtilmesi, bu sahada keşf yoluyla farklı bir bilginin ortaya çıkmayacağını da göstermektedir. Bu durumda keşfi bilginin kişiye ne gibi bir yararı olduğu sorulabilir. Sufilerin açıklamaları dikkate alındığında bu soruya verilecek cevap, “yakin” olacaktır.1 Zira onlara göre keşf sahibi, vahiy ile bildirilmiş olan ve burhan ve delille ortaya konmuş bulunan dinin hükümlerini, bizzat görür hale gelerek kesin imana; yani yakine ermektedir.2

    Nitekim İbrahim (a.s.) Hz. Allah’tan, ölüyü nasıl dirilttiğini kendisine göstermesini talep edince, Hz. Allah “Yoksa inanmadın mı?” diye hitap etmiş, o da “İnandım ancak kalbimin mutmain olması için görmek istedim” diye cevap vermişti (Bakara, 260).

Buna sufiler, iman ile “ıyan”ın birleşmesi demektedirler.3 Bu hale eren kimse, dil ile ikrar, kalb ile tasdik, ruh ile yakin4 derecesine ulaşmış demektir. İmam Gazzali’nin yakin nuruyla müşahede sonucu ariflerin ulaştıkları imanı en ileri mertebe olarak görmesi,5 perdenin kalkmasıyla hakikatin açık bir şekilde görünmesi diye tarif ettiği mükaşefe ilmini, bütün ilimlerin gayesi olarak takdim etmesi ve bunun, kalb aynasını kötü sıfatlardan temizleyerek orada bir nurun zuhur etmesini sağlayan sıddik ve mukarreblerin ilmi olduğunu belirtmesi 6 bu sebeple olmalıdır. Ayrıca yakin derecesinde Imana eren kişinin, şer ‘i emirleri yerine getirmekte zorlanmayacağı belirtilmiştir.7

    İmam-ı Rabbani bunu şöyle dile getirir: Sufiyye yoluna girmekten maksat şer’an itikad edilmesi gereken şeylerin hak olduğuna yakini artırmak … Ve şer ‘i emirlerin edası hususunda kolaylık sağlamaktır.

---------------
KEŞİF VE KERAMET

Islâm`da ilham, keşif ve keramet diye bir şey var mıdır? Varsa bunun dinî değeri nedir? Herkeste bulunur mu?

Keramet Allah (cc)`ın velî kullarında görülen, tabiat kanunlarına ve normal hallere aykırı, olağanüstü bir kerem-i ilâhîdir. Velî (evliya), imkân ölçüsünde Allah (cc)`ı ve sıfatlarını tanıyan, O`na itaatte daim olan ve isyandan kaçınan, fakat hiç isyan etmeyen anlamında değil de, tevbe etmedik isyanı bulunmayan; mubah olan lezzet ve şehvetlere dahi düşkünlük göstermeyen, yani bu konuda ihtiyacı olanla yetinip yeme, içme, şehvet vb. ni bir zevk aracı olarak görmeyen kul demektir.(EI-Beycûrî, Serhu-Cevherati`t-Tevhid, 153; Ali el-Karî, Şerhu`l-Fıkhı`1-Ekber,113) Yani "velî" ma`sum değildir. Günah işlemesi ve isyanı mümkün ve muhtemeldir. Ancak bu ihtimal onda diğer insanlara göre asgariye inmiştir. Kazara yaptığı bir hatadan da hemen tevbe eder. Haram ve isyanda israr etmez. Böyle olan insanlar da Allah (cc)`ın bir hediyesi ve avansı olmak üzere bir takım olağanüstü haller görülebilir. Bir anda uzak mesafelere varır, ya da oraları görebilirler (tayy-i mekân), aynı anda birden çok yerde görülebilirler (tayy-i zaman), kabirde yatanın kim olduğunu, karşısındakinin ne düşündüğünü bilebilir (keşf-i kubûr ve`s-sudûr), havada uçar, denizde yürüyebilir... vs. Bunların olmayacağını söylemek naklen mümkün olmadığı gibi aklen de uygun değildir. Bilim böyle peşin bir reddedişi onaylamaz. Her geçen gün -hatta Allah (cc)`a inanmayan insanlarda bile- olağan dışı nice vakıalara rastlanıyor ve bunların bilimsel izahları yapılmaya çalışılıyorken (telepati ve hipnotizma gibi), Allah (cc)`a inandıktan sonra O`nun dostlarını daha büyük olağan üstülüklerle ödüllendirmeyeceğini söylemek gülünç olur.

Kaldı ki, keramet kitap ve sünnetle sabit, tarihen vâki bir olgudur. Allah (cc) insanı çok çok keremli (kerametlere, üstünlüklere mazhar, mükerrem) yarattığını haber verir.(K. Isra, (17) 70) Kur`ân`da zikredilen Meryem kıssası (K. Ali Imrân (3) 37), Ashab-ı Kehf olayı (K. Kehf (18) 9. vd), Hz. Süleyman döneminde Asâfın tahtı uçurması vakası (K. Neml (27) 40 vd.), Hz. Musa devrindeki Bel`am gerçeği...(El- Beycûrî, age.175.) Hep Kur`ân`da anlatılan keramet örneklerindendirler. Hz. Ömer`in hutbe okurken ta uzaklardaki Sâriye`yi görüp ona seslenmesi, askeri taktik vermesi ve sesini ona duyurması sahih tarihi bir vakadır.(el-Beycurî, age.153) Halid b. Velid`in zehir içip etkilenmediği meşhurdur.(Ali el-Karı, Serhu`1-Fıkhîl-Ekber,113) Bu konuda ciltler dolusu müstakil kitaplar yazılmıştır.(Son devir ulemasından Yusuf en-Nebhanî`nin Cami`u-Kerameti`l-Evliyası ile Huccetti`llahi alel-Alemîn adlı eserlerini -her ne kadar çoğu nakilleri tedkike muhtaç ise de -burada örnek olarak zikredebiliriz.) Bütün ehli sünnet alimleri bu konuda ittifak halindedir ve akaid kitaplarının ilgili bölümleri "Kerâmâtü`1- evliyâi hakkun - evliyanın kerametleri hakikattır, sabittir" cümlesi ile başlar.

Peygamberlere verilen mucizelerde hiç bir mü`minin şüphesi yoktur. Evliyanın kerametleri de, tâbi oldukları peygamberin mucizelerinin bir parçası olmaları itibari ile mucizelerden destek görür. Yoksa bazılarının zannettiği gibi, kerametin varlığı mucizeye muhalif olmaz. Yani mucize peygamberligi ispat eden delillerden ise, kerametin varlığı kabul edilmesi halinde delil olmaktan çıkar, çünkü mucize gibi olan kerametin de evliyanın peygamber olmasını gerektirir, denemez. Çünkü her veli kerametini o peygambere inandığı için elde etmiştir ve kendi kerameti dahi onun mucizesinin bir parçasıdır. Dolayısıyla her keramet, peygamberin mucizesinin sonuç itibari ile de peygamberliğinin hak ve gerçek olduğunu da gösterir.(Ali el-Kârî, Serhu`1-Fıkhı`1-Ekber,113)

Harikuladelik bakımından mucize ile keramet arasında bir fark olmamakla beraber, mucize şu gibi yönlerden kerametten ayrılır.

l. Aralarında kaynak ve isimlendirme bakımından bir fark vardır; peygamberden sâdır olana "mucize", veliden sâdır olana da "keramet" adı verilir.

2. Mucize sahibi; mucizesini gizlemez, hatta açıklar ve onunla, davasının doğruluğu konusunda muhaliflerine meydan okur. Keramet sahibi ise kerametini gizlemeye çalışır. Kerameti veliliğinin ispati için bir delil değildir.

3. Mucize sahibinin mucizesi elinden alınmaz, o küfürden ve isyandan masumdur (korunmuştur). Keramet sahibinin hali değişebilir, kerameti elinden alınabilir. Nitekim Kur`ân-ı Kerim`in de işaret ettiği ve biraz önce adı geçen Bel`am b. Bâ`ura, keramet konusunda başkalarının ulaşamadığı bir dereceye yükselmişken Hz. Musa`ya ihaneti sebebiyle hayatı "şakî" olarak son bulmuştur.(el-Beycûrî, age 175)

4. Kerametin istenmesi de, izhar edilmesi de pek hoş karşılanmamış, hatta kadınlar için hayız hali ne ise evliya için de keramet öyle görülmüş ve gizlenmiştir. Çünkü keramet hedef ve gaye değildir. Az sonra göreceğiniz üzere bir delil olarak da kullanılamaz. Imam Rabbanî, kerametlerin çoğalması hastalığından yergi ile söz ederken, "Oysa bu taifenin başları olan Cüneyd, Seri es-Sakatî vb. gibilerden nakledilen ve keramet denilebilecek ondan fazla olaydan sözedilemez" der. Yine: "Keşif, keramet ve mevâcid (bir takım bulgu ve tezahürler) maksat değildirler. Belki, kendisine zor bir iş verilen çocuğun, o işi bıkmadan sonuna kadar götürebilmesi için, iş esnasında ona verilen incik-boncuk ve oyuncak kabilinden şeylerdir" diye vasıf lar. Ebu Ali el-Cûzcânî bu konuda şunları söyler: "Sen istikamet (dinde dosdoğru olma) iste, keramet isteme. Çünkü nefsin keramet için uğraşmakta, halbuki, Rabbin senden "istikamet" istemektedir." Sûhreverdî de Avârif`inde: "Bu, bu konuda önemli bir kuraldır. Zira nice gayretli âbid insanlar vardır ki, Selef-i salihine keramet ve harikuladeliklerden bir şey verilmedığını duymalarına rağmen, bir parça keramete nail olabilmek için yanıp tutuşurlar, can atarlar. Hatta bu konuda inkisarı kalbe uğrayan, olağanüstü bir hal görmediği için amelinin sihhatinden şüphe edenler bile vardır: Eğer işin sırrını bilselerdi bunu hiç önemsemezlerdi..." diye anlatır.

Bunları nakleden Ali el-Kârî de der ki, "Velhasıl, insana şer`i ilimleri bilme yolunun açılması, kainatin gizli yönlerine ait ilmin açılmasından daha iyidir. Üstelik birincinin yokluğu ya da eksikliği dine zarar verir. Oysa ikinci öyle değildir. Hatta olmaması onun için bazan daha yararlıdır..."(Ali el-Kârî, age,114-115) Doğrusu sahabenin tamamından, keramet olarak sahih yollarla nakledilen olayların sayısı, iki elin parmaklarını -hatta bazılarına göre üç vakayı-öte geçmez. Halbuki, sahabenin en küçügü bile sair evliyaullah`tan büyüktür. Bu bile kerametin gaye olmadığını göstermeye yeter. Ancak cahil insanlar büyüklügü "istikamet"te değil de "keramet"te aradıkları için, büyüklerinden habire keramet gözler dururlar. Hatta başka her şeyi unutur ve bu yolda gözlerini bozarlar da normal olayları keramet gibi görmeye başlarlar. Bu da (Allah`u a`lem) bu yolun afetlerindendir ve "şeyhi müritler uçurur" sözünün muhatabı bunlar olsa gerekir. Ilmî kapasiteleri ve düşünebilme güçleri çok dar ve sınırlı olduğundan kerameti kendilerinin anladığı manâda, zahir olmayan mürşidin mürşit olamayacağını zannederler de böyle olan birisini ya terkedip giderler, ya da az önce söylediğimiz "keramet hastalığı"na yakalanırlar."

Keşif` ise kerametin bir türü olmaktan başka bir şey değildir. Şöyle tarif edilir: "Sözlükte perdenin kaldırılması demektir. Istilahta ise, fizik perdeşinin ötesindeki gaybî ma`nâlara, gerçek ve var olan işlere muttali olmak, müsahede etmek demektir."(Ibn Arabî (ye nisbet edilen) el-Istilahâtu`s-Sufiyye,123)

Konumuzla ilgili bir de "ilham" tabiri vardır. "ilham" da yine kerametin bir nevidir ve: "Feyiz yoluyla içe doğan duyuş, kalbe gelen bilgi" diye tarif edilir.(age. 23.)Mes`elemizin bir başka yönü muşahhas (somut, objektif) bir ölçüsü bulunmayan ve keramet cümlesinden sayılabilecek keşif ve ilhamın delil olma gücü ve bağlayıcılığıdır.Tasavvuf sözlüğüne bakarsak sufilerin dışındaki ulemanın ilhamı hiçbir surette delil saymadıklarını görürüz (agk.) Yani ilham yok olan bir şeyi ortaya koymaz, bir davayı ispatlamaz. Zaten ne dört temel şer`i delil (edille-i erbaa: Kitap, sünnet, icma, kıyas), ne de en geniş tutanların kabulü ile diğer şer`i deliller arasında "ilham" diye bir şey vardır. Mustafa Sabri Efendi`nin ifadesi ile: Kelâm kitapları şu anlamdaki cümlelerle başlar: "Ilmin yolları üçtür: Sağlam duyular, doğru haber ve akıl, ilham, ehli hakka göre bilgi yollarından birisi değildir." Ve bu gerçek bir kural haline gelmiştir.(Mustafa Sabri Efendi, mevkifu`1-akl, I/268)

Demek "ilham" şer`î delillerden olmadığı gibi, bilgi yollarından da değildir. Mes`ele fıkıh usulu ilminde de konu edilir ve denir ki: "Peygamberin ilhamı vahyin bir kısmı olduğu için hüccettir ve bağlayıcıdır. Ama evliyanın ilhamı öyle değildir. Şeytandan kaynaklanmış ve yanıltıcı olabilir. Bu yüzden onların ilhamı başkaları için hiç bir surette delil oluşturmaz. Kendileri hakkında da ancak şeriate uygun olursa bir delil teskil eder. Muhalif olursa kendileri için de bir şey ifade etmez".(bk. Nuru`1-Envar ve Hasiyesi Kameru`1-Ekmar, N/97-98) Aslında şeriate uygun olması halinde de delil yine şeriatın delilidir. Binaenaleyh ilham o takdirde bile bir delil değildir denebilir. Fıkıhçılarımızın biraz sert ve rasyonalist gibi görünen bu kuralları doğrusu çok isabetli ve çok hikmetli bir tespittir. Gerçi ilhamın sadık olanı ve veralardan ilahî bilgiler hûzmeleri taşıyanı elbette vardır. Ilham diye bir şey varsa bunun böyle olmaması zaten mümkün değildir. Ama o sahibinin sağlam şer`i bilgilerine -tabir caizse- bir tuz lezzeti, bir itminan ve bir ferahlık vermekten öte geçmemelidir. Aksi takdirde şeriat bilgilerine lezzeti tamamlayan tuz yerine sap da karıştırılabilir ve şeriat sofrası ifsad edilebilir. Elini fizik aleminin verasına uzatmayı başarabilen herkes, sap ile tuzu birbirinden ayırmayı başaramayabilir de. Çünkü evliya masum değildir ve şeytanın etki alanından, çıkarılmamıştır.

Netice olarak: "Velînin başkasını kendi ilhamına çağırması, kendi ilhamına göre davranmasını istemesi ve sahih olarak ictihad eden bir müctehidi-kendi ilhamı ile onun içtihadının hata olduğunu bilmiş olsa dahi- ictihadı ile amel etmekten alıkoymak istemesi caiz olmaz".(Muhammed Abdulhalim el-Lüknevî, Kameru`1-Akmâr, N/98)

Mustafa Sabri Efendi`nin şu ifadesi bunun sebebini açıklamaya yeter: "Çünkü akıl, Allah (cc)`ın kanunu ve insan katında O`nun resmî sefiri olmakla, Allah (cc)`tan gelecek ilhamın ilk ve tabiî uğrak yeridir. Tasavvufla elde edilen ilham ise özel bir ihamdır. Elbette Allah (cc)`ın ilhamı, kendisine muhalif olacak olan özel ilhama tercih edilecektir. Bunun anlamı şudur: (Naslara bağlı akla) muhalif olan ilham değildir..."(M. Sabri, age, I/264)Konumuz hakkında belki de en güzel ölçüyü Imam Rabbani verir. Çünkü kendisi, yine kendi ifadesi ile hem "zahir ilimler" hem de "batın ilimler"de otoriterdir."Salikin (tasavvuf yoluna girenin), işin künhüne ulaşıncaya kadar, Hak ehli alimleri taklid etmesi, bunu kendisi için gerekli görmesi, keşfine ve ilhamına da muhalefet etmesi (itibar etmesi) gerekir. Bu konuda alimlerin haklı olduğunu, kendisinin ise hata ettiğini kabullenmelidir. Çünkü alimlerin dayanağı, vahiy ile desteklenen, hata ve yanlıştan korunan peygamberlerdir. Onun kesfi ve ilhamı sabit hükümlere muhalif olması halinde hatadır yanlıştır. Binaenaleyh, kesfi alimlerin görüşlerinden önde tutmak, gerçekte onun Allah (cc)`ın indirdiği kesin hükümlere tercih etmek demektir ki bu, hûsranının ve sapıklığın ta kendisidir."(Imam Rabbanî, Mektubât. No:186 (1/313); M. Sabri Efendi, age, I/265)"Bazı meşayihten (ks) galebe ve sekir halinde sadır olan ve isabetli ehli hakkın görüşlerine muhalif bulunan bazı bilgi ve ilimlerin kaynağı keşif olduğu için onlar bunda mazurdurlar. Kıyamet Günü bu muhalif davranışlarından ötürü muaheze edilmezler diye umarız. Hatta -Inşaallah-hata eden müctehid muamelesi görür ve bir de sevap alırlar diye düşünürüz. Hakk ve doğru ise, ehli hak alimlerin yönündedir. Allah (cc) gayretlerini makbul buyursun. Zira alimlerin ilimleri, kesin vahiy ile desteklenen Peygamberlik miskatından süzülme ve alınmadır. Sufilerin bilgilerinin kaynağı ise, hatanın yol bulabileceği keşif ve ilhamdan ibarettir. Keşif ve ilhamın sahih olduklarının belirtisi, ehli sünnet vel-cemaat alimlerinin ilimlerine uygunluklarıdır. Buna göre eğer -bir tüy kadar dahi- farklılık söz konusu olursa isabet (savab) çemberinden çikılmış demektir. Işte doğru ilim ve açık gerçek budur."(Imam Rabbânî, age. No:112 (I/116)).

------------------
Allah Teala bazı gaybi meseleleri kullarına bildirir mi? Bir insan başka bir insan hakında görmediği şeyleri bilebilir mi?

Allah Teala, bazı kullarına ilham yolu ile gaybi şeyleri bildirebilir.

İlham; feyiz yoluyla kalbe ilka olunan mana. Akıl yürütme ve düşünmeye dayanmadan, kalpte doğan bilgi. İlhamın çeşitli tarifleri yapılmakla beraber, ortak noktaları dikkate alındığında şöyle tarif edilebilir; herhangi bir istidlal yoluna başvurmadan, insanın ruhî melekeleri vasıtasıyla bir konu hakkında ilim sahibi olması.

Kur'an'da peygamber olmadığı bilinen şahıslara geldiği bildirilen vahiy, ilham ile tefsir edilmiştir. Allah Hz. Musa (as)'ın annesine "Çocuğu emzir, başına gelecekten korktuğun zaman, onu suya bırak, korkma, üzülme biz şüphesiz onu sana döndüreceğiz ve peygamber yapacağız." (Kasas, 28/7). Bu ayet-i kerimedeki vahyin ilham olduğu kabul edilirse, ilhamın uykuda ve uyanık iken geldiği söylenebilir. Nitekim Allah Teâlâ'nın Hz. İbrahim (as)'e oğlunu kurban etmesini söylemesi, uyku halindeki ilhama misaldir. (Ramazan Efendi, Haşiye ala Şerhi'l-Akâid, s. 63).

İlâhî kelâma mazhariyet, sadece nebilere has bir özellik değildir. Bazı insanların rüya veya ilham gibi bir yolla, gaybdan bazı sırlara muttali’ olmaları mümkündür ve vakidir. Nitekim şu ayet, Allah’ın insanlarla konuşma prensibini dile getirmektedir:

“Hiçbir beşer için, Allah’ın, bir vahiyle veya perde arkasından konuşması veyahut bir elçi gönderip de izni ile ona dilediğini bildirmesi dışında konuşması yoktur.” (Şûra, 42/51)

Ayette, “Allah peygamberlerine bu üç yoldan başka konuşmaz.” denilmeyip “Allah insanlarla bu üç yoldan başka konuşmaz.” denilmesi, peygamber dışındaki diğer insanların da, ilâhî kelâmdan nasibi olabileceğini göstermektedir. Buna göre:

a. Allah’ın vahiyle konuşması, vahyin şiddet ve zaaf yönüyle çeşitli mertebelerini içine alabilir. Hem peygamberlere hem de, Hz. Musa (as)’ın annesinde olduğu gibi, diğer insanlara, gerek yakazada, gerekse rüyada olan ilâhî mesajı ifade eder. Dolayısıyla, buradaki vahiy, “ilham” manasını da tazammun etmektedir.

b. Allah’ın perde arkasından konuşması, Hz. Musa (as)’ın ilk vahye mazhar olduğunda, doğrudan ilâhî hitabı duyması gibi durumları içine alır.

c. Allah’ın bir elçi vasıtasıyla konuşması, Hz. Cebrail (as)’i peygamberine gönderip vahyini bildirmesi tarzındaki durumları bildirmektedir.

Görüldüğü gibi, “Gaybın hazineleri” Allah katında olmakla beraber, Allah gerek peygamberine, gerekse bazı has kullarına birtakım sırlarını bildirmektedir.

İslâm akâidinde, ilim elde etme yolları arasında "ilham" kabul edilmemiştir. Kelâm âlimlerinin çoğu bu görüştedir. Ancak bu meseleyi Taftazanî (ö. 797/1395) şöyle yorumlamıştır:

İlham, herkes için bilgi vasıtası değildir. Başkasına karşı delil olarak kullanılmaya elverişli de değildir. Kişinin kendisi için ilham delil olabilir. Çünkü ilhamla ilim hasıl olduğu konusunda şüphe yoktur. Bu hususla ilgili hadisler mevcuttur. Birçok seleften bununla ilgili haberler nakledilmiştir. (Taftazani, Şerhu'l-Akâid, terc. Süleyman Uludağ. s. 121).


----------------

Marifetullah (Allah’ı Tanıyış İlmi) ve Kalb Gözü Nedir?

Elhamdulillâhi Rabbil âlemin Vessalâtü vesselâmü alâ Rasûlinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve eshâbihi ecmeîn.
Bismillâhirrâhmânirrahîm
Her hayrın ve şerrin yegane yaratıcısı kendisinden başka İlah olmayan Allahu Tealadır. O’nun eşi ve benzeri ve dengi yoktur. Herkese kuvvet ve hayat veren O’dur. 
MA’RİFET NEDİR? Ma’rifet demek tanımak demektir. Ma’rifetullah demek ise, Allah’ı tanıyış bilgisi demektir.
Allahu Teala Zariyat Suresindeki bir ayette şöyle buyurdu, mealen;
– “Allah’a yakîn olarak inanabilmeniz için, yeryüzünde ve kendi nefislerinizde nice âyetlerler vardır. Bunları görmüyor musunuz?”
(Zariyat S. 20 -21)
Allahu Tealanın varlığını gözleriyle göklerde arayıp sonrada O’nu göremeyince Allah’ı inkar eden bir kimsenin durumu ne kadar esef vericidir. Allahu Tealanın varlığını bu alemde ve bu hayatta görmek imkansızdır. Allah, zatını sıfatları ile, sıfatlarını isimleri ile, isimlerini ise  yarattığı mahlukları ile gizlemiştir. O’nu herhangi bir yaratığı görür gibi görmeye çalışmak ise, beyhude boşunadır. Çünkü O Allah, yaratılmışların hiç birine benzemez ki görülmesi de onları görmek gibi olsun. O’nu ancak müminler cennette nasılsız görebilecektir.
Allahu Teala “kendinizde nice ayetler var” derken, kudretinin ve ilminin büyüklüğünü gösteren nice işaretlere bakmamız isteniliyor. Bu ayetlerden bir kaçını belirtelim:
Canlılardan bir erkek veya bir dişinin var oluş aşamalarını düşünelim. Kuş, kertenkele , insan , veya bir devenin dünyaya gelmesi için bir anaya bir babaya ihtiyacı olması aklın gereğidir. Şimdi kendi kendimize bazı sorular soralım:
1- Dünyaya gelecek olan bir deve yavrusu, neslinin devam etmesi için üreme organlarına gereksinim olacağını anne rahminde iken düşünüp kendi kendisine bu organları oluşturduğu düşünülebilir mi?
2- Anne rahminde plasentadan (eşden) gıdalanan yavru, dünya denilen yere geldiğinde yürümek için ayaklara, tutmak için ellere ve kollara, yemeği çiğnemek için ağız ve dişlere, yutmak için boğaza, onları eritmek için mideye, görmek ihtiyacı için göze, işitmek için kulaklara gereksinim olacağını rahimdeki yavru mu, yoksa bir şeyden habersiz ana babası mı akıl edip oluşturdu?
İşte bunları ve bunun gibileri görmek kendimizdeki ayetleri görmemizdir.

-” Ben cinleri ve insanları ancak Beni tanıyıp Bana ibadet etsinler diye yarattım.” Zariyat-56
-” Biz göğü kudretimizle bina ettik. Hiç şüphesiz biz onu genişletmekteyiz.” (Zariyat-47)
-” Biz herşeyden iki çift yarattık. Umulur ki, iyice düşünürsünüz.”  (Zariyat-49)

Hadisi şerifte ma’rifet hakkında şöyle buyuruldu:
– “Ebu Bekr’in sizlere olan üstünlüğü, onun namazının , zekatının , veya sair ibadetlerinin sizlerden daha çok olmasından değildir. Bilakis, kalbindeki Allah bilgisinin sizlerden daha fazla olmasındandır.”
    Allahu Tealayı tanıyıp bilmek ve O’na iman etmek her insana farzdır. İnsanın kendisini ve alemleri var edeni tanıyabilmesi için kendisini ve alemi tanıması gerekmektedir. Hadisi şerifte;” Men arafe nefsehû fekad arafe Rabbeh.” mealen; “Kim kendini tanırsa, o kimse Rabbini tanır.” diye buyurulmaktadır. İnsan gaybe iman etmekle mükelleftir. Allahu Tealanın cemâlini bu dünyada görmek mümkün değildir. Allah’ın zatını ve sıfatlarını doğru tanıyabilmek, şeriatin bildirdiği sıfatlar ve isimler kapsamında mümkündür. Bu hususta yakîn bilgi elde etmek ise, ma’rifetullah’ın çokluğu ile mümkündür. Bu bilgiler üç aşamadır.

Birincisi; her müslümanın zaruri olarak bilmesi farz olan Yüce Allah’ın Zatî ve Subutî sıfatlarını öğrenip inanmasıdır. Bu bilgileri öğrenip inanmakta alim ve avam herkes eşittir.

İkincisi; Şeriatin bildirdiği Allah’ın güzel isimlerinin manalarını bilip itikat etmektir. Bu ilimler ise, alimlerin okuyup öğrenmeleri ile elde edilen türdendir.

Ma’rifet(Allah’ı tanıyış) ilminin üçüncüsü: Her insanın tefekkür veya zikirle Allah’a imanda yakîn dercesini elde etmesidir.

A-Tefekkürle yakin elde etmek yolu: Evren ve insanın kendisi hakkında bilgi elde etmek yoludur. Bunların her birisinin Allah’ın isimlerinden bir isimin tecellisi ile yaratılmakta olduğunu bilip tefekkür etmekle, kalb cilalanır. Kalb aynasının masivadan temizlenmesi durumunda, melekut alemi ile münasebeti artarak nurlanır ve yakin ışığı elde edilerek iman taklitten kurtularak yakinî iman elde edilir.

B-Zikirle yakin elde etmek yolu: Allah’ın isimlerinden birisi zikir edilerek, kalbin masivadan temizlenip nurlanması ve  gönül gözünün melekut alemini görmeye kabiliyet kazanmasıdır. Bu duruma gelen kalb, yakin ışığını elde ederek taklidten kurtulup tahkike erer. Yakin iman demek, Allahu Tealanın zatının, sıfatlarının ve isimlerinin hakikatini bilmek ve görmek anlamına gelmez. Yakin bilgileri ve basiret gözü ile görülenler O’nun zat, isim ve sıfatlarının nurlarının tecellileridir..
Büyük alim ve velî, İmam-ı Rabbani (kaddesallahu sirrahul akdes) hazretleri, bu dünya hayatında ancak O’nun isim, sıfat ve yüce zâtının nurlarını kalb gözü ile müşahede edebilmenin mümkün olabileceğini ifade etmektedir. Allahu tealanın varlığına inanmak farzdır ama, “Nasıldır ?”diye düşünmek haramdır. Zira, O’nun Yüce Zâtını ve sıfatlarını akıl kavrayıp anlamaktan yana acizdir.
İmam-ı Rabbani (k.s.)hazretleri, bir tasavvuf yolcusu salikin çalışması sebebi ile, İslamiyetin öte alemlere ait verdiği bilgilere ve Allahu Tealanın isim, sıfat ve zatının nurlarına  kalb gözü ile müşahede ve idrakten sonra emmare-i nefsin islamla şereflenerek imanın hakikatına kavuşacağını bildirmektedir. Buna rağmen Allahu Teala kullarına merhamet ederek, sadece kalbin tasdikini iman etmek için kabul etmiş ve nefsin mutmeinne olmasını şart kılmamıştır. Bu da, Yüce Allah’ın mü’min kullarına çok büyük bir rahmeti ve lütfudur.
Peygamber (sallâllâhu aleyhi ve sellem) Efendimizin:
-“Allâh’ın yarattıkları üzerinde tefekkür edin, Zâtı üzerinde düşünmeyin. Zîrâ siz O’nun kadrini (O’na lâyık bir sûrette) aslâ takdîr edemezsiniz…” hadisi şerifleri, Allâhu Tealâ’nın Zâtî hakikatını kavramanın mümkün olmadığını ifâde buyurmaktadır.      (Deylemî, Müsned, II, 56; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 81)

    Bu hususta Şah-ı Nakşibendi hazretleri şöyle ifade ederler:
-” Allahu tealanın varlığı hakkında aklınıza ve hayalinize her ne geliyorsa o, mahluktur.”
İmam-ı Rabbani (kuddise sirruh) hazretlerinin,  1.c.266. Mektubunda bu hususta şu ifadeleri yer alır:
-“Allahü Teâlâ, kendi Zâtı ile vardır. Ondan başka herşey, Onun var etmesi ile, var olmuşdur. Kendisi ve sıfatları ve işleri yegânedir, birdir. (Ya’nî, hiçbirşey, hiçbir bakımdan, Allahü teâlâya benzemez.) Varlıkda, şerîki, ortağı olmadığı gibi, hiçbir bakımdan benzeri yokdur. Benzerlik yalnız ismde ve kelimelerdedir. Onun sıfatları da, işleri de, kendi gibi, akl ile anlaşılmaz ve anlatılamaz ve insanların sıfatlarına, işlerine, hiç benzemez ve uymaz.
    Allahü teâlâ bilicidir. Bu sıfatı da, kendi gibi kadîmdir. Ya’nî sonradan olma değildir. Hep vardı ve basîttir, (ya’nî bir hâldedir. Hiç değişmez, bölünmez ve çoğalmaz). Bildiği şeyler değişmekde, her değişmeyi bilmekdedir. Fekat, ilminde ve ilminin bu şeylere bağlanmasında, bir değişiklik olmaz. (Geçmişdeki sonsuzdan gelecekdeki sonsuza kadar, ya’nî ezelden ebede kadar herşeyi, her değişmeği, yalnız bir biliş ile bilmekdedir. Ya’nî, bu sonsuz zemânlarda olan herşeyi), birbirine benzeyen ve benzemiyen hâlleri ile, hem büyüklerini, hem de ufak zerrelerini, herbirini kendi zemânında olarak bir anda bilmekdedir. Meselâ, bir kimsenin hem varlığını, hem yokluğunu, hem doğmadan evvelki hâllerini, çocukluğunu, gençliğini, ihtiyârlığını, diri olmasını ve ölü olmasını, ayakda, oturmakda, dayanmakda, yatmakda, gülmekde, ağlamakda, neş’e ve lezzetde, derd ve kederde, izzet ve kıymetde, zillet ve aşağılıkda, mezârda, kıyâmetde ve mahşer yerinde ve meselâ Cennetde ni’metler içinde olduğunu, hep bir ânda ve bir hâlde bilmekdedir. Ne ilminde, ne de ilminin bu şeylere bağlanmasında bir değişiklik olmaz. Değişiklik olsa, zemânın da, değişmesi olur. Hâlbuki orada, ezelden ebede kadar, parçalanamıyan bir ân vardır. Dahâ doğrusu, Allahü teâlâ, zemânlı değildir. Öncelik ve sonralık yokdur. İlmi herşeye yetişir dersek, herşeyi bir bilmekle ve ilmin bunlara bir bağlanması ile biliyor. Bu bir bilgi ve bir bağlantı da, aklın eremiyeceği bir bağlanmakdır.
Kelâm sıfatı, ya’nî söylemesi de, bir basît kelimedir ki, ezelden ebede kadar, hep o bir kelâm ile söyleyicidir. Bütün emrler, bütün yasaklar, bütün bildirilen şeyler, bütün süâller, bütün dilekler, hep o bir kelâmdır. Gönderdiği bütün kitâblar ve sahîfeler, hep o bir basît kelâmdandır. Tevrât ondan meydâna gelmiş, Kur’ân-ı kerîm, ondan nâzil olmuş, inmişdir.
Tekvîn sıfatı; ya’nî yaratıcıdır. Bütün yarattıkları, yapdıkları da, bir fi’l, bir yapışdır ki, ilk yarattığından, sonsuza kadar yaratmaları, hep o bir fi’l ile var olmakdadır. (Bir göz kırpacak zemânda herşeyi yapdık) meâlindeki âyet-i kerîme, bunu gösteriyor. Hayât vermesi ve öldürmesi, hep o bir fi’l iledir. Yaratması ve yok etmesi de o fi’ldendir. Fi’linde de çeşidli bağlantılar yokdur. Bir te’alluk ile ilk ve sonradaki herşeyi kendi zemânlarında yaratıyor. Akl, onun işlerini anlıyamıyacağı gibi, fi’lin bağlanmalarına da erememekdedir. Aklın oraya yolu yokdur.
Allahü teâlânın, herşeyi ihâta etdiğine ve herşeye yakın olduğuna ve herşey ile berâber olduğuna inanırız. Fekat, bu ihâta, kurb ve ma’ıyyetin, ne demek olduğunu bilemeyiz. (İlmi ihâta etmişdir, ilmi yakîndir) demek, Kur’ân-ı kerîmin açık olan ma’nâsını çevirmek demekdir. Biz, böyle ma’nâlar vermeği doğru bulmuyoruz.
      Allahü teâlâ, hiçbirşey ile birleşmez. Hiçbirşey de, Onunla birleşmez. Tesavvuf büyüklerinden, ittihâd ma’nâsı anlaşılan sözler çıkmış ise de, onlar, başka şey demek istemişdir. Meselâ, (Fakîrlik temâm olunca, Allahü teâlâdır) sözleri ile, (Herşey yokdur, ancak Allahü teâlâ vardır) demek istiyorlar. Yoksa, o fakîr, Allahü teâlâ ile birleşir, demek istemiyorlar. Bunu demek, kâfirlik, zındıklık olur. Allahü teâlâ, zâlimlerin, kâfirlerin sandığı gibi değildir. Üstâdım buyurmuşdu ki: Hallâc-i Mensûrun, (Ben Hakkım) sözünün ma’nâsı, (Ben yokum, yalnız Allahü teâlâ vardır) demekdir.”
Burada, konuya bir başka cihetten bakılırsa; Tasavvufta, fena(yokluk) hali bir veliyi kapladığı zaman, velinin aklı Allah sevgisi ile örtülür ve Allahu Teala, Tûr-i Sina’da ağacın dili ile Musa’ya nasıl hitab etti ise, aklı İlahi muhabbetle örtülen velinin lisanı ile de “Enel Hakk”(Ben Hakk’ım) demesini bir çok kimse anlayamamış ve Allahu Tealanın, veli kulu Hüeseyin Hallac’ın lisanı ile insanlara;”EnelHak”diye hitab etmesini Hallac’tan bilmişlerdir.
İmam-ı Rabbani hazretleri Mektubat-ı Rabbani 1.c.266. mektubunda bu hususu şöyle izah ederler:
    “Allahü teâlânın zâtında, sıfatlarında ve fi’llerinde değişiklik olmaz. Hareketlerin, işlerin olması ile, herşeyi yaratması ile, Onun zâtında, sıfatlarında ve fi’llerinde değişiklik olmuyor. Vahdet-i vücûd var diyenler, (Tenezzülât-i hams) ya’nî Allahü teâlânın, bu mevcûdâtı var etmesi, beş derecede olmuşdur demeleri, Onda değişiklik yapacak ma’nâda değildir. Bu ma’nâ ile söyliyen kâfir olur, yoldan çıkar. Bu büyükler, Allahü teâlânın sıfatlarının zuhûrunda, meydâna çıkmalarında, beş derecenin aşağıya indiğini söylüyor ki, zâtında ve sıfatlarında ve fi’llerinde bir değişiklik olmuyor.
      Allahü teâlâ, (Ganiyy-i mutlak)dır. Ya’nî, hiçbirşey için, hiçbirşeye muhtâc değildir. Ne kendine, ne sıfatlarına, ne de fi’llerine, hiçbir sûretle hiçbirşey lâzım değildir. Varlıkda muhtâc olmadıkları gibi, zuhûrda, belli olmakda da, ihtiyâcları yokdur. Sôfiyyenin büyüklerinin, (Allahü teâlâ, ismlerini ve sıfatlarını izhâr için, bize muhtâcdır) anlaşılan sözleri, bu fakîre çok ağır geliyor. Yaratılmakla, biz kıymetlendik, şereflendik. Allahü teâlâda birşey artmadı. Böyle şeyler söylemek, çok yersiz ve çirkindir. Ez-zâriyât sûresinin, (Cinnîleri ve insanları, ancak bana ibâdet etmeleri için yarattım) meâlindeki ellialtıncı âyeti gösteriyor ki, cinnîlerin ve insanların yaratılması, Allahü teâlâyı tanımaları içindir ki, bunlar için şeref ve se’âdetdir. Yoksa, Onun birşey kazanması için değildir. Hadîs-i kudsîde, Allahü teâlânın, (Mahlukları, bilinmem  için yaratdım) buyurması, (Onların; Beni tanı(Zeker) şereflenmesi için) demektir. Yoksa, (Tanınayım ve onların tanıması ile kemâl bulayım) demek değildir. Bu ma’nâ, Allahü teâlâya lâyık değildir.
      Allahü teâlâda, noksanlık sıfatları ve mahlûkların hâssa ve alâmetleri yokdur. Madde değildir. Cism değildir. Mekânlı değildir. (Ya’nî, yer kaplayıcı değildir.) Zemânlı değildir. (Bir yerde bulunmadığı gibi, zemânı da yokdur.) Kemâl sıfatları, kusûrsuzluklar yalnız Ondadır. Sekiz kemâl subûti sıfatı vardır. Bu sıfatları, kendinden ayrı olarak vardır. Varlıkları ilmde değildir. (Ya’nî, nazarî ve teorik var denilmiş olmayıp), hâricde ve hakîkatde vardırlar. Kendi var olduğu gibi, bu sıfatları da ayrıca vardır.
      Müslimânlardan, sıfatları inkâr eden Mu’tezile fırkası ile kâfirlerden eski felsefeciler de, sıfatları nazarî olarak kendinden ayrı ise de, hâricde yalnız kendi vardır diyorlar. (Ya’nî, sıfatların nazarî olarak), kendinden ayrı olduğunu inkâr etmiyorlar. Meselâ, ilm sıfatının ma’nâsı, zâtın ma’nâsının aynıdır demiyorlar. Yâhud, kudret ve irâdet sıfatlarının ma’nâları, birbirinin aynıdır demiyorlar. Fekat, hâricdeki varlıkları, aynıdır diyorlar. O hâlde, sıfatları inkârdan kurtulmak için, hâricde ayrı ayrı var olduklarına inanmak lâzımdır. Nazarî olarak ayrı bilmek fâide vermez.
      Allahü teâlâ, (Kadîm)dir. (Ya’nî, varlığının başlangıcı yokdur. Varlığından önce, yok değil idi, hep var idi.) (Ezelî)dir. (Ya’nî, hiçbir ân yok değil idi.) Ondan başka, hiçbir varlık kadîm, ezelî değildir. Din sâhibleri, kitâb sâhibleri, hep böyle îmân etmişdir ve Allahü teâlâdan başkasını kadîm, ezelî bilenlere, kâfir demişlerdir. Çünki öyle yanlış inananlar, bunlar aklın, rûhun ve (maddenin ilk hâli dedikleri) heyûlânın kadîm olduğuna inanmış ve göklerin içindekilerle berâber, kadîm olduklarını söylemişlerdir.” 
                                                                                                                                                                (Mektubat-ı İmam-ı Rabbani 1.c.266 mktb.)

      Allah’ın Rasulü(s.a.v.): “Ölmeden önce, ölüm ötesinin sırrına erişiniz”hadisi şerifini İmam-ı Gazali, Kimya’nın 1.c.116. shf.de bu hadis-i şerifi şöyle izah ediyor:
-“Bir kimse, tasavvuf yolunun başlangıcında, kötü duygularından arınır ve uzaklaşırsa, ahiret hallerini zevkle müşahede etmeye başlar. Başkalarına ölümden sonra görünen haller, o kimseye ölmeden önce yaşarken gösterilir. Bu halleri gören kimse, şehadet alemine(görünen alem) dönünce, gördüklerini başkalarına anlatması caizdir.”
Yine İmam-ı Gazali hazretleri tasvvuf hakkında şöyle diyor:
– ” Tasavvuf; Muhammed aleyhisselamın batınıdır. Kim tasavvufu inkar ederse, o kimse Muhammed aleyhisselamın batınını inkar etmiş olur. ”

Kalb Gözü Ve Rüya Nedir?

Kur’ân-ı Kerîm’in Yûsuf Sûresi 4. 5. 6. ayetlerinde mealen:
“Bir vakit Yusuf babasına: “babacığım, ben rüyada onbir yıldızla güneşi ve ayı gördüm. Gördüm ki, onlar bana secde ediyorlar.” dedi.    (4.ayet)
“Babası: “Yavrum, rüyanı kardeşlerine anlatma, sonra sana tuzak kurarlar; çünkü şeytan, insana belli bir düşmandır.” (5.ayet)
  “İşte böyle. Rabbin seni seçecek, sana olayların yorumuna ait bilgiler öğretecek ve hem sana ve hem de Ya’kub soyuna, bundan önce ataların İbrahim ve İshak’a tamamladığı gibi nimetini tamamlayacaktır. Şüphe yok ki, Rabbin herşeyi bilendir, hikmet sahibidir.” dedi.  (6.ayet)
Kral, “Ben rüyamda yedi semiz ineği, yedi zayıf ineğin yediğini; ayrıca yedi yeşil başak ve yedi de kuru başak görüyorum. Ey ileri gelenler! Eğer rüya yorumluyorsanız, rüyamı bana yorumlayın” dedi.  (Yusuf S. Ayet-43)

Yûsuf dedi ki: “Yedi yıl âdetiniz üzere ekin ekeceksiniz. Yiyeceğiniz az bir miktar hariç, biçtiklerinizi başağında bırakın.” 
      (Yusuf S. Ayet-47)

“Sonra bunun ardından yedi kurak yıl gelecek, saklayacağınız az bir miktar hariç bu yıllar için biriktirdiklerinizi yiyip bitirecek.” 
    (Yusuf S. Ayet-48)

  “Sonra bunun ardından insanların yağmura kavuşacağı bir yıl gelecek. O zaman (bol rızka kavuşup) şıra ve yağ sıkacaklar.”
      (Yusuf S. Ayet-49)
Rüyalar konusunda Buhari ve diğer hadis kitablarında başka başka hadis-i şerifler bulunmaktadır.  Rasulullah(s.a.v.) buyurdularki;:
–  “Zehebetin nübüvvetü ve bakıyyetil mübeşşirât.”(Buhari, Tabir 5 ) Mealen: “Benden sonra peygamberlik kalmaz. Lakin mübeşşirât kalır“diye buyurunca yanındakiler ;
– “Mubeşşirat nedir?”diye sorduklarında Allah’ın Rasulü:
-” Salih rüyadır.”diye buyurdular. Hadis-i Buhari’deki başka bir nakilde ise, İbn Abbas(r.a.)hazretleri, Allah’ın Rasulü’ne (s.a.v.), mübeşşiratı sorduklarında;
-” Müslümanların rüyası peygamberliğin cüzlerinden bir cüzdür.”diye açıklamıştır.
 
Bir Şiir:
    Göz odur ki hakkı göre
    Köre ne gerek, köre?
    Gündüz gören göz ,
Vardır merkepte bile
    Rüya-i Sahiha haktır. Ayet ve hadis-i şeriflerle sabittir. Kim, rüyanın islamda yeri olmadığına itikat ediyorsa, o kimse Kur’an ve Hadis-i şerifleri karşısında bulur.
    Rüya da, keşif de, Allah’ın dilemesiyle, Levh-i Mahfuzdaki görevli bir melek vasıtası ile, rüya görenin veya veli kulun basiret gözüne, misal aynası vesilesiyle yansıtılarak gösterilmektedir.  Rüya gören veya ehl-i keşif sahibi bir kimsenin kalbi havuzun üzerindeki suya benzer. Su ne kadar durgun ise görüntü o kadar nettir.

SORU: Rüya ile amel edilebilir mi ?
CEVAP: Hiç bir kimse dinî konuda, Kur’an ve Rasulullah’ın sünnetleri veya Eshabın İcması ve müctehidlerin ictihatlarına karşın, keşif ve rüya ile amel edemez. İmam-ı Rabbani hazretlerinin de ifade ettikleri gibi;  rüyada ve keşiflerde hatalar oluşabilir. Şeriate uymayan keşfî bilgilerin hiçbir kıymeti yoktur. Keşif ve rüyalar şeriate uygunsa o, Allahu tealadan kuluna bir müjdedir.
Allahın Rasulü(s.a.v.) : “Eğer ki, Adem oğlu alemi melekuttaki zevkleri tatmış olsaydı, dünyadan(kalbi) meşguliyetini keserdi.” diye buyurarak bu ilahi nurların zevkinden haber vermektedir. Bunu tadanlar, bunun şahitleridir.
Kalb gözü, yani gönül gözü, ruhun öte aleme açılan penceresidir. İnsan ruhunun bu beden de, bir bu aleme, bir de öte alemlere açılan penceresi bulunmaktadır. Ruhumuz bu aleme açılan penceresinden, beş duyu ve hayal alemi ve hafızamız yolu ile  iletişimini sağlar. Bunlardan biri çalışmadığında, ruhun o yöndeki iletişimi kesiliverir. Aynı şeyler öte alemler için de geçerlidir. Ruhumuz, Melekût alemini algılayabilmek için bu dünyaya olan bağlılıklarını kalben azaltmadıkça, öte alemleri algılayamaz. Nasıl ki, uyumadan rüya görmemiz mümkün olmuyorsa, gönül gözünün öteleri görüp algılayabilmesi de, kalbin bu aleme ait bağlılıklarını azaltıp kesmesi ile mümkündür.
    Gönül gözünün perdesi, iki türlüdür. Birincisi biraz açlık, biraz yalnız kalmakla kalbin önünden aralanacak olan bir perdedir. Bu perdenin açılmasında görülen alem, çalışıldığı zaman kafir ve mü’mine açılabilen, cahillerin esrar ilmi dedikleri, içinde şeytanların ve cinlerin de yaşadıkları, madde aleminin baş gözü ile görülmeyen kısmıdır. Din istismarcıları, cahil insanları bu tür keramet ve kehanet karışık şeylerle kandırararak onları aldatırlar.
    Kalb gözünün önündeki ikinci perde ise, kalbden manevi pası, Allah’ın zikri ve sevgisi ile silip, melekut aleminin ihtişamlı güzelliği müşahede edilmeye başlandığında, kalb İlahi isimlerin nurları ile doldurulur ve bu vesile ile ma’rifetullah ve muhabbetullaha erilir. Bu ise ancak gerçek mü’minlere nasib olur ki, bu durumda olan bir manevi yolcu, şeriatin üçüncü kısmı olan ihlasa ererek imanın hakikatına ermiş olur. Bu gibi insanların davranışları samimi, imanları taklitten kurtulmuş tahkike ermiştir. Bunlar asla bir kimseyi dünya menfaatleri için sevmezler. Seven varsa, onun ihlası yalandır.

Keşif :
      Soru: Tasavvufla elde edilen zevk ve görüntülerin hayal ürünü olduğunu iddia edenler vardır. Bu doğru mudur?
    “Kedi ulaşamadığı ciğere mundar“dermiş deyimi, bunlar için çok yerindedir.
      Keşif; Rabbul-âlemînin, levhi mahfuzdaki bazı bilgi ve görüntüleri veya bu aleme ait bilgi ve görüntüleri, veli kulunun gönül aynasına yansıtarak ötelerden kulunu haberdar kılmasıdır. Bu keşif esnasında bir çok kerametler ve manevi sırlar belirmektedir. Ehli olan kimse bunları her yerde Allah dilemedikçe söyleyemez. Bu keşfe dair bazı misaller:

Allah’ın Rasulü Eshabı kirama Veda Hutbesi’nde cennetteki Havz-ı Kevseri, o esnada orada gördüğünü oradakilere söylemesi. Bedir’de öldürülen müşriklerin ruhlarına”Şimdi benim söylediklerimin hak olduğunu anladınız mı?”diye hitab ettiğinde, Hazreti Ömer’in; “Ya Rasulullah, onlar leş oldular seni nasıl duyabilirler” dediğinde, Rasulullah’ın; “ya Ömer,  şu anda onlar benim sözlerimi, senden daha iyi duymaktadırlar lakin; cevap veremezler “diye ifade etmesi gibi.
Bu aleme ait keşiflerden bir örnek ise, bir gün, Hazreti Ali Medine’den üç aylık uzak bir mesafede düşmanlarla savaş ederken, bir kâfir arkadan yakalaşıp, Ali(radıyallahu anh) hazretlerine  kılıcını arkadan vurmak istediği esnada,  Peygamber(s.a.v.) Efendimiz :
-”Ya Ali! Arkana bak! ” diyerek Hazreti Ali’yi uyardı. Eshabdan bazıları bu uyarının tarihini yazdılar ve üç ay sonra Medine’ye dönen Hazreti Ali’ye bunu sordular. Hz.Ali:
-” Evet bundan üç ay önce böyle bir olay vukuu buldu. Ben o gün, Rasulullah’ın: ” Ya Ali! Arkana bak!” dediğini duydum ve geriye baktığımda, bir kafir arkamdan bana kılıcını vurmak üzere olduğunu fark ettim ve onu bertaraf ettim.”dedi.
Bunun benzeri bir durum da, Hazreti Ömer’in(r.a.) halifeliği zamanın da oldu. Hazreti Ömer’in İranlılarla savaşan Kumandan Sariye’ye, çok uzak mesafelerden:”Ya Sariyel-cebel”(Ey Sariye Dağa çekil”diye hitab etmeleri meşhur haberlerdendir.  Bu ve bunun benzeri olaylar, Allah’ın kudreti ile yaratılmaktadır.

Manevî Zevk:
Evliyaullah, tasavvuf yolunun bidayetinde dünya kokularına benzemeyen çok güzel kokuların, kalbte ve bedenin her tarafına yayılıp hissedilen ve dayanılamayacak zevklerin hasıl olacağını bildirmişlerdir. (Bunlar bazen saatlerce, hatta ömür boyu sürebilir).
Büyük mutasavvıf Seyyid Abdulhakim Hüseyin hazretleri: “Nefis emmare İlahi isimlerin nurlarından bir nurla karşılaşınca, o İlahi  nurlarların dayanılmaz güzelliği karşısında mutmein olur ve nefis Allah’tan razı olur ve Allah’a aşık olur ve hakiki kul olur. “diye bildirmektedir.
Tasavvuf bazı münkirlerinin tarif ettiği gibi, hayaller alemi değildir. Hazreti Mevlana Celaleddini Rumi’nin; “Eşek rüyasında hiç Hindistanı görebilir mi?” “Hindistanı rüyada görebilmek için fil olmak gerekir. Zira Hindistan, filin anavatanıdır” diye bildirmektedir. Tasavvufta, keşif ve keramet vardır ancak; tasavvufun amacı bu değildir. Tasavvufun amacı ihlası elde edip Allahu telanın rızasına ermektir. Haller ve keşifler amaç değil, araçtır. Bidayette bazı tasavvufi halleri yaşamadan kişi ihlası nasıl yakalayabilir bu mümkün mü?
  Şunu da belirtelim ki; Allahu Tealanın muhabbetine ermenin tadı yanında bu tadlar, tat bile değildir. Hepimize hidayet ve yardım  ve başarı Allahu Tealadandır. 

  V E S İ L E:

  “ يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَابْتَغُواْ إِلَيهِ الْوَسِيلَةَ “

  “Ey îmân edenler! Allâh’tan korkun ve O’na yaklaşmak için vesîle (sebep) arayın ve O’nun yolunda mücadele veriniz ki, kurtuluşa eresiniz.” (Maide Sûresi-35)buyurulmaktadır.
Bu ayeti kerime de inanan bir kulun, Allah’ın rızasının yolunu öğrenip kazanabilmesi için vesile aramasının gerekliliği ifade edilmektedir. Bu vesile, dinimizi bize doğru öğretecek alim ve takva ehl-i alimlerdir.  Böyle bir kimse, ilmi ile amel eden bir rehber öğretmen veya mürşid-i kâmil ve mükemmil bir zatta olabilir.
    Vesile ile Hıristiyanlıktaki ruhbanlığı birbirine karıştıranlar kasıtlı ve art niyetli kimselerdir. Zira, ruhbanlıkta bir kimse papaz olmadan ne Allah’a ibadet edebilir, ne de Allah’tan günahlarının affını isteyebilir. İslam tasavvufunda ise, kul ile Allah arasına kimse giremez ancak kul, bir başka kulun hidayetine ve ıslahına vesile olmaktadır. Dua ettiğinde ise, salih kulları vesile edebilir. Bunu Peygamber efendimiz de  yapmıştır.

ALLAH’I NE KADAR TANIRSA KUL O KADAR İTAAT EDER,
ALLAH’A İTAAT EDENDE HER TÜR GAM VE KEDER BİTER.
İNSANDAKİ DÜNYEVİ GAM VE KEDERİN ÇOKLUĞU
ALLAH’A İTAATSİZLİĞİN NETİCESİDİR BUNCA KEDER


--------------------
Bu çalışmada keşfin bir bilgi kaynağı olarak değeri, bu yolla elde edilen bilginin kıymeti ve ki¬şiye sağladığı faydası üzerinde durulmuştur. Sufilere göre henüz seyru sülukünü tamamlamamış olanların keşfinde değişik sebeplerden dolayı yanılma ihtimali bulunduğundan, elde edilen bilgiler Kitap ve Sünnet’le kontrol edilmelidir. “Sıddıklık”, “mukarreblik” gibi mertebelere ulaşanların keşfi bilgileri ise doğruluk, kesinlik ve yanlışlıktan korunmuşluk açısından vahiy ile eşdeğerdedir. (Elbetteki vahiy değerinde değildir ve onun makamında da değildir. Fakat yapısal özelliklerinde benzerlikler vardır.)

Bu çalışmada ayrıca burhan ve delilin geçerli olduğu alanda keşifle ulaşılan bilgilerin, istidlal yoluyla elde edilen bilgilerden farklı olmayacağı, dini hükümleri doğru anlama bakımından keşfin İçtihadla benzer fonksiyonlar icra ettiği ortaya konmuş, sufılerin açıklamalarına dayanılarak, keşfin kişiye sağladığı yararın iman ve amelde yakin meydana getirmekten ibaret olduğu vurgulanmıştır.

Tasavvuf yoluna girenlerin belli bir mücahede şeklini uyguladıkları bilinmektedir. Bu mücahede sırasında meydana gelen keşf halinin sufiler nazarında ayrı bir önemi vardır. Zira keşf halini yaşayan mürid, özellikle duyu organları ve aklın yetersiz kaldığı metafizik alanda bazı bilgilere ulaşmaktadır. Kaynaklarda muhtelif vesilelerle temas edilen bu hal, henüz değişik boyutlarıyla ele alınıp yeterince değerlendirilmiş değildir. Bu çalışmada, farklı mahiyet ve derecelerde beliren keşfin bir bilgi kaynağı olarak değeri, bu yolla elde edilen bilginin kıymeti ve kişiye sağladığı faydası üzerinde durulacaktır.

Genel olarak manevi perdenin açılmasıyla doğru bilgiye ve gaybe ait konulara vakıf olma anlamında kullanılan keşf, kalbe gelen bilgi anlamındaki ilham ile birlikte “keşf ve ilham” şeklinde kullanıldığı gibi, keşfin en ileri boyutu olan müşahede ile birlikte “keşf ve müşahede” şeklinde de kullanılmaktadır. Zaman zaman keşfi ifade için ilham teriminin de kullanıldığı ve bununla hem keşfin hem de o sırada meydana gelen bilginin birlikte kastedildiği anlaşılmaktadır. Keşfilmükaşefe tek başına zikredildiğinde ise, bunun genellikle müşahede ve ilhamı da içeren bir ıstılah olarak kullanıldığı görülmektedir. 1

Bazı sofilerin bu ıstılahları birbirlerinin yerine kullanmaları sebebiyle, çoğu defa maksatları tam anlaşılamadığından, ilk bakışta, kendi içlerinde çelişkiye düştükleri izlenimi doğsa da, bir bütün halinde ele alındığında görüşlerinde her hangi bir çelişkinin olmadığı fark edilmektedir. İleri gelen sufilerin açıklamaları bir araya getirildiğinde keşf hali ve mertebeleriyle ilgili şunları söylemek mümkündür: Keşf “muhadara”, “mükaşefe” ve “müşahede” olmak üzere üç mertebede meydana gelmektedir.

Kalbin Hakk’ın huzurunda olması anlamına gelen muhadara başlangıç hali olup ilim ehlinin mertebesidir. İlme’l-yakin de denilen bu mertebe tefekkür, istidlal ve kesb ile gerçekleşir.
Muhadaradan sonra mükaşefe haline ulaşılmaktadır. “Kalb” veya “sır” gözünün açılmasıyla gayb aleminin görüldüğü bu mertebede delil, akıl ve duyu organlarına ihtiyaç duyulmaz. Ayne’l-yakin mertebesi de denilen bu mertebe ve sonrası tamamen Allah’ın lütfuyla (vehbi) gerçekleşmektedir.

Mükaşefeden sonra meydana gelen müşahede hali ise açık bir şekilde kalbin veya sırrın Hakk’ı görmesidir. Buna aynı zamanda hakka’l-yakin mertebesi de denir.2
Keşf, tasavvuf ehlinin yanı sıra bazı kelam alimleri, felsefeciler ve Şia’ya göre de güvenilir bilgi kaynaklarından biridir. 3 Öte yandan zahir ehlince kabul edilen “burhan ve delil” (duyu organları, akıl ve istidlal bunun içindedir) sufilerce de bir bilgi kaynağı olarak kabul edilir. Keşfin ilk mertebesi “muhadara”nın tefekkür, keşif ve istidlal ile gerçekleştiğinin belirtilmesi bunu göstermektedir.

Ancak sufiler bu kaynaklara geçerli oldukları alan (fizik-metafizik), ilgilendikleri konu/obje (Allah-masiva), elde edilen bilginin kesinliği ve sahibinde meydana getirdiği yakin/tatmin açısından farklı değerler yüklemişlerdir. Örneğin burhan ve delil metafizik alanda yetersiz görülmüş, daha çok fizik alanda geçerli olabileceği kabul edilmiştir. Metafizik alanda ise esas geçerli kaynak, onlara göre, seyr u sülük sırasında yaşanan keşf halidir. Çünkü seyr u sülük esnasında kalpler bir ayna haline gelmekte ve manevi alemde ilmin ana kaynaklarını görerek oradan yararlanmaktadır. 4

Bu sebeple müridin bir kısım sırlara ve bazı gayb bilgilerine vakıf olması söz konusudur.5 Ancak burada şunu belirtmek gerekir ki, sülük esnasında elde edilen bilginin doğruluk ve kesinlik ölçüsü, yaşanan keşfin derecesine göre farklılık arz edebilmektedir. Örneğin Hücviri (ö.465/1072 ) bu hususta şöyle bir açıklama yapmıştır: “Bir taife ‘marifet ilhamdır’ diyor. (Oysa) bu imkansızdır. Çünkü marifette hakkın da batılın da bir delili vardır. Halbuki doğru-yanlış konusunda ilham ehli için bir delil yoktur… İlham aldığını iddia edenlerin birinin dediği diğerinin dediğini tutmadığına göre, hatta birbiriyle çelişen bilgiler ileri sürdüklerine göre, bunların iddiaları şeriat ile kontrol edilmelidir.

Şeriata aykırı olan bir söz ilham olamaz… İmdi marifet şeriattır, nübüvvettir, hidayettir; ilham (ise böyle) değildir. Ve marifet konusunda ilhamın hükmü her bakımdan batıldır.”6 Hücviri’nin burada, tasavvuftaki genel kullanımı dikkate alındığında “marifet” terimi ile keşfin en ileri boyutu olan müşahede halinde gelen bilgiyi, “ilham” ile de mükaşefe mertebesinde gelen bilgiyi kasdettiği söylenebilir. Nitekim son dönem mutasavvıflarından Ahmed Avni Konuk’ da (ö. 1938), rabbani tecelli olarak tavsif ettiği müşahedede herhangi bir hatanın söz konusu olmadığını, ruhani tecelli olan mükaşefede ise hata olabileceğini belirtmiştir.7 İşte keşfle gelen bilginin, yaşanan mertebeye göre hatalı olma ihtimali bulunduğu için, keşfi bilgiyi öncelikle hata meselesiyle birlikte ele alıp değerlendirmek gerekmektedir.

Keşfi bilgide hata meselesi keşfte hata meselesini tasavvufun önemli şahsiyetlerinden İmam-ı Rabbani (ö, 1034/1624) meşhur eseri Mektubatta değişik boyutlarıyla ele almıştır. Ona göre keşfte yanılmanın bir çok sebebi vardır. Bunlardan birisi, ilham alan kişinin kendi yanlış sezgileri ile ilhamı karıştırarak hepsinin keşf mahsulü olduğunu zannetmesi, bazen de keşf yoluyla ya da rüyada gördüğü gaybe ait şeyleri, göründüğü gibi sanıp zahiri manasına hamlederek yanlış bir hükme varmasıdır. 8 Diğer yandan levh-i mahfuzdaki kazai hükümlerin bir kısmının değişmez (kaza- i mübrem) bir kısmının ise değişebilir (kaza-i muallak) olması da yanılgıya sebep olabilir. Keşf sahibine, mesela, bir kimsenin bir ay sonra öleceğine dair levh-i mahfuzdan bir bilgi zuhur ettiğinde, o, ilk anda bu bilginin hangi kısımdan olduğunu bilemeyebilir.

Bu sebeple keşfine dayanarak verdiği bilgide hata eder. 9 İmam-ı Rabbani ayrıca keşfi bilgiyi şeytanın bulandırmasından söz etmektedir.10 Keşf sahibi bu durumda hatalı bilgileri bağlı olduğu nebinin vahiy ile getirdiği prensiplere; yani şeriatın naslarına bakarak düzeltmelidir. Şeriatın açık hüküm koymadığı yerde ise keşf ile bir şeyin hak ya da batıl olduğuna kesin karar vermek gerçekten çok zordur (müşkildir). Çünkü ilham kat’i değil zannidir. 1 1 Böyle bir durumda hata eden sufi, içtihadında hata eden müçtehid gibi sayılır. Eğer bu kimseler sülüklerini tamamlayamaz ve o halde kalırlarsa, umulur ki Allah onları sorumlu tutmaz. Bu şekilde yolun yarısında olan sufiler için en uygun olanı, yolun sonuna ve hakikatına erinceye kadar, keşf ve ilhamını din alimlerinin görüşlerine göre düzeltip, onlara uymasıdır. Çünkü alimlerin delil ve dayanakları, vahiy ile kesin ilme kavuşmuş olan peygamberlerdir… Kitap ve Sünnet’in gerektirdiği şekilde inanmak nasıl gerekli ise, bu iki kaynaktan müçtehid imamların çıkarıp ortaya koydukları hükümlerle de amel etmek aynı şekilde gereklidir.12 İmam-ı Rabbani yanılmanın bir başka sebebi olarak, sülük esnasında müridin manevi sarhoşluk (sekr) içinde bulunmasını zikreder. Ona göre ancak sülukünü tamamlayıp sıddikiyet makamına ulaşanlar bu halden kurtulur. Sıddikiyet makamının altındaki her makamda sekir halinden bir miktar vardır. 13 Keşfi bilgide böyle yanılma ihtimali olduğundan, bir çok mutasavvıf mü¬ridin ilim sahibi olmasını gerekli görmüştür. Şihabüddin Sühreverdi (ö. Muharrem 632/ Eylül 1234), özellikle ilmi yönü zayıf olan kimselerin kalbinde Hak’tan gelen seslere (havatır) benzeyen fakat O’ndan olmayan mesajların ortaya çıkabileceğini belirtir ve ilimde derinleşmiş kimselerden başkasının bunu farkedemeyeceğini vurgular.’4 Kuşadalı İbrahim Halveti’nin (ö. 1845) ilmi sülukün yarısı sayması da bu sebeple olmalıdır.

İmam Gazzali (ö.505/1111) bu hususta şöyle demiştir; “Nice sufiler var ki, yirmi sene bir hayal üzerinde kalmışlardır. Şayet bu yola girmeden önce ilim sahibi olsalar, o halin hayal olduğunu hemen anlarlar ve kendilerini kolaylıkla kurtarabilirlerdi.”16 Ayrıca Avarifü’l-maarif’te kalbe gelen mesajın (havatır) doğrusunu yanlışından ayırt edememenin ilimde noksanlık vb. sebeplerle birlikte, kişinin yiyip içtiğine haramın karışması da özellikle belirtilmiştir. 17

Sülük merhalelerini geçmekte olan sufinin, karşılaştığı bir takım tehlikelerden korunması ve gönlüne doğan ilhamın şeytani mi yoksa rahmani mi olduğunun tesbiti için, ayrıca bir rehbere ihtiyacı olduğu vurgulanmaktadır. 18 Hatta tasavvuf ehli olmayan İbn Haldun’a göre bile sülük esnasında rehber şeyhe ihtiyaç farz ve zaruret derecesindedir. Zira müridin yaşadığı haller gizli ve sonsuzdur. Bunlardan birisine fesat karışırsa, diğerlerine de bulaşır. Çünkü her hal bir önceki halin üzerine bina kılınmıştır. Hallerdeki fesattan maksat zıtlarının husule gelmesidir. İşte salikin helaki burada meydana gelir. Zira bir kere fesat bulaşırsa, irade dışında olduğu için onun telafisi ve ıslahı artık mümkün olmaz… Eğer salik olgun bir şeyhin denetimi altında bulunursa sülük doğru bir yol takib eder, tehlikelerden emin olur, aldanma endişesi kalmaz. Çünkü şeyh daha önce bu yolda yürümüş, hallerin nereden ve nasıl doğduğunu, engellerin nerede önüne çıktığım görmüştür. 19 O sebeple sufiler Hz. Peygamber için Cebrail’in vahiy emini olduğu gibi, müridler için de şeyhin ilham emini olduğunu söylerler ve vahiyde nasıl Cebrail’in ihaneti olmazsa, ilhamda da şeyhin ihaneti olmaz derler.20

Keşf ve Vahiy

Keşfi bilgide yanılma, öyle anlaşılıyor ki, daha çok seyru sülük esnasında söz konusu olmaktadır. Sülukünü tamamlayıp belli bir mertebeye ulaşanların keşfi bilgisinde ise genellikle hata olmayacağı belirtilmiştir. Zira bu kimselere gelen bilginin doğruluğu, kesinliği ve kaynağı açısından vahiy ile eşdeğerde olduğu kabul edilmektedir. İmam Gazzali meşhur eseri ihya’da, ilham ile meydana gelen ilmin sebebi, mahalli ve ilim olması bakımmdan vahiy ile hiç bir farkı olmadığını, aralarındaki tek farkın vahiyde ilmi getiren meleğin görülmesi olduğunu belirtir. 25 Gazzali’nin bu görüşü daha sonra gelen önemli mutasavvıflar tarafından da benzer ifadelerle tekrarlanmıştır. Örneğin Muhyiddin İbnü’l-Arabi (Ö.638/1240) “Sufilerin kaynağı peygambere vahiy getiren meleğin kaynağı ile aynıdır; onlar zahirde Peygamber’e uymak suretiyle uyguladıkları ahkamı sırda Allah’tan almaktadırlar”22 derken, Azizüddin Nesefi (Ö.681 veya 699/1300) bu hususta şöyle bir açıklama yapmaktadır: Ruhunu saf hale getiren insanın gönlüne melekler bir şeyler atarlar. Bu uyanıklık halinde olursa ilham, uykuda olursa doğru ruya adını alır. Eğer melekler gökten yere inip, bir şekle bürünerek Peygamber’e görünürler ve Allah’ın sözünü ona iletirlerse bu da vahiy adını alır. 23 İmam-ı Rabbani de seyru sülukünü tamamlayıp sıddiklik makamına ulaşanlara gelen bilgi ile peygambere gelen vahyi aynı görür ve aralarında birinin vahiy diğerinin ilham ile elde edilmesinin dışında bir fark olmadığını belirtir. Sufilerin çoğu (yukarıda işaret edilen mertebelerde gelen) bilgiyi, doğruluğu ve kesinliği açısından vahiy ile eşdeğerde gördükleri gibi, aynı zamanda bu bilginin şeytan ve nefsin müdahalesinden korunmuş olması bakımından da vahiy ile aynı olduğunu kabul etmektedirler. ( Burada keşif ile gelen kesin bilginin vahyedilen ile zıt olamayacağı unutulmamalıdır.) Onlara göre nübüvvet makamı nasıl şeytanın vesvesesinden korunmuş ise, mükaleme ve mühadese mahallinde bulunan (ilham alan) kimse de şeytanın fitne ve vesvesesinden korunmuştur. Böyle bir kimsenin kalbine şeytan hiç bir yönden giremez. Eğer bir teşebbüsü olursa, o kimse bunu hemen fark eder.25

Keşf ve İctihad

Tasavvuf ehli doğruluk, kesinlik ve korunmuşluk açısından vahiy ile eş¬ değerde gördüğü keşfi bilginin, dini nasları yorumlama ve bunlardan hüküm çıkarma noktasında önemli fonksiyonlar icra ettiğini belirtmektedirler. O sebeple, şeriatı en iyi sufiler bilebilir demişlerdir. 26 Zira onlara göre Kur’an’ın işaretlerini, sadece sırrını masivadan (ekvan) temizleyenler anlar.27 Nitekim bu yolla sufiler Hz. Allah’ın, Resulullah’ın (a.s.) ve velilerin sözlerinin hakikatini levh-i mahfuzdan görüp okumaktadırlar. 28 Hatta Allah onların gönlüne, emirlerini daha iyi anlamaları için hitabından neyi kastettiğini açıp vermektedir.29 Zaten tasavvuf yoluna girip yol almanın gayelerinden birisi, kısa ve kapalı (mücmel) bilginin geniş ve açık hale gelmesidir.30 Yukarıdaki ifadeler gösteriyor ki, sufiler keşf yoluyla Kitap ve Sünnet’in özellikle muğlak meselelerinde Allah’ın ve Resul’ünün muradını bilme imkanına sahip olmaktadırlar. Bunun anlamı şudur: Keşf ile şeriatta yeni bir şey ortaya konmuyor, ancak açık olmayan hükümler anlaşılır hale getirilebiliyor. Bu durumda keşf ile ictihad, nasların anlaşılması konusunda benzer fonksiyonlar icra ediyor demektir. Dolayısıyla fıkıhta belirlenen, “İctihad müsbit değil muzhirdir” (İctihad dinde yeni bir hüküm getirmez, sadece mevcut olanın daha iyi anlaşılmasını sağlar) prensibi tasavvufta keşf için geçerli görülmektedir. Ancak tasavvuf ehli nazarında belli bir mertebeye ulaştıktan sonra gelen keşfi bilginin içtihada göre bir üstünlüğü vardır ki, o da ictihadda hata söz konusu iken keşfte böyle bir ihtimalin bulunmamasıdır. O yüzden İbnü’l-Arabi, fakihlerin ortaya koyduğu bir hükmün yanlış ya da doğru olduğunu Allah dostları keşf yoluyla bilirler 31 demiştir. Ancak ona göre sufiler yanlış olduğunu bildikleri hususlarda fakihlere müdahale etmezler. Kendileri ise doğru bildikleri şekilde amel etmek zorundadırlar. Zira bu durumda onlar, ictihad eden müctehid gibidirler. Müctehid ictihadının hilafına nasıl amel edemezse, sufi de keşfinin hilafına amel edemez.32

Esasen tasavvuf ehli değişik açılardan vahiy ile eşdeğerde gördüğü keşfi bilginin( vahyin makamını her zaman en üstün görmek şartı ile ve vahiyle eşit gibi görmemek kaydı ile ), burhan ve delilin geçerli olduğu alanda istidlali olarak elde edilen bilgilerle de çelişmeyeceğini ileri sürmüşlerdir. İmam Gazzali ilhami bilgi ile, çalışarak kazanılan (kesbi) bilginin mahiyeti, yeri ve sebebi bakımından birbirinden farkı olamayacağını, aralarındaki tek farkın, ilhami bilginin aradaki perdenin açılması sonucu elde edilmesi olduğunu belirtmektedir.33 Bunu şöyle bir misalle anlatmıştır: Bir hükümdarın huzurunda Çinliler ile Romalılar nakış san’atında birbirlerine üstünlük taslarlar. Bunun üzerine hükümdar, “Herkes san’atını göstersin, kimin daha üstün olduğunu anlarız” diyerek sanatkarlardan hünerlerini göstermelerini ister. Tarafların yaptıklarını mukayese etmek kolay olsun diye, bir odanın karşılıklı iki duvarından biri Çinliler’e, diğeri de Romalılar’a tahsis edilir. Birbirlerinin yaptıklarını görmemeleri için de araya bir perde çekilir. Romalılar çeşitli boyalarla çalışarak süslü işlemeler meydana getirirken Çinliler sürekli cila ile duvarı parlatmaya çalışırlar. Nihayet Romalılar biz işimizi bitirdik deyince, Çinliler biz de bitirdik deyip kenara çekilir. Hükümdarın Çinliler’e “Nasıl olur, siz bir şey yapmadınız ki ” şeklindeki mukabelesine onlar, aradaki perdeyi kaldırın o zaman görürsünüz, diye cevap verirler. Perde kaldırıldıktan soma hükümdar, önce Romalılar’ın ince san’atını hayranlıkla seyreder ve şaşkınlık içinde kalır. Ardından diğer duvara dönünce şaşkınlığı daha da artar. Zira Romalılar’ın bütün yaptıkları, cila ile ayna haline gelen Çinliler’in duvarına aksetmiştir. Üstelik burada daha güzel görünmektedir.

İmam Sühreverdi de “ilm-i verase” diye tabir ettiği mutasavvıfların bilgisinin, ulemanın çalışarak elde ettiği bilgilerle (ilm-i dirase) mukayesesini, Gazzali’ye benzer bir şekilde yapmakta ve bunun için “süt istiaresi”ni kullanmaktadır. Ona göre ilm-i dirase süt ise, ilm-i-verase sütten elde edilmiş tereyağı gibidir. 35 Şah-ı Nakşibend’in, “Delille elde edilen bilgi, tasavvuf yolunda ilerleyen kimse tarafından bizzat görülür hale gelir” 36 şeklindeki sözü de aynı şeyin ifadesidir. İmam-ı Rabbani ise bu husustaki görüşünü şu şekilde dile getirmiştir: Seyru sülük mertebeleri bitip, vilayet derecelerinin en sonunda vusul elde edilince sofilerin iman ve itikadlarıyla, alimlerin itikadları arasında hiçbir fark kalmaz. Şu farkla ki, bu itikad sufiler için keşf ve ilham yoluyla meydana gelirken, alimler için nakil ve istidlal yoluyla meydana gelmektedir.37 (Yani aynı gerçek ortaya çıkar fakat o gerçeğe imanın kuvveti bakımından fark vardır.) Tabii burada sözü edilen istidlali bilgi, sarih akıl ve sahih nakil ile elde edilen doğru bilgi ve buna bağlı olarak meydana gelen sağlam itikadlardır. Yoksa yanlış ictihad ve yanlış itikadın keşfle te’yid edilmesi gibi bir şey söz konusu değildir. İbni Arabi, kanaatimce bu hususa işaret etmek için, keşfin verileriyle şeriatın verilerinin aynı olacağım kabul ettiği halde,38 keşfi bilginin burhan ve delille ortaya konulan bazı bilgilerden farklı olabileceğini, fukahanın ictihadla elde ettiği bir kısım hatalı bilgilerin keşfle ortaya çıkacağını belirtmektedir.39

Keşf ve Gayb Bilgisi

Duyu organları ve aklın yetersiz kaldığı metafizik alanda tasavvuf ehline göre esas geçerli bilgi kaynağının keşf olduğu daha önce kaydedilmişti. İşte bu hali yaşayan ariflerin bazı gayb bilgilerine ve henüz zuhura gelmemiş kader hükümlerine vakıf olabildikleri belirtilmektedir. Hz. Peygamber tarafından “muhaddeslerden” olduğu bildirilen Hz. Ömer’in de, İbn Abbas’ın dediğine göre ince bir perde arkasından “kaza”ya baktığı nakledilmektedir.41 Keşf halinde sufiler geleceğe ait konulara acaba nasıl muttali olabilmektedirler? Bu hususu XIII. asrın önemli mutasavvıflarından Azizüddin Nesefi şöyle açıklamıştır: Gayb aleminde bir takım melekler bulunmaktadır. Bu alemde zaman ve zaman ötesi olmadığı için geçmişte olmuş olan, şimdi var olan ve gelecekte meydana gelecek olan her şey hazır durumdadır. Meleklerin bu aleme vakıf olması, gaybe değil hazır olana vakıf olması demektir. Gönül aynasını parlatmayı başaran kimselerin ruhlarıyla oradaki melekler arasında bir münasebet meydana geldiğinde, bu temiz ruhlar ile melekler karşı karşıya duran iki saf ayna gibi olurlar. Melekler bilince, o bilgiler bu kimselerin gönül aynasına da akseder.42 Ancak burada çok önemli bir noktanın akıldan çıkarılmaması gerekir, sufilerin ulaştıkları keşfi bilgiler duyu organlarıyla ve onların verilerini kullanan akılla elde edilmediği için, onlardan bir kısmının ifadesi imkansız gibidir. Nitekim bazı mutasavvıflar bu bilgilerin açıklanamayacağını, ancak vasıtasız tecrübeyle bilinebileceğini söylemiştir. Bir köre kırmızının ne demek olduğu açıklanamayacağı gibi, o bilgiler de izah edilemez. Bu durumda sufi onu muğlak ve şaşırtıcı mecazlar ile ifade etmeye çalışır. 43 Hatta İmam-ı Rabbani kendisine gelen bazı bilgileri remz ve işaretle dahi anlatamayacağını, bunların nübüvvet kandilinden iktibas edildiğini ve Ebu Hüreyre’nin “Şayet açıklarsam şu boğaz kesilir” 44 diye ifadeye koyduğu türden bilgiler olduğunu belirtmiştir. 45

Sufiler bir takım gayb bilgilerinin yanı sıra Allah’ı gerçek manada bilme (marifet-i ilahi) ve O’na inanmanın da ancak keşf yoluyla gerçekleşeceğini ileri sürmüş ve bu hususta aklın yetersizliği üzerinde durmuştur. Sahih burhanla ulaşılan ilmin Allah’ın varlığı ve birliği hakkında şüpheleri giderebileceği ve şirk koşanları ikna edebileceği kabul edilse de; Allah’ın bilgisine (marifet) keşften başka bir yolla ulaşılamayacağı vurgulanmaktadır 46 ”. Onlara göre Allah'(ı bilmek) için akıl sahibi nasıl delile muhtaç ise, akıl da bu konuda delile muhtaçtır. Çünkü akıl mahluktur; yaratılmış şey yalnız yaratılmış olanlar hakkında delil olabilir. 47 Ayrıca akıllar mizaçlara tabidir. Herkesin mizacı farklı farklı olduğu için, aklın verileri de farklı olur ve birbirini tutmaz.48 Ebu Hüseyin Nuri (Ö.295/907) “Allah’ın varlığına delilin nedir?” diye soranlara, “Allah’tır” diye cevap vermiş. “Aklın bu husustaki rolü nedir?” diye sorulunca da “Akıl acizdir, o ancak kendisi gibi bir acize delalet edebilir” demiştir. 49 Ben Mevla’mı deliller ile biliyorum diyen Sehl b. Abdullah’a (Ö.273 veya 283/896) sufinin biri şu şekilde tepki göstermiştir: “Yazık sana! Rabb’ini deliller ile bilen şiddetler denizinde boğulur… Ben Mevla’mı Mevlam ile bilirim… Hiç kimse O’nu akıl ve re’y yoluyla bilemez. “50 O sebeple Bayezid-i Bistami (Ö.234/848 [?]) “Ya Rab! Bana kendini kendin anlat, çünkü sen anlatmadan ben seni anlamıyorum” diye dua etmiştir. 51 İmam Gazzali, avamın taklid ile benimsedikleri imanı ilk mertebe, kelamcıların istidlal tarikini de kullanarak benimsedikleri imanı avamın derecesine yakın olmakla birlikte ikinci mertebe, ariflerin yakin nuruyla müşahede sonucu ulaştıkları imanı ise en ileri mertebe olarak görmektedir. 52 Bunu ifade için bazı sufiler “Allah’a inanmak O’nun uluhiyetini müşahede etmektir” demişlerdir. 53 Allah’ın varlığını ve birliğini tasdik sadedinde söylenen şehadet kelimesine “Eşhedü” ile başlanması da bu hususa işaret etmektedir. Nitekim İmam Kuşeyri (ö.465/1072) yolun başında olan kimselerin, Allah’ın varlığını ve birliğini deliller ile bileceğini, ancak mükaşefe haline geldiğinde gayb alemi ile arasındaki perdelerin kalkmış olması ve Allah’ın sıfatlarıyla ünsiyet halinde bulunması sebebiyle delil üzerinde düşünmeye ihtiyacı kalmayacağını belirtmiş, müşahede haline ulaştığında ise bizzat Hakk’ın zuhur edeceğini açıkça dile getirmiştir. 54

Keşf ve Yakin

Belli bir mertebeye ulaştıktan sonra elde edilen keşfi bilgi sufilerce muhtelif açılardan vahiyle eşdeğerde görülse bile, bu bilginin açıklanma zorunluluğunun bulunmaması ya da çoğu zaman açıklanabilir türden olmaması veya kolayca ifade kalıplarına dökülememesi sebebiyle, bağlayıcılık noktasından keşf sahibinin dışında bir başka kimseyi ilgilendirmediği, dolayısıyla sübjektif olduğu açıktır.

Ayrıca burhan ve delilin geçerli olduğu alanda keşfi bilginin istidlali bilgilerle aynı olacağının belirtilmesi, bu sahada keşf yoluyla farklı bir bilginin ortaya çıkmayacağını da göstermektedir. Bu durumda keşfi bilginin kişiye ne gibi bir yararı olduğu sorulabilir. Sufilerin açıklamaları dikkate alındığında bu soruya verilecek cevap, “yakin” olacaktır. 55 Zira onlara göre keşf sahibi, vahiy ile bildirilmiş olan ve burhan ve delille ortaya konmuş bulunan dinin hükümlerini, bizzat görür hale gelerek kesin imana; yani yakine ermektedir.56 Nitekim İbrahim (a.s.) Hz. Allah’tan, ölüyü nasıl dirilttiğini kendisine göstermesini talep edince, Hz. Allah “Yoksa inanmadın mı?” diye hitap etmiş, o da “İnandım ancak kalbimin mutmain olması için görmek istedim” diye cevap vermişti (Bakara, 260). Buna sufiler, iman ile “ıyan”ın birleşmesi demektedirler.57 Bu hale eren kimse, dil ile ikrar, kalb ile tasdik, ruh ile yakin 58 derecesine ulaşmış demektir. İmam Gazzali’nin yakin nuruyla müşahede sonucu ariflerin ulaştıkları imanı en ileri mertebe olarak görmesi, 59 perdenin kalkmasıyla hakikatin açık bir şekilde görünmesi diye tarif ettiği mükaşefe ilmini, bütün ilimlerin gayesi olarak takdim etmesi ve bunun, kalb aynasını kötü sıfatlardan temizleyerek orada bir nurun zuhur etmesini sağlayan sıddik ve mukarreblerin ilmi olduğunu belirtmesi 60 bu sebeple olmalıdır.

Ayrıca yakin derecesinde imana eren kişinin, şer’i emirleri yerine getirmekte zorlanmayacağı belirtilmiştir. 61 İmam-ı Rabbani bunu şöyle dile getirir: Sufiyye yoluna girmekten maksat şer’an itikad edilmesi gereken şeylerin hak olduğuna yakini artırmak… Ve şer’i emirlerin edası hususunda kolaylık sağ¬lamaktır. 62

Netice

Tasavvuf ehli keşfi doğru ve kesin bilgiye ulaşmada güvenilir bir kaynak olarak kabul etmiştir. Ancak seyr u sülük esnasında meydana gelen keşfi bilgide değişik sebeplerden dolayı yanılma ihtimali bulunduğundan, bu bilgiler Kitap ve Sünnet’le kontrol edilmelidir.

Seyr u sülük tamamlandıktan sonra belli bir mertebeye ulaşanların elde ettikleri keşfi bilgi ise doğruluk, kesinlik ve korunmuşluk açısından vahiy ile eşdeğerdedir.
Aklın ve duyu organlarmın yetersiz kaldığı metafizik alanda keşfle bir takım gayb bilgilerine ve kader hükümlerine vakıf olunabilmekte, ayrıca bizzat Allah hakkında müşahede ile bilgi elde edilebilmektedir.

Öte yandan burhan ve delilin geçerli olduğu alanda keşfle ulaşılan bilgiler, istidlal yoluyla elde edilen bilgilerle çelişmezler.

Naslardan hüküm çıkarma ve dini hükümleri doğru anlama bakımından keşf ictihadla aynı fonksiyonları icra etmekte, hatta hatalı ictihadların tesbit edilmesine yardımcı olmaktadır.
Bununla birlikte keşfi bilgiler sübjektif olup keşf sahibinin dışındaki kimseleri bağlamaz. O sebeple daha çok bu hali yaşayanlar açısından önem arzeden keşfin kişiye sağladığı yarar, iman ve amelde yakin/tatmin meydana getirmesinden ibarettir.

---------------

Hangi ibadetleri yaparsak, Allah bize keramet verir? Keramet hangi durumlarda hangi Müslümanlara verilmektedir?

Keramet için ibadet yapılmaz. Keramet için yapılan ibadetin Allah katında bir kıymeti de yoktur.

İnsan ne kadar çok ibadet yaparsa yapsın, keramet sahibi olmayabilir. Keramet, bir insanın manen büyük mü küçük mü olduğunun ölçüsü değildir.

Sahabelere hiç kimse yetişemediği halde, sahabelerin bir çoğunun bildiğimiz anlamda bir kerameti yoktu.

Allah dilerse, hikmeti gerekli görürse bazı sevdiği kullarına keramet verebilir.

Keramet Allah'ın bir ikramıdır. İnsanın kendi kazandığı bir şey değildir.


--------------Dipnotlar -----------------


1 “Feth”, “basiret” ve “muayene” de keşfe yakın manalar ifade eden terimlerdir. Ayrıca ilk dönemde bazı sufilerin “firaset” tabirine de keşf anlamı verdikleri görülmektedir (Mesela bk. Abdülkerim Kuşeyri, er-Risa- letü’l-kuşeyriyye [thk. AbdÜlhalim Mahmud-Mahmud b. eş-Şerifi, Kahire, ts., II, 481).
2 Bk. Ebu Bekir Muhammed Kefabazi, et~Taarrufli mezhebi ehli’nasavvufinşT. Mahmud Emin Nevavi), Kahire 1980, s. 105, 129-130; Kuşeyri, er-Risale, 1,223,245-246; Hücviri Ali b. Osman CÜllabi, Keşfü’l-mahcub (haz. Süleyman Uludağ), İstanbul 1982, s. 270,436, 474, 523; Ebu İsmail Abdullah-ı Herevi, Menazİ- lü’s-sairin ile’l-Hakkt’l-mübin. Kahire 1908, s. 43-44; Ebu Hafs Şihabüddin Ömer Sühreverdi, Avarifü’lmearif (İhyau Ulumiddin V. cildi içinde), Kahire 1968, s. 357. 87
3 Bk. Yusuf Şevki Yavuz, “İlham”, DİA, XXII, 98-99.
4 Sühreverdi, Avarif, s. 67.
5 Ebu Abdurrahman Siilemi, Menahicü’l-arifin (Tercümesiyle birlikte nşr. Süleyman Ateş [Tasavvufun Ana İlkeleri Sülemrnİn Risaleleri]), Ankara 1981, s. 16.
6 Hücviri, Keşfü’l-mahcub, s. 403. 88
7 Ahmed Avni Konuk, Tedbirat-t İlahiyye Tercüme ve Şerhi (nşr. Mustafa Tahralı), İstanbul 1992, s. 200.
8 Rabbani Ahmed Serhendi, Mektuhat, Mekke 1316 H, I, Mektup 217.
9 Rabbani, I, Mektup 217.
10 Tasavvuf tarihinde bunun bir çok Örneği vardır. Mesela Sehl b. Abdullah’a (Ö.273 veya 283/896) bir müridi gelerek, her gece Allah’ı baş gözüyle gördüğünü söylemiş, şeytanın bu adamı aldattığını anlayan Sehl “Bir daha görürsen yüzüne tükür” diyerek onu şeytanın tasallutundan kurtarmıştır (Süleyman Uludağ, Tasavvufun Mahiyeti [Şifaü’s-sail “Giriş” yazısı], İstanbul 1984, s. 42). Yine Zeyniyye Tarikatı’nın kurucusu Şeyh Zeynüddin Hafi de (Ö.838/1435) Horasan’da izinsiz halvete giren bir müridinin şeytan tarafından aldatıldığını ve Hızır’dan aldığını zannettiği bilgilerle bir sürü kitap te’lif ederek kendisine getirdiğini anlatmaktadır. Şeyh bu müridini uyarmış ve yazdıklarını imha etmesini söylemiştir (bk, Reşat Öngören, Fatih Devrinde Belli Başlı Tarikatlar ve Zeyniyye [Yüksek Lisans tezi], İstanbul 1990, s. 125).
11 Rabbani, I, Mektup 107.
12 Rabbani, I, Mektup 286; ayrıca bk. I, Mektup 157.) Bazı sufilerin “Tarikat şeriata uymalıdır”, “Şeriat tarafından uygun görülmeyen haller batıldır” gibi sözleri de aynı anlamda söylenmiş sözlerdir. 89
13 Rabbani, I, Mektup 41.
14 Sühreverdi, Avarif, s. 318.
15 Bk. Yaşar Nuri Öztürk, Kuşadalı İbrahim Halveti: Hayatı Düşünceleri Mektupları, İstanbul 1982, s. 93.
16 Ebu Hamid Muhammed Gazzali, İhyau ulamiddin. Kahire 1967, III, 26.
17 Sühreverdi, Avarif, s. 317.
18 Ebu Abdurrahman Sülenıi, Cevamİu adabi’s-sufiyye (Tercümesiyle birlikte nşr. Süleyman Ateş), Ankara 1981, s. 91.
19 Abdurrahman b. Haldun, Şifaü’s-sail li telmbı” l-mesail (nşr. Muhammed B. Tavit et-Tanci), İstanbul 1958, s. 74-76. Tasavvuf yolunda mürid her an yanılma ve sapma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu için sufiler, “Şeyhi olmayan mürid ebediyyen felah bulmaz” demişlerdir. Bayezid-i Bistamı’nin “Üstadı olmayanın imamı şeytandır” ifadesi de (bk. Kuşeyri, er-Risale, II, 735) aynı sebebe dayanmaktadır. Ancak şu da belirtilmelidir ki, sufiler bu sözleri, tasavvuf yoluna giren kimseler için söylemiştir. Nitekim bu ve benzeri sözler umumiyetle “müride nasihat” bölümlerinde geçmektedir. Bunların tasavvufa intisap etmemiş olanlar için söylenmediği açıktır. 90
20 Sühreverdi, Avarif, s. 282.
21 Gazzali, İhya, III, 25.
22 Muhyiddin b. Arabi, Fususü’ l-hikem, (Haz. Ebu’l-ala Afifi), 1946, s. 63; ayrıca bk. a. m!f., el-Fütuhat elMekkiyye, ts. I, 150.
23 Azizüddin Nesefi, Tasavvufla İnsan Mes’elesi; İnsan-ı Kamil (trc. Mehmed Kanar), İstanbul 1990, s. 106, 108, 143, 144.
24 Rabbani, I, Mektup 41. İmam-ı Rabbani vahiy İle ilham hakkında böyle kesin hükme varmakla birlikte, yine de ilham alan kişinin nefis sahibi olduğu gerçeğini göz önünde bulundurarak, kendisinden kaynaklanan bir hatanın olabileceği ihtimalini belirtmektedir. Vahiy hata ve yanlışlıktan korunmuş olan melek vasıtasıyla geldiğinden doğruluğu kesindir. İlhama gelince, her ne kadar onun mahalli pek yüce makam olan kalb ise de, kalbin akıl ve nefisle bir miktar alakası vardır. Nefis, tezkiye suretiyle mutmainne derecesine de çıksa, asla kendi sıfatlarından vazgeçmez. Bunun İçin o alanda hata meydana gelebilir. Binaenaleyh bu mertebede de ilham ile elde edilen bilgi zannidir (Rabbani, I, Mektup 41). 91
25 Sühreverdi, Avarif, s. 316. Ayrıca Hakim Tirmizi’nin (Ö.320/932) bu husustaki görüşleri için bk. Abdülfettah Abdullah Bereke, “Hakim et-Tirmizi”, DM, XV, 197.
26 Ibn Arabi, Fütuhat, I, 151.
27 Ebu Abbas b. Ata, Tefsir, {Nususu sufiyye gayru menşure li Şakikel-Belhi, İbn Ata el-Edmi, el-Nifferi=Trois Oeuvres Inédites de Mystiques Musulmans, Ed. Paul Nwiya), Beyrut 1986, s. 155.
28 Akşemseddin Muhammed b. Hamza, Makamat-ı Evliya {haz. Ali İhsan Yurd-Mustafa Kaçalin, Akşemseddin Hayatı ve Eserleri isimli eserin içinde), İstanbul 1994, s. 340.
29 Ebu Nasr Serrac, el-Luma’ (nşr. Abdülhalim Mahmud-Taha Abdülbaki Sürür), Mısır 1960, s. 37.
30 Şah-ı Naksibend’in bu sözü için bk. Rabbani, I, Mektup 84.
31 Ibn Arabi, Fütuhat, 1, 151.
32 İbn AtıM, Fütuhat. I, 151. 92
33 Gazzali, İhya, III, 25.
34 Gazzali, İhya, III, 28-29.
35 Sühreverdi, Avarif, s, 81.
36 Bk. Rabbani, I, Mektup 84.
37 Rabbani, 1, Mektup 286. 93
38 İbn Arabi, Fütuhat, IV, 19.
39 İbn Arabi Fütuhat, 1,151.
40 Ebu Abdurrahman Sülemi, Mes’eletil dcrecali’s-sadtkfn (Tercümesiyle birlikle nşr. Süleyman Ateş [Tasavvufun Ana İlkeleri Sülemi’nin Risaleleri]), Ankara 1981, s. 148; a.mlf., Menalıicü’l-ariffn, s. 16.
41 Sülemi, Mes’eletü derecati’s-sadıkin, s. 148.
42 Nesefi, İnsan-ı Kamil, s. 106-109.
43 Ebu’l-Ala Afifi, Muhyiddin İbnü’i-ArabTnin Tasavvuf Felsefesi (trc. Mehmet Dağ), Ankara 1975, s. 103.
44 Btıhaıi, İlim, 42.
45 Rabbani, I, Mektup 267. 94
46 İba Arabi, Fütuhat,l, 158.
47 Kelabazi, et-Taarruf, s. 78.
48 Abdülvahhab Şarani, ed-Dürerü’l-menşure fi beyanİ zübedi’I-ulumi’l-meşhure, İstanbul Üniversitesi Ktp., AY. nr. 2382, vr. İla.
49 Kelabazi, et-Taarruf, s. 78; ayrıca bk. Serrac, el-Luma’, s. 63; Ebu Abdurrahman Sülemi, Kitabü’ [-mukaddime fi’t-tasavvuf (Tercümesiyle birlikte nşr. Süleyman Ateş [Tasavvufun Ana ilkeleri Süleminin Risaleleri]), Ankara 1981, s. 103.
50 Sülemi, Kitabü” l-mukaddime fi’t-tasavvuf, s. 104.
51 Bk. Süleyman Uludağ, Bayezid-i Bistami, Ankara 1994, s. 132.
52 Gazzali, İhya, IH, 20.
53 Kelabazi, et-Taarruf s. 100.
54 Kuşeyri, er-Risale, I, 245. 95
55 Mesela bk. Serrac, el-Luma’, s. 101-103; Kelabazi, el-Taarruf, s. 123; Kuşeyri, er-Risale, I, 446,448-449, 451; Herevi, Menazilü’s-sairin, s. 27.
56 Hz. Ebu Bekir’in, “Yakin imanın tamamıdır” dediği nakledilmektedir (bk. Mustafa Fayda, “Ebu Bekir”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi [DİA/, X, 107); Sufilerden Ebu Bekir Verrak’ın benzer sözü için bk. Kuşeyri, er-Risale, I, 450.
57 Bk. Ali b. Hüseyin Vaiz Kaşifi, Reşahat-ı Aynü’l-hayat (Trc. M. Şerif el-Abbasi), İstanbul 1291, s. 128.
58 Sülemi, Kitabii'(-mukaddime fi’t-tasavvuf, s. 103.
59 Gazzali, İhya, III, 20.
60 Gazzali, İhya, I, 32-33.
61 Kişinin amele ancak yakin ile güç yetirebileceği, amelde noksanlığın yakinde eksiklikten ileri geldiği. Lokman Hekim’den naklen kaydedilmektedir (bk. Aziz Mahmud Hüdayi, ilim Amel Seyr u Sülük [haz. Hasan Kamil Yılmaz], İstanbul 1988, s, 25).
62 Rabbani, I, Mektup 59, 217. 96

----------------

Mesela bk. Serrac, el-Luma’, s. 101-103; Kelabazi, et-Taarruf, s. 123; Kuşeyri, er-Risale, I, 446,448-449, 451; Herevi, Menazilü’s-sairin, s. 27.
Hz. Ebu. Bekir’in, “Yakin imanın tamamıdır” dediği nakledilmektedir (bk. Mustafa Fayda, “Ebü Bekir”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi [DİA], X, 107); Sufilerden Ebu Bekir Verrak’ın benzer sözü için bk. Kuşeyi, er-Risale, I, 450.
Bk. Ali b. Hüseyin Vaiz Kaşifi, Reşahat-ı Aynül  hayat (Tre. M. Şerif el-Abbasi), İstanbul 1291, s. 128.
Sülemi, Kitlibü’l-mukaddimefi’t-tasavvuf, s. 103.
Gazzali, İhya, III, 20.
Gazzali, İhya, l, 32-33.
Kişinin ameli ancak yakin ile güç yetirebileceği, amelde noksanlığın yakinde eksiklikten ileri geldiği, Lokman Hekim’den naklen kaydedilmektedir (bk. Aziz Mahmud Hüdayi, İ tim Amel Seyr u Sülük [haz. Hasan Kamil Yılmaz], İstanbul 1988, s .. 25).
İmam-ı Rabbani, I, Mektup 59,217.
Doç. Dr. Reşat ÖNGÖREN’İN BİR BİLGİ KAYNAGI OLARAK TASAVVUFTA KEŞFİN DEGERi YAZISINDAN


----------------Kaynaklar ---------------

TDV İslâm Ansiklopedisi
fikiratlasi
Sorularla İslamiyet
islamdergisi
haznevi
Doç. Dr. Reşat ÖNGÖREN

-------------Etiketler -------------

Kaynak Bilgisi Olarak, Tasavvufda, Keşfen Bilmek, Nedir,Keşf, Keramet,Keşfi bilgi,Keşfi bilgi kaynakmidir,dinde Keşfen bilmek varmidir,tasavvuf bilgisi,tasavufi hayat,evliya,allah dostlari,allah dostlari nasil bilirdi,evliyalar nasil bilirdi,velilerin bilgi kaynagi,kamil bilgisi,kamil insan bilgisi,





Signing of RasitTunca
[Image: attachment.php?aid=107929]
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply


Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)