08-28-2020, 12:56 AM
Mektubati Rabbani 91-92-93-94-95-96-97-98-99-100. Mektuplar
Doksanbirinci Mektup
Bu mektûp, Şeyh Kebîre yazılmışdır.İtikâdı düzeltmek ve sâlih, yarar işler yapmak, mukaddes âleme uçabilmek için iki kanat gibidir. İslâmiyyete yapışmak ve hakîkat hâllerine kavuşmak, hep nefsin tezkiyesi ve kalbin tasfiyesi için olduğu bildirilmekdedir:
Allahü Teâlâ, bizi ve sizi sünnet-i seniyyeye uymakla şereflendirsin alâ sâhibihessalâtü vesselâmü vettehıyye ! Müslümânların birinci vazîfesi, itikâdı düzeltmekdir.
Ehl-i sünnet vel-cemâ at âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak inanmakdır. Çünki, Cehennemden kurtulacağı bildirilmiş olan bir fırka bunlardır. İkinci olarak, lâzım olan şey, fıkh bilgilerini öğrenmek ve herşeyi bu bilgiye göre yapmakdır. İki kanat gibi olan bu i tikâd ve amel elde edildikden sonra, mukaddes âleme uçmalıdır. [(Mukaddes) demek aybdan, çirkin, kötü şeylerden uzak, temiz demekdir.] Fârisî mısra tercemesi:
İş budur, bundan başkası hiçdir!
İslâmiyyetin emrlerini yapmak ve tarîkatin ve hakîkatin hâllerine kavuşmak, hep nefsin tezkiyesi ya nî küfrden temizlenmesi ve kalbin tasfiyesi ya nî günâhlardan temizlenmesi içindir. Nefs temizlenmedikçe ve kalb selâmet bulmadıkça, hakîkî îmân hâsıl olmaz.
Felâketlerden, azâblardan kurtulmak için, hakîkî îmâna kavuşmak lâzımdır. Kalbin selâmeti için, Allahü teâlâdan başka hiçbirşeyin kalbe gelmemesi lâzımdır. Bin sene yaşamış olsa, kalbe hiçbirşey gelmemelidir.
Çünkü, bu zemân kalb, Allah-ü Teâlâ´dan başka herşeyi büsbütün unutmuşdur. Eğer, birşeyi hâtırlamak için uğraşsa, hâtırlayamaz. Bu hâle (Fenâ fillah) denilmişdir. Bu yolun basamaklarından birincisi, fenâ basamağıdır. Fenâ makâmına kavuşulmadıkca, hiçbir şey elde edilemez. Evveliniz ve sonunuz selâmet olsun!
Doksanikinci Mektup
Bu mektûb, yine şeyh Kebîre yazılmışdır. Kalbin itminâna kavuşması, ancak zikr ile olur. İncelemekle, düşünmekle olmıyacağı bildirilmekdedir: Allahü Teâlâ bizi ve sizi Muhammed aleyhisselâmın dînine uygun olan işler yapmaya kavuştursun alâ sâhibihessalâtü vesselâmü vettehıyye !
Rad sûresinin otuzuncu âyetinde meâlen, (Biliniz ki, kalbler ancak zikr ile itmînâna kavuşur) buyuruldu. Kalbi itmînâna kavuşduran tek yol vardır. Bu tek yol, Allahü teâlâyı zikr etmekdir. Akl ile incelemekle ve düşünmekle kalb itmînâna kavuşamaz. Fârisî iki beyt tercemesi:
Herşeyi akl ile çözmek istiyen kişi,
Tahta ayak takmış bacaksızlara benzer.
Kısa aklına uydurmak ister her işi,
Dün yapdığını, bugün değişdirmek ister.
Çünki, zikr ederken, O mukaddes zât ile bir bağlılık hâsıl olur, her ne kadar, O´nunla hiçbir bağlılık kurulamaz. Ayaklar altındaki toprak [yanî insan] nerede, herşeyin sâhibi olan [Allahü Teâlâ] nerede .
Fakat hâtırlayan ile, hâtırlanan arasında az bir bağlantı hâsıl olur. Bu bağlılıkdan da, sevgi doğar. Zikr edenin kalbini sevgi kaplayınca, kalbde itmînân hâsıl olur. Kalbde itmînân hâsıl olması, insanı sonsuz se âdetlere kavuşdurur. Fârisî beyt tercemesi:
Zikr et zikr, bedende iken cânın,
Kalb temizliği, zikrîledir Rahmânın.
Evveliniz ve sonunuz selâmetde olsun!
Doksanüçüncü Mektup
Bu mektûb, İskender Hân-i Lodîye yazılmışdır. Her ân Allahü teâlâyı zikr etmek lâzım olduğu bildirilmekdedir:
Beş vakt nemâzı cemâ at ile kıldıkdan ve bunların sünnetlerini de kıldıkdan sonra, bütün vaktlerinde Allahü teâlâyı zikr etmek, hâtırlamak lâzımdır. Kalbde başka hiçbirşeye yer vermemelidir.
Yerken, içerken, uyurken, gelirken, giderken hep zikr yapmalıdır. Zikrin nasıl yapılacağını öğrenmiş idiniz. Öğrendiğiniz gibi yapınız!
Zikr yapmakda gevşeklik duyarsanız, kalbinizin niçin dağıldığını araşdırınız! Bundan sonra, kalbi toparlamağa çalışınız! Boyun bükerek ve ağlayarak, kalbdeki karartının gitmesi için, Allahü teâlâya yalvarınız.
Şeyhi, yanî zikr etmesini size öğreten kimseyi, araya koyunuz! Her güçlüğü, her sıkıntıyı gideren, ancak Allahü Teâlâ´dır.
Bir kefendir âkıbet, sermâye-i beğ ve fakîr,
Varlığa mağrur olan, mecnûn değil de, yâ nedir ?
Doksandördüncü Mektup
Bu mektûb, Hızır Hân-ı Lodîye yazılmışdır. Herkese i tikâdı düzeltmek ve amel etmek lâzım olduğu, hakîkat âlemine bu iki kanat ile uçulabileceği bildirilmekdedir:
Hak teâlâ hazretleri, Muhammed Mustafâ´nın dîni caddesinde bulundursun alâ sâhibihessalâtü vesselâmü vettehıyye ! Herkese önce lâzım olan şey, Ehl-i sünnet vel-cemâat âlimlerinin anladıklarına ve bildirdiklerine uygun olarak itikâdı düzeltmekdir.
Cehennemden kurtulacağı bildirilen bir fırka, bu âlimlerin fırkasıdır. Îmânı düzeltdikden sonra, farzları, sünnetleri, vâcibleri, müstehabları ve harâmı, helâli, mekrûhu ve müştebehi, yanî şübheli olan şeyleri öğrenmek ve bu fıkh bilgilerine göre hareket etmek lâzımdır.
Bu itikâd ve amel iki kanadına kavuşunca, eğer Allahü Teâlâ yardım eder, izin verirse, hakîkat âlemine uçulabilir. Bu iki kanat elde edilmeksizin, hakîkat âlemine uçulamaz. Fârisî beyt tercemesi:
Kurtulurum sanma, ey Sadî hoca,
Muhammed aleyhisselâma uymadıkca!
Allahü teâlâ, bizi ve sizi o yüce Peygambere uymak ile şereflendirsin aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm !
Doksanbeşinci Mektup
Bu mektûb,Seyyid Ahmed-i Necvâreye yazılmışdır. İnsan herşeyi kendinde toplamışdır. İnsanın kalbi de böyle yaratılmışdır. Tasavvuf büyüklerinden birkaçının sekr hâlinde iken, kalbin genişliğini bildiren sözlerine islâmiyyete uygun manâ vermek lazım olduğu bildirilmektedir:Her insan, bir toplulukdur. Varlıkda bulunan herşey insanda da vardır. Bu imkân âleminde bulunan herşeyin kendisi, vücûb âleminde bulunanların ise, sûretleri, benzerleri insanda bulunur. (Allahü Teâlâ, Âdemi kendisi gibi yaratdı) hadîs-i şerîfdir.
Demek ki, vücûb mertebesinde ya nî, Allahü Teâlâ da ve sıfatlarında bulunanların, insanda birer sûreti, birer benzeri vardır. İnsanın kalbi de, böyle bir toplulukdur. İnsanda bulunan herşey kalbde de vardır. Bunun için, insanın kalbine (Hakîkat-i câmi a) denir.Tasavvuf büyüklerinden birçoğu, herşeyin kalbde bulunduğunu görünce, kalbin genişliğini bildirmek için, (Arş ve içinde bulunan herşey, ârifin kalbinin bir köşesine konsa, hiç duyulmaz) demişlerdir. Çünki, bütün maddeler ve gökler ve Arş ve Kürsî kalbde bulunmakdadır. Mekânlı ve mekânsız, maddeli ve maddesiz herşey kalbde bulunmakdadır. Kalbde, mekânsız, maddesiz, herşey bulunduğuna göre, Arşın ve Arş içinde bulunanların kalbdeki yeri ne kadarcık olabilir Çünki, Arş çok büyük ise de, maddeden yapılmışdır ve mahlûkdur. Mekânı olan ya nî maddeden yapılmış olan birşey ne kadar geniş olursa olsun, mekânsız olanın yanında çok küçük kalır.
Tasavvuf büyüklerinden sahv sâhibi olanlar, ya nî sekrden kurtulmuş olanlar kaddesallahü teâlâ esrârehüm böyle sözlerin, sekr sözü olduğunu bildirmişlerdir. Sekr hâlinde olanlar, bir şeyin kendisi ile görünüşünü birbirinden ayıramaz. Görünüşünü kendisi sanır. Arş, tâm zuhûra kavuşmakdadır. Kalbe yerleşmez. Kalbde yerleşen, arşın kendisi değildir. Örneğidir, görüntüsüdür. Bu örneğin, kalbden çok küçük olacağı meydanda bir şeydir. Çünki kalbde böyle sayısız örnekler vardır. Gök, başka şeyler gibi aynada görününce, ayna gökden dahâ genişdir denilemez. Evet, aynadaki gökün görüntüsü aynadan küçükdür. Fakat bundan, gökün kendisinin de aynadan küçük olması lâzım gelmez. Bunu başka bir misâl ile de açıklıyalım: İnsanda toprak maddeleri vardır. Bunun için insan yer yüzünden dahâ büyükdür denilemez. Hattâ yer küresi yanında, insanın büyüklüğü, hiç denecek kadar küçükdür. Birşeyin nümûnesini, örneğini, o şeyin kendisi sanmak, bu yanlışlığa yol açmakdadır.
Tasavvuf büyüklerinden birkaçının rahmetullahi aleyhim ecma în sekr hâlinde iken söyledikleri başka sözler de böyledir. (Cem i Muhammedî, cem i ilâhîden dahâ genişdir) sözleri gibi. Muhammed aleyhisselâmda, imkânın ya nî mahlûkların kendileri ile vücûbün ya nî Allahü Teâlâ´nın ve sıfatlarının sûretlerini, örneklerini bir arada görüyorlar. Böylece, Muhammed aleyhisselâmda, Allahü teâlâda bulunandan dahâ çok şey bulunuyor sanıyorlar. Burada da, birşeyin örneğini kendisi sanarak, yanılıyorlar. Muhammed aleyhisselâmda bulunan şey, vücûb mertebesinin kendisi değildir, örneğidir. Allahü Teâlâ, hakîkî vâcib ül-vücûddur. Vücûb mertebesinin kendisi ile örneğini birbiri ile karışdırmasalardı böyle şey söylemezlerdi. İşin doğrusu, onların sekr, şü ûrsuzluk hâlinde iken söyledikleri gibi değildir. Muhammed aleyhissalâtü vesselâm sınırlı, küçük bir kuldur. Allahü teâlâ ise, sınırsızdır, sonsuzdur.
Sekr hâlinde olan şeyler, Vilâyet makâmlarında bulunmakdadır. Sahv hâlinde olan şeyler ise, Nübüvvet, Peygamberlik makâmındadır. Peygamberlerin aleyhimüssalevatü vetteslîmât yolunda gidenlerin büyükleri, onlara tâm uydukları için, o makâmın, onların makâmının sahvından pay alırlar. Bistâmiyye denilen büyükler, sekrin sahvdan dahâ üstün olduğunu söylemişlerdir. Bunun için, şeyh Bâyezîd-i Bistâmî kuddise sirruh , (Benim bayrağım, Muhammed aleyhisselâmın bayrağından dahâ yüksekdir) dedi. Kendi bayrağı vilâyet bayrağıdır. Muhammed aleyhisselâmın bayrağı nübüvvet bayrağıdır. Vilâyet bayrağında sekr olduğu için ve Peygamberlik bayrağında sahv olduğu için, onu bundan üstün tutmuşdur.
Birçokları da, (Vilâyet, nübüvvetden dahâ üstündür) dedi. Velîlerin rahimehümullah Allahü Teâlâ´dan yana olduğunu, Peygamberlerin aleyhimüssalevât ise, insanlardan yana olduğunu gördüler. Hakka karşı olanın, insanlara karşı olanlardan dahâ üstün olacağı meydândadır. Birkaçı da, bu sözü çevirerek, (Bir Peygamberin vilâyeti, kendi nübüvvetinden dahâ üstündür) dedi. Bu fakîre göre, bu sözlerin hepsi, doğru olmakdan çok uzakdır. Çünki Peygamberler yalnız insanlardan yana değildir. Hem insanlardan, hem de, Hakdan yanadırlar. Bâtınları ya nî kalbleri, rûhları Hak iledir. Zâhirleri, halk iledir. Hep ve yalnız halk ile olanlar, Allahü Teâlâ´dan yüz çevirmiş olan gâfillerdir. Peygamberler aleyhimüssalevatü vetteslîmât , bütün varlıkların en üstünleridir. Ni metlerin en üstünü bunlara verilmişdir. Vilâyet, nübüvvetin bir parçasıdır. Nübüvvet, bütündür. Bunun için nübüvvet, her vilâyetden dahâ üstündür. İster Peygamberin vilâyeti olsun, ister Velînin vilâyeti olsun! Bundan dolayı da, sahv sekrden dahâ üstün, dahâ kıymetlidir. Vilâyet nübüvvetin içinde bulunduğu gibi, sekr de sahvın içindedir. Onun bir parçasıdır. Câhil kimselerde bulunan sekrsiz sahv, sözümüzün dışındadır. Öyle sahvın üstün olduğunu söylemek, saçmalamak olur. İçinde sekr bulunan sahvın sekrden dahâ üstün olduğu meydândadır.
İslâmiyet bilgilerinin hepsi, nübüvvet mertebesinden çıkmış oldukları için, başdan başa sahvdırlar. Bunlara uymayan bilgiler, nasıl olursa olsunlar, sekrden hâsıl olmuşlardır. Sekr sâhibleri ma zûrdurlar. Yanî sorguya çekilmez, azâb edilmezler. Fakat, yalnız sahv bilgileri taklîd olunur. Sahv bilgilerine uyanlar kurtulur. Sekr bilgilerine uyulmaz. Bunlara uyanlar, mazûr olmaz. Sorguya çekilirler, cezâlandırılırlar. Allahü Teâlâ, islâmiyyet bilgilerine uymakla hepimizi şereflendirsin alâ masdarihessalâtü vesselâmü vettehıyye ! Bu duamıza âmîn diyenlere Allahü Teâlâ merhamet etsin!
Hadîs-i kudsîde, (Yeryüzüne ve göğe sığmam. Fakat,mümin kulumun kalbine sığarım) buyuruldu. Burada da; vücûb mertebesinin kendisi değil, sûreti, örneği sığmakdadır. Kendisinin sığması düşünülemez. Görülüyor ki, kalbin maddesiz, mekânsız şeylerden dahâ geniş olması, onların kendilerinden değil, sûretlerinden dahâ geniş olmasıdır. Mekânsızlar karşısında, Arş ve Arşda bulunan herşey, zerre kadar bile sayılamaz. Mekânsızların kendileri böyledir, sûretleri böyle değildir.
Doksanaltıncı Mektup
Bu mektup, Muhammed Şerîfe yazılmış olup, ibâdetleri ve iyi işleri vaktinde yapmayıp, yarın yaparım, sonra yaparım diyenlerin aldandıklarını ve Muhammed aleyhisselâmın yoluna, İslâmiyyete yapışmak lâzım geldiğini bildirmektedir:
Ey kıymetli oğlum! Bugün, her istediğini kolayca yapabilecek bir hâldesin. Gençliğin, sıhhatin, gücün, kuvvetin, malın ve râhatlığın bir arada bulunduğu bir zemândasın. Saâdet-i ebediyyeye kavuşturacak sebeblere yapışmağı, yarar işleri yapmağı, niçin yarına bırakıyorsun İnsan ömrünün en iyi zamânı olan, gençlik günlerinde, işlerin en iyisi ve fâidelisi olan, sâhibin, yaratanın emrlerini yapmağa, Ona ibâdet etmeğe çalışmalı, İslâmiyyetin yasak etdiği harâmlardan, şübhelilerden sakınmalıdır. Beş vakit namâzı cemâat ile kılmağı elden kaçırmamalıdır. Nisâb mikdârı ticâret malı olan müslümânların, bir sene sonra zekât vermeleri emir olunmuştur. Bunların, zekât vermesi, muhakkak lâzımdır. O hâlde, zekâtı seve seve ve hattâ fakîrlere yalvara yalvara vermelidir. Allahü Teâlâ, çok merhametli olduğu, kullarına çok acıdığı için, yirmidört sâat içinde ibâdete, yalnız beş vakt ayırmış, ticâret eşyâsından ve çayırda otlayan dört ayaklı hayvanlardan, tâm veyâ yaklaşık olarak ancak, kırkda birini fakîrlere vermeği emr buyurmuşdur. Birkaç şeyi harâm edip, çok şeyi mubâh etmiş, izn vermişdir.
O hâlde, yirmidört sâatde bir sâat tutmayan bir zemânı, Allahü Teâlâ´nın emrini yapmak için ayırmamak ve zengin olup da, malın kırkda birini müslimânların fakîrlerine vermemek ve sayılamıyacak kadar çok olan, mubâhları bırakıp da, harâm ve şübheli olana uzanmak, ne büyük inâd, ne derece insâfsızlık olur.
Gençlik çağı, nefsin kaynadığı, şehvetlerin oynadığı, insan ve cin şeytânlarının saldırdığı bir zemândır. Böyle bir çağda yapılan az bir amele pekçok sevâb verilir. İhtiyârlıkda dünyâ zevkleri azalıp, güç kuvvet gidip, arzûlara kavuşmak imkânı ve ümmîdleri kalmadığı zemânda, pişmânlıkdan, âh etmekden başka birşey olmaz. Çok kimselere bu pişmânlık zamânı da, nasîb olmaz. Bu pişmânlık da, tevbe demekdir ve yine büyük bir ni metdir. Çokları bu günlere kavuşamaz.
Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem haber verdiği sonsuz azâblar, çeşidli acılar, elbette olacak, herkes cezâsını bulacakdır. İnsan ve cin şeytânları, bugün, Allahü teâlânın afvını, merhametini ileri sürerek aldatmakda, ibâdetleri yapdırmayıp, günâhlara sürüklemekdedir. Hâlbuki, iyi bilmeli ki, bu dünyâ, imtihân yeridir. Bunun için, burada dostlarla düşmanları karışdırmışlar, hepsine merhamet etmişlerdir. Nitekim A râf sûresi, yüzellibeşinci âyetinde meâlen, (Merhametim herşeyi içine almışdır) buyuruldu. Hâlbuki, kıyâmetde, düşmanları, dostlardan ayıracaklardır. Nitekim, Yasîn sûresinde, (Ey kâfirler, bugün, dostlarımdan ayrılınız!) meâlindeki âyet-i kerîme, bunu haber vermekdedir. O gün, yalnız dostlara merhamet olunacak, düşmanlara hiç acınmıyacak, onlar muhakkak mel ûn olacakdır. Nitekim, A râf sûresinde, (O gün, merhametim, yalnız benden korkarak kâfir olmakdan ve günâh işlemekden kaçınanlara, zekâtını verenlere, Kur ân-ı kerîme ve Peygamberime aleyhisselâm inananlara mahsûsdur) meâlindeki âyet-i kerîme, böyle olduğunu göstermekdedir. O hâlde, o gün, Allahü teâlânın rahmeti, (Ebrâr)a, ya nî müslümanlardan iyi huylu ve yarar işli olanlara mahsûsdur. Evet, müslimânların, zerre kadar îmânı olanların hepsi sonunda hattâ, çok zemân Cehennemde kaldıkdan sonra bile, merhamete kavuşacaktır. Fekat rahmete kavuşabilmek için, ölürken îmân ile gitmek şartdır. Hâlbuki, günâhları işlemekle kalb kararınca ve Allahü teâlânın emrlerine ve harâmlarına ehemmiyyet verilmeyince, son nefesde îmân nûru, sönmeden nasıl geçebilir Din büyükleri buyuruyor ki, (Küçük günâha devâm, büyük günâha sebeb olur. Büyük günâha devâm da insanı kâfir olmağa sürükler). Böyle olmakdan Allahü teâlâya sığınırız! Fârisî beyt tercemesi:
Az söyledim, dikkat etdim kalbini kırmamaya,
bilirim üzülürsün; yoksa sözüm çokdur sana.
Allahü Teâlâ hepimizi beğendiği işleri yapmağa kavuştursun! Sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâmın ve Onun kıymetli Âli ve Eshâbı hürmeti için düâmızı kabûl buyursun! Bu mektûbu size getiren Mevlânâ İshak, bu fakîrin tanıdıklarından ve muhlislerindendir. Eskiden beri komşuluk hakkı da vardır. Yardım isterse, esirgemezsiniz inşâallah. Yazısı ve inşâ kâbiliyyeti iyidir. Vesselâm.
Doksanyedinci Mektup
Bu mektup,Şeyh Dervîş´e yazılmışdır. İbâdet etmemize emr olunması, yakîn elde etmemiz için olduğu bildirilmektedir: Hak Teâlâ, Peygamberlerin en üstünü salevâtullahi aleyhim hâtırı için, bir işe yaramayan bizlere, îmânın hakîkatini bildirsin!
İnsanların yaratılmasına sebeb, emr olunan ibâdetleri yapmakdır. İbâdetleri yapmak da îmânın hakîkati olan, yakîni elde etmek içindir. Hicr sûresi, son âyetinin meâl-i şerîfi de, belki (Yakîn elde etmek için Rabbine ibâdet et!) demekdir. Çünkü (hattâ) kelimesi, (ye kadar) demek olduğu gibi (sebeb olmak, yanî, için) manâsını da bildirir. Sanki, ibâdet yapmadan önce olan bu îmân, îmânın kendisi değil, görünüşüdür. Âyet-i kerîmede, (yakîn elde etmek için) ya nî (Îmânın kendisini elde etmek için) buyuruluyor. Sûre-i Nisâ yüzotuzbeşinci âyetinde meâlen, (Ey îmân edenler! Îmân ediniz!) buyuruldu. Bunun ma nâsı, (Ey! Îmânın sûretini edinenler! İbâdet yaparak, îmânın kendisine kavuşunuz!)dur.
(Vilâyet), yanî Velî olmak, Fenâ ve Bekâ denilen iki nimete kavuşmak demekdir. Fenâ ve Bekâya kavuşmak, bu yakîni ele geçirmek içindir. Yoksa, Fenâ-fillah ve Bekâ-billah diyerek, Allahü Teâlâ ile birleşmek, hulûl gibi şeyler anlamak, ilhâd ve zındıklıkdır.
[İbni Âbidîn, üçüncü cildde buyuruyor ki: (Müslümân olmadığı, kâfir olduğu hâlde, müslümân olduğunu söyleyenlere, münâfık, zındık, dehrî ve mülhid denir. Ara sıra namâz kılar, oruç tutar, bazan hacca da gidenleri olur. (Münâfık), başka dindedir. Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğunu söylemez.
(Dehrî), Allahü Teâlâ´nın var olduğunu da söylemez. (Mülhid), her ikisine inanır ve inandığını söyler. Fekat, küfre kaymışdır, islâmiyyetden ayrılmışdır. İtikâdı bozuktur. Kendini tam müslümân sanır. Kendisi gibi olmayanlara kâfir der.
(Zındık), Allahü Teâlâ´ya, İslâmiyete, helâle,harâma inanmaz.Hiç dîni yoktur. Muhammed aleyhisselâma inandığını söyler. Bunlardan, sapık fikrlerini, müslümânlık olarak tanıtmaya çalışanları çok tehlikelidir. Mürted, İslâm´dan ayrılan kimsedir. Kâfir olduğunu saklamaz.( Komünistler ve masonlar, dehrî kısmındandır.]
Evet, tasavvuf yolunda ilerlerken, Allahü Teâlâ´ya olan fazla aşk, sevgi sebebi ile serhoşluk gibi, bazı hâller hâsıl olur. Bu vakit, bazı bilgiler yanlış anlaşılır. Böyle hâlleri geçmek, atlamak lâzımdır. Böyle anlayışlar için tevbe, istigfâr etmek lâzımdır.
Tasavvuf büyüklerinden İbrâhîm bin Şeybân-i Kazvînî kaddesallahü teâlâ ervâhahüm [1] buyuruyor ki: (Fenâ ve Bekâ bilgileri, Allahü Teâlâ´nın bir olduğuna hâlis inananlarda ve ibâdetlerini doğru yapanlarda bulunur. Başkalarının Fenâ ve Bekâ olarak söyledikleri, hep yalandır ve zındıklıkdır. Bu sözü, tâm yerindedir ve kendisinin doğru yolda bulunduğunu göstermekdedir.
(Fenâ-fillâh) demek, Allahü Teâlâ´nın râzı olduğu, beğendiği şeylerde fânî olmak demekdir. Yanî hep O´nun sevdiklerini sevmek, O´nun sevdikleri, kendine sevgili olmakdır. (Seyr-i ilallah) ve (Seyr-i fillah) gibi sözler de böyledir. Meyân Şeyhullah-i Bahş, salâh, takvâ ve fazîletlerle süslü bir kimsedir. Âile nüfûsu pek kalabalıkdır. Herhangi bir iş için yardımlarınızı isterse, kolaylık göstermeniz ikrâm olur. Size ve doğru yolda olanlara selâmlar olsun!
Doksansekizinci Mektup
Bu mektûb, Şeyh Zekeriyyânın oğlu Abdülkâdir´e yazılmışdır. İnsanlara karşı sert olmağı değil, yumuşak davranmağı, çeşidli hadîs-i şerîfler göstererek bildirmektedir: Allahü Teâlâ hepimizi tâm orta yolda bulundursun! Vaz etmekde, nasîhat etmekde ve Allah´ın kullarına müslümânlığı öğretmekde gözetilmesi lâzım gelen şeyleri bildiren birkaç hadîs-i şerîf yazıyorum. Hak Teâlâ, bunlara uygun davranmamızı nasîb eylesin!
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki, (Allahü Teâlâ refîkdir. Yumuşaklığı sever. Sertlik edenlere vermediği şeyleri ve başka hiçbir şeye vermediğini, yumuşak davranana ihsân eder). Bu hadîs, İmâm-ı Müslimin rahmetullahi aleyh (Sahîh)inde vardır.
Yine (Müslim)de bildiriliyor ki, Âişeye radıyallahü anhâ , (Yumuşak davran! Sertlikden ve çirkin şeyden sakın! Yumuşaklık insanı süsler. Çirkinliğini giderir) buyurdu.
[(Müslim)deki] hadîs-i şerîfde, (Yumuşak davranmayan, hayr yapmamış olur.) buyuruldu.
[(Buhârî)deki] hadîs-i şerîfde, (İçinizde en sevdiğim kimse, huyu en güzel olanınızdır) buyuruldu.
[İmâm-ı Ahmed ve Tirmüzînin rahimehümallah bildirdikleri] hadîs-i şerîfde, (Kendisine yumuşaklık verilen [müslümân] kimseye dünyâ ve âhıret iyilikleri verilmişdir) buyuruldu.
[İmâm-ı Ahmed, Tirmizî, Hâkim ve Buhârînin rahimehümullah bildirdikleri] hadîs-i şerîfde, (Hayâ, îmândandır. Îmânı olan Cennetdedir. Fuhş, kötülükdür. Kötüler Cehennemdedir) buyuruldu.
[İmâm-ı Ahmed ve Tirmizînin bildirdikleri] hadîs-i şerîfde, (Cehenneme girmesi harâm olan ve Cehennemin de onu yakması harâm olan kimseyi bildiriyorum. Dikkat ediniz! Bu kimse, insanlara kolaylık, yumuşaklık gösteren [bir müslümân]dir) buyuruldu.
[Ahmed ve Tirmüzî ve Ebû Dâvüdün bildirdikleri] hadîs-i şerîfde, (Yumuşak olanlar ve kolaylık gösterenler, burnuna yuları takılmış deve gibidir. Yürütmek istenirse, hayvan ona uyar. Taşın üzerine oturtmak istenirse, hayvan oraya oturur) buyuruldu.
[(Buhârî)deki] hadîs-i şerîfde, (Kızdığı zamân istediğini yapabilecek [müslümân] bir kimse, kızmazsa, Allahü Teâlâ kıyâmet günü onu herkesin arasından çağırır. Cennetde istediğin yere git der) buyuruldu.
[Bütün kitâblarda yazılı olan hadîs-i şerîfde], bir kimse Resûlullah´dan nasîhat istedikde, (Kızma, sinirlenme!) buyurdu. Birkaç kerre sordukda, hepsine de (Kızma, sinirlenme!) buyurdu.
[Tirmüzî ve Ebû Dâvüdün rahimehümallah bildirdikleri] hadîs-i şerîfde, (Cennete gidecek olanları haber veriyorum, dinleyiniz! Zaîfdirler, güçleri yetmez. Birşey yapmak için yemîn ederlerse, Allahü Teâlâ, bu [müslümân]ların yemînlerini, muhakkak yerine getirir. Cehenneme gidecek olanları bildiriyorum, dinleyiniz! Sertlik gösterirler. Acele ederler. Kendilerini üstün görürler) buyuruldu.
[Tirmüzî ve Ebû Dâvüdün rahimehümallah bildirdikleri] hadîs-i şerîfde, (Bir kimse ayakda iken kızarsa, otursun. Oturmakla geçmezse yatsın!) buyuruldu.
[Taberânî, Beyhekî ve İbni Asâkirin rahimehümullah bildirdikleri] hadîs-i şerîfde, (Sarı sabır maddesi balı bozduğu gibi, kızgınlık da îmânı bozar) buyuruldu.
[Beyhekî ve Ebû Nu aymın rahime-hümallah bildirdikleri] hadîs-i şerîfde, (Allah için aşağı gönüllü olanı, Allahü Teâlâ yükseltir. Bu, kendini küçük görür. Fakat, insanların gözünde büyükdür. Bir kimse, kendini başkalarından üstün tutarsa, Allahü Teâlâ onu alçaltır. Herkesin gözünde küçük olur. Kendini yalnız kendisi büyük görür. Hattâ köpekden, domuzdan dahâ aşağı görünür) buyuruldu.
[Beyhekînin rahimehullah bildirdiği] hadîs-i şerîfde, (Mûsâ bin İmrân alâ nebiyyinâ ve aleyhissalevâtü vetteslîmât , Yâ Rabbî! Kullarının en kıymetlisi kimdir dedikde, gücü yetdiği zemân afv eden [müslimân kimse]dir, buyuruldu) buyurdu.
[Ebû Ya lânın rahimehullah bildirdiği] hadîs-i şerîfde, (Bir kimse, dilini tutarsa, Allahü Teâlâ onun utanacak şeylerini örter. Gazabını tutarsa, kıyâmet günü Allahü Teâlâ azâbını ondan çeker. Bir kimse, Allahü Teâlâ´ya yalvarırsa, kabûl eder) buyuruldu.
Bir hadîs-i şerîfde, (Bir müslümân din kardeşinin ırzına veyâ malına saldırırsa, malın, paranın geçmez olduğu gün gelmeden önce, onunla helâllaşsın! [Helâllaşmazsa] iyi amelleri varsa, hakkı ödeninceye kadar bu amellerinden alınır. İyi amelleri yoksa, hak sâhibinin günâhları buna yükletilir) buyurdu.
Bir hadîs-i şerîfde, (Müflis kimdir, biliyor musunuz? ) buyurdu. (Bizim bildiğimiz müflis, parası, malı olmayan kimsedir) dediler. (Ümmetimden müflis şu kimsedir ki, kıyâmet günü namâzları ile, oruçları ile ve zekâtları ile gelir. Fakat, kimisine sövmüşdür. Kiminin malını almışdır. Kiminin kanını akıtmışdır. Kimini dövmüşdür. Hepsine bunun sevâblarından verilir. Haklarını ödemeden önce sevâbları biterse, hak sâhiblerinin günâhları alınarak buna yüklenir. Sonra Cehenneme atılır) buyurdu.
[Tirmüzî rahimehullah bildiriyor:] Muâviye radıyallahü teâlâ anh , Hazret-i Âişeye radıyallahü teâlâ anhâ mektûb yazarak nasîhat yazmasını istedikde, cevâb yazarak: Allahü Teâlâ´nın selâmı senin üzerine olsun! Resûlullahdan sallallahü teâlâ aleyhi ve alâ âlihi ve sahbihi ve selleme işittim. Buyurdu ki, (Bir kimse, insanların kızacakları şeyde Allahın rızâsını ararsa, Allahü Teâlâ onu, insanlardan geleceklerden korur. Bir kimse, Allahü Teâlâ´nın kızacağı şeyde, insanların rızâsını ararsa, Allahü Teâlâ onun işini insanlara bırakır) dedi.
Allahü Teâlâ bizi ve sizi, hep doğru söyleyenin sallallahü aleyhi ve sellem haber verdiği bu hadîs-i şerîflere uymakla şereflendirsin! Bu hadîs-i şerîfler, her ne kadar [Hind lisânına] terceme edilmedi ise de, Şeyh Ciyû [Seyyid Ferîd] hazretlerinden bunları sorar ve anlarsınız. Bunlara uygun hareket etmeğe çalışırsınız.
Dünyâ hayâtı çok kısadır. Âhıretin azâbları pek acı ve sonsuzdur. İleriyi gören akıl sâhiblerinin, hâzırlıklı olması lâzımdır. Dünyânın güzelliğine ve tadına aldanmamalıdır. İnsanın şerefi ve kıymeti dünyâlıkla ölçülse idi, dünyâlığı çok olan kâfirlerin herkesden dahâ kıymetli ve dahâ üstün olmaları lâzım gelirdi. Dünyânın görünüşüne aldanmak aklsızlıkdır, ahmaklıkdır. Birkaç günlük zamânı büyük ni met bilerek, Allahü Teâlâ´nın beğendiği şeyleri yapmağa çalışmalıdır. Allahü Teâlâ´nın kullarına ihsân, iyilik etmelidir. Kıyâmetde azâblardan kurtulmak için, iki büyük temel vardır: Birisi, Allahü Teâlâ´nın emrlerine kıymet vermek, saygı göstermekdir. İkinci, Allahü Teâlâ´nın kullarına, yarattıklarına şefkat, iyilik etmekdir. Hep doğru söyleyici aleyhissalâtü vesselâm her ne söyledi ise, hepsi doğrudur. Şaka, eğlence, sayıklama sözler değildir. Tavşan gibi gözü açık uyku ne kadar sürecek. Bu uykunun sonu rezîl, rüsvâ olmak ve eli boş, mahrûm kalmakdır. Müminûn sûresinin yüzonbeşinci âyetinde meâlen, (Sizi abes olarak, oyuncak olarak mı yaratdım sanıyorsunuz. Bize dönmiyecek misiniz zan ediyorsunuz ?) buyuruldu. Her ne kadar, böyle sözleri dinleyecek hâlde olmadığınızı biliyorum. Gençsiniz. İçiniz kaynıyor. Dünyâ nimetleri içindesiniz. Herkese sözünüz geçiyor. Her istediğinizi yapabiliyorsunuz. Fakat, size acıdığımız için, iyilik etmek istediğimiz için bunlar yazıldı. Elinizden birşey kaçmış değildir. Tevbe edilecek, Allahü Teâlâ´ya yalvaracak zamândır. Haberleşmemiz lâzımdır. Fârisî mısra tercemesi:
Eğer içerde kimse varsa, bir söz de yetişir!
Doksandokuzuncu Mektup
Bu mektûb, molla Hasen-i Kişmîrîye, cevâb olarak yazılmış olup, Allahü Teâlâ´yı hiçbir ân unutmamak nasıl olacağı, insanın kendini bilmediği uyku zemânında da, Onun unutulmayacağı bildirilmektedir: Kıymetli mektûbunuzu okumakla şereflendik. Bu yolun büyüklerinden ba zısı rahmetullahi aleyhim ecma în Allahü Teâlâ´ya her ân âgâh olduklarını ve uyku zemânında da, her ân, O´nu hâtırladıklarını haber vermişdir. Bunun nasıl olacağını soruyorsunuz. Kıymetli efendim! Bunu anlatabilmek için, önce birkaç şeyi bildirmek lâzımdır. Kısaca yazıyorum. Dikkatli okuyunuz!
İnsanın rûhu, bu gördüğümüz cesed ile birleşmeden önce, terakkî edemez, ilerliyemezdi. Kendine mahsûs makâmda, derecede bağlı ve mahbûs gibi idi. Fakat, bu cesede indikden sonra, yükselebilmek hâssası ve kuvveti ona verilmişdir. Bu hâssası, onu melekden üstün ve şerefli yapmışdır. Allahü Teâlâ lutf ederek, ihsân ederek, rûhu, bu hissiz, hareketsiz olan, hiçbir şeye yaramıyan, karanlık cesed ile birleşdirdi. Rûh ışığını, karanlık cesed ile birleşdiren, madde olmıyan, zemânlı, mekânlı olmıyan rûhu, maddeden yapılan cesed ile bir arada bulunduran, Allahü Teâlâ, çok büyükdür. Bütün büyüklük, üstünlükler, yalnız Ona mahsûsdur. Onda hiç kusûr olamaz. Bu sözün ma nâsını iyi kavramak lâzımdır. Rûh ile cesed, her bakımdan, birbirinin aksi, zıddı olduğundan, bunların bir arada kalabilmesi için, Allahü Teâlâ, rûhu nefse âşık etdi. Bu sevgi, bunların bir arada kalmasına sebeb oldu. Kur ân-ı kerîm, bu hâli bize haber veriyor. Vettîn sûresinin bir âyetinde meâlen, (Biz insanın rûhunu, güzel bir sûretde yaratıp, sonra en aşağı dereceye indirdik) buyuruldu.
Rûhun bu dereceye düşürülmesi ve bu aşka tutulması, kötülemeğe benzeyen bir medhdir. İşte rûh, nefse karşı olan bu aşkı, sevgisi sebebi ile, kendini nefs âlemine atdı ve nefse tâbi , esîr oldu. Hattâ, kendinden geçdi. Kendisini unutdu. Nefs-i emmâre hâlini aldı. Sanki nefs-i emmâre oldu. Rûh, her şeyden dahâ latîf, [maddenin en hafîfi olan hidrogen gazından, hattâ bir elektrondan da dahâ hafîf] olduğundan, madde bile olmadığından, her ne ile birleşirse onun hâline, şekline ve rengine girer. Kendini unutduğu için, evvelâ kendi âleminde, derecesinde iken, Allahü Teâlâ´ya olan bilgisini de unutdu. Câhil ve gâfil oldu. Nefs gibi cehâlet karanlığı ile karardı. Allahü Teâlâ, çok merhametli olduğu, çok acıdığı için, Peygamberler aleyhimüssalevâtü vetteslîmât gönderip, bu büyükler vâsıtası ile rûhu kendine çağırdı ve ma şûku, sevgilisi olan nefse uymamasını, nefsi dinlememesini ona emr etdi. Rûh bu emri dinleyip, nefse uymaz, ondan yüz çevirir ise, felâketden kurtulur. Yok eğer, başını kaldırmaz, nefsle berâber kalmak, bu dünyâdan ayrılmamak isterse, yolunu şaşırır, se âdetden uzaklaşır. Bu sözümüzden, rûhun, nefsle birleşmiş olduğu, hattâ kendisini unutup, nefs hâlini almış olduğu anlaşıldı. İşte rûh, bu hâlde kaldıkca, nefsin gafleti, câhilliği, rûhun da gafleti, cehâleti olur. Yok eğer, rûh, nefsden yüz çevirir, ondan soğur, onun yerine Allahü Teâlâ´yı severse ve kendi gibi, bir mahlûku sevmekden kurtulup, sonsuz var olan, hakîkî Bâkîye âşık olup, bu aşk ile kendinden geçerse, zâhirin, ya nî nefsin gafleti, cehâleti, bâtına, ya nî rûha sirâyet etmez.
O, Allahü Teâlâ´yı bir ân unutmaz. Nefsin gafleti, ona nasıl te sîr etsin ki, o nefsden, temâmen ayrılmışdır. Zâhirden, bâtına hiçbir şey geçmemişdir. İşte bu vakt, zâhir gafletde iken, bâtın âgâhdır, uyanıkdır. Her ân Rabbi iledir. Meselâ, bâdem yağı, bâdem çekirdeğinde bulunduğu müddetce ikisi de aynı birşey gibidir. Yağ, posadan ayrılınca, her ikisinin hâssaları başkadır ve her bakımdan ayrı iki şey olurlar. İşte, bu hâle yükselmiş olan, bir mes ûd, bir bahtiyâr kimseyi, ba zan, tekrâr bu âleme indirirler. Allahü Teâlâ´ya ârif ve âlim olduğu hâlde, bu âleme döndürüp, onun mubârek, şerefli varlığı vâsıtası ile, âlemi nefslerin karanlığından, cehâletinden kurtarırlar. Böyle mubârek bir kimse, insanların arasında bulunur. Görünüşde herkes gibidir, fekat rûhu hiçbir şeye bağlı değildir.
Allahü Teâlâ´ya olan bilgisi ve sevgisi iledir. İstemediği hâlde, onu bu âleme döndürmüşlerdir. Böyle bir müntehî, hakîkate erişen biri, görünüşde, başkaları gibi, Allahü Teâlâ´yı unutmuş, mahlûkların sevgisine tutulmuş sanılır. Hâlbuki, hakîkatde, kendisi, bunlara hiç benzememekdedir. Birşeyin sevgisine tutulmakla, ondan soğuyup, yüz çevirmek arasında çok fark vardır. Şunu da bildirelim ki, böyle bir müntehînin, mahlûklara olan alâkası ve sevgisi, kendi ihtiyârında, elinde değildir. Dünyâya rağbet etmez. Hattâ, Allahü Teâlâ, bu alâkayı istemekde ve beğenmekdedir. Başkalarının alâkası, sevgisi ise, kendilerindendir, dünyâya sarılırlar. Allahü Teâlâ bu alâkalarından râzı değildir, beğenmez. Başka bir fark da, başkaları bu âlemden yüz çevirip, Allahü Teâlâ´yı tanımağa ve sevmeğe kavuşabilirler. Müntehînin, halkdan yüz çevirmesine ise, imkân yokdur. Onun halk ile olması, vazîfesidir. Ancak, vazîfesi biterse, o zemân onu, bu geçici dünyâdan, ebedî, sonsuz âleme nakl ederler. Hakîkî makâmına kavuşur.
Tasavvuf büyükleri, davet makâmını, irşâd derecesini, başka başka anlatmışlardır. Çokları, (Halk arasında, Hak ile olmakdır) dedi. Sözlerin başkalaşması, söz sâhiblerinin hâlleri, dereceleri başka başka olduğu içindir. Herkes, kendi makâmına göre, söylemişdir. Herşeyin doğrusunu Allahü Teâlâ bilir. Seyyid-üt-tâife Cüneyd-i Bağdâdînin kuddise sirruh , (Nihâyete varmak, başlangıca dönmekdir) buyurması işte, yukarda bildirdiğimiz davet makâmına uygun bir tarifdir. Çünki, başlangıcda, hep mahlûkât görülmekde ve sevilmekdedir. Nitekim, (İki gözüm uyur, fekat kalbim uyumaz) hadîs-i şerîfi, kendilerinin Allahü Teâlâ´ya olan dâimî bağlılık ve uyanıklığını bildirmiyor; belki, kendi hâllerine ve ümmetinin hâllerine uyanık olup, gâfil olmadığını haber vermekdedir. Bunun içindir ki, Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem uyuması, abdestini bozmaz idi. Peygamber, ümmetini korumakda, bir sürünün çobanı gibi olduğu için, ümmetini bir ân unutması, Peygamberlik makâmına uygun olmaz. Bunun gibi, (Allahü Teâlâ ile öyle vaktlerim oluyor ki, o zemânlarda, aramıza hiçbir üstün melek ve Peygamber giremez) hadîs-i şerîfi de, her zemân değil, ba zandır. Bu zemânlarda da, mahlûklardan yüz çevirip, ayrılması îcâb etmez. Çünki, Allahü Teâlâ, ona tecellî etmekde, görünmekdedir. Yoksa O, mahlûkları unutup, tecellîleri aramakda değildir. Maşûkun, âşıka cilvesi gibi olup, âşık maşûkun peşinde değildir. Fârisî beyt tercemesi:
Sûret aynasında sefer, hareket olmaz,
Çünki onda nûrânî olmıyan sûret olmaz.
Hulâsa, mahlûklara dönülünce, önce kalkmış olan perdeler, geri gelmez. Arada perde olmadığı hâlde, onu mahlûklar arasına salıp, mahlûkların kurtulmasına, uyandırılmasına sebeb ve vâsıta kılarlar. Böyle bir kimse, böyle bir pâdişâha çok yakın olan, bir devlet adamı gibidir. Bununla berâber, kendisine milletin işlerini görmek, dertlerini çözmek vazîfesi de verilmişdir. Sona gelip, geri dönmüş olanlar ile henüz başlangıçda olanlar arasındaki farklardan biri de budur. Çünki, başda olanlar, perdelerin arkasındadır. Geri dönmüş olanlardan ise, perdeler kalkmışdır. Allahü Teâlâ size ve doğru yolda olanlara selâmet versin! Âmîn.
Doksanbirinci Mektup
Bu mektûp, Şeyh Kebîre yazılmışdır.İtikâdı düzeltmek ve sâlih, yarar işler yapmak, mukaddes âleme uçabilmek için iki kanat gibidir. İslâmiyyete yapışmak ve hakîkat hâllerine kavuşmak, hep nefsin tezkiyesi ve kalbin tasfiyesi için olduğu bildirilmekdedir:
Allahü Teâlâ, bizi ve sizi sünnet-i seniyyeye uymakla şereflendirsin alâ sâhibihessalâtü vesselâmü vettehıyye ! Müslümânların birinci vazîfesi, itikâdı düzeltmekdir.
Ehl-i sünnet vel-cemâ at âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak inanmakdır. Çünki, Cehennemden kurtulacağı bildirilmiş olan bir fırka bunlardır. İkinci olarak, lâzım olan şey, fıkh bilgilerini öğrenmek ve herşeyi bu bilgiye göre yapmakdır. İki kanat gibi olan bu i tikâd ve amel elde edildikden sonra, mukaddes âleme uçmalıdır. [(Mukaddes) demek aybdan, çirkin, kötü şeylerden uzak, temiz demekdir.] Fârisî mısra tercemesi:
İş budur, bundan başkası hiçdir!
İslâmiyyetin emrlerini yapmak ve tarîkatin ve hakîkatin hâllerine kavuşmak, hep nefsin tezkiyesi ya nî küfrden temizlenmesi ve kalbin tasfiyesi ya nî günâhlardan temizlenmesi içindir. Nefs temizlenmedikçe ve kalb selâmet bulmadıkça, hakîkî îmân hâsıl olmaz.
Felâketlerden, azâblardan kurtulmak için, hakîkî îmâna kavuşmak lâzımdır. Kalbin selâmeti için, Allahü teâlâdan başka hiçbirşeyin kalbe gelmemesi lâzımdır. Bin sene yaşamış olsa, kalbe hiçbirşey gelmemelidir.
Çünkü, bu zemân kalb, Allah-ü Teâlâ´dan başka herşeyi büsbütün unutmuşdur. Eğer, birşeyi hâtırlamak için uğraşsa, hâtırlayamaz. Bu hâle (Fenâ fillah) denilmişdir. Bu yolun basamaklarından birincisi, fenâ basamağıdır. Fenâ makâmına kavuşulmadıkca, hiçbir şey elde edilemez. Evveliniz ve sonunuz selâmet olsun!
Doksanikinci Mektup
Bu mektûb, yine şeyh Kebîre yazılmışdır. Kalbin itminâna kavuşması, ancak zikr ile olur. İncelemekle, düşünmekle olmıyacağı bildirilmekdedir: Allahü Teâlâ bizi ve sizi Muhammed aleyhisselâmın dînine uygun olan işler yapmaya kavuştursun alâ sâhibihessalâtü vesselâmü vettehıyye !
Rad sûresinin otuzuncu âyetinde meâlen, (Biliniz ki, kalbler ancak zikr ile itmînâna kavuşur) buyuruldu. Kalbi itmînâna kavuşduran tek yol vardır. Bu tek yol, Allahü teâlâyı zikr etmekdir. Akl ile incelemekle ve düşünmekle kalb itmînâna kavuşamaz. Fârisî iki beyt tercemesi:
Herşeyi akl ile çözmek istiyen kişi,
Tahta ayak takmış bacaksızlara benzer.
Kısa aklına uydurmak ister her işi,
Dün yapdığını, bugün değişdirmek ister.
Çünki, zikr ederken, O mukaddes zât ile bir bağlılık hâsıl olur, her ne kadar, O´nunla hiçbir bağlılık kurulamaz. Ayaklar altındaki toprak [yanî insan] nerede, herşeyin sâhibi olan [Allahü Teâlâ] nerede .
Fakat hâtırlayan ile, hâtırlanan arasında az bir bağlantı hâsıl olur. Bu bağlılıkdan da, sevgi doğar. Zikr edenin kalbini sevgi kaplayınca, kalbde itmînân hâsıl olur. Kalbde itmînân hâsıl olması, insanı sonsuz se âdetlere kavuşdurur. Fârisî beyt tercemesi:
Zikr et zikr, bedende iken cânın,
Kalb temizliği, zikrîledir Rahmânın.
Evveliniz ve sonunuz selâmetde olsun!
Doksanüçüncü Mektup
Bu mektûb, İskender Hân-i Lodîye yazılmışdır. Her ân Allahü teâlâyı zikr etmek lâzım olduğu bildirilmekdedir:
Beş vakt nemâzı cemâ at ile kıldıkdan ve bunların sünnetlerini de kıldıkdan sonra, bütün vaktlerinde Allahü teâlâyı zikr etmek, hâtırlamak lâzımdır. Kalbde başka hiçbirşeye yer vermemelidir.
Yerken, içerken, uyurken, gelirken, giderken hep zikr yapmalıdır. Zikrin nasıl yapılacağını öğrenmiş idiniz. Öğrendiğiniz gibi yapınız!
Zikr yapmakda gevşeklik duyarsanız, kalbinizin niçin dağıldığını araşdırınız! Bundan sonra, kalbi toparlamağa çalışınız! Boyun bükerek ve ağlayarak, kalbdeki karartının gitmesi için, Allahü teâlâya yalvarınız.
Şeyhi, yanî zikr etmesini size öğreten kimseyi, araya koyunuz! Her güçlüğü, her sıkıntıyı gideren, ancak Allahü Teâlâ´dır.
Bir kefendir âkıbet, sermâye-i beğ ve fakîr,
Varlığa mağrur olan, mecnûn değil de, yâ nedir ?
Doksandördüncü Mektup
Bu mektûb, Hızır Hân-ı Lodîye yazılmışdır. Herkese i tikâdı düzeltmek ve amel etmek lâzım olduğu, hakîkat âlemine bu iki kanat ile uçulabileceği bildirilmekdedir:
Hak teâlâ hazretleri, Muhammed Mustafâ´nın dîni caddesinde bulundursun alâ sâhibihessalâtü vesselâmü vettehıyye ! Herkese önce lâzım olan şey, Ehl-i sünnet vel-cemâat âlimlerinin anladıklarına ve bildirdiklerine uygun olarak itikâdı düzeltmekdir.
Cehennemden kurtulacağı bildirilen bir fırka, bu âlimlerin fırkasıdır. Îmânı düzeltdikden sonra, farzları, sünnetleri, vâcibleri, müstehabları ve harâmı, helâli, mekrûhu ve müştebehi, yanî şübheli olan şeyleri öğrenmek ve bu fıkh bilgilerine göre hareket etmek lâzımdır.
Bu itikâd ve amel iki kanadına kavuşunca, eğer Allahü Teâlâ yardım eder, izin verirse, hakîkat âlemine uçulabilir. Bu iki kanat elde edilmeksizin, hakîkat âlemine uçulamaz. Fârisî beyt tercemesi:
Kurtulurum sanma, ey Sadî hoca,
Muhammed aleyhisselâma uymadıkca!
Allahü teâlâ, bizi ve sizi o yüce Peygambere uymak ile şereflendirsin aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm !
Doksanbeşinci Mektup
Bu mektûb,Seyyid Ahmed-i Necvâreye yazılmışdır. İnsan herşeyi kendinde toplamışdır. İnsanın kalbi de böyle yaratılmışdır. Tasavvuf büyüklerinden birkaçının sekr hâlinde iken, kalbin genişliğini bildiren sözlerine islâmiyyete uygun manâ vermek lazım olduğu bildirilmektedir:Her insan, bir toplulukdur. Varlıkda bulunan herşey insanda da vardır. Bu imkân âleminde bulunan herşeyin kendisi, vücûb âleminde bulunanların ise, sûretleri, benzerleri insanda bulunur. (Allahü Teâlâ, Âdemi kendisi gibi yaratdı) hadîs-i şerîfdir.
Demek ki, vücûb mertebesinde ya nî, Allahü Teâlâ da ve sıfatlarında bulunanların, insanda birer sûreti, birer benzeri vardır. İnsanın kalbi de, böyle bir toplulukdur. İnsanda bulunan herşey kalbde de vardır. Bunun için, insanın kalbine (Hakîkat-i câmi a) denir.Tasavvuf büyüklerinden birçoğu, herşeyin kalbde bulunduğunu görünce, kalbin genişliğini bildirmek için, (Arş ve içinde bulunan herşey, ârifin kalbinin bir köşesine konsa, hiç duyulmaz) demişlerdir. Çünki, bütün maddeler ve gökler ve Arş ve Kürsî kalbde bulunmakdadır. Mekânlı ve mekânsız, maddeli ve maddesiz herşey kalbde bulunmakdadır. Kalbde, mekânsız, maddesiz, herşey bulunduğuna göre, Arşın ve Arş içinde bulunanların kalbdeki yeri ne kadarcık olabilir Çünki, Arş çok büyük ise de, maddeden yapılmışdır ve mahlûkdur. Mekânı olan ya nî maddeden yapılmış olan birşey ne kadar geniş olursa olsun, mekânsız olanın yanında çok küçük kalır.
Tasavvuf büyüklerinden sahv sâhibi olanlar, ya nî sekrden kurtulmuş olanlar kaddesallahü teâlâ esrârehüm böyle sözlerin, sekr sözü olduğunu bildirmişlerdir. Sekr hâlinde olanlar, bir şeyin kendisi ile görünüşünü birbirinden ayıramaz. Görünüşünü kendisi sanır. Arş, tâm zuhûra kavuşmakdadır. Kalbe yerleşmez. Kalbde yerleşen, arşın kendisi değildir. Örneğidir, görüntüsüdür. Bu örneğin, kalbden çok küçük olacağı meydanda bir şeydir. Çünki kalbde böyle sayısız örnekler vardır. Gök, başka şeyler gibi aynada görününce, ayna gökden dahâ genişdir denilemez. Evet, aynadaki gökün görüntüsü aynadan küçükdür. Fakat bundan, gökün kendisinin de aynadan küçük olması lâzım gelmez. Bunu başka bir misâl ile de açıklıyalım: İnsanda toprak maddeleri vardır. Bunun için insan yer yüzünden dahâ büyükdür denilemez. Hattâ yer küresi yanında, insanın büyüklüğü, hiç denecek kadar küçükdür. Birşeyin nümûnesini, örneğini, o şeyin kendisi sanmak, bu yanlışlığa yol açmakdadır.
Tasavvuf büyüklerinden birkaçının rahmetullahi aleyhim ecma în sekr hâlinde iken söyledikleri başka sözler de böyledir. (Cem i Muhammedî, cem i ilâhîden dahâ genişdir) sözleri gibi. Muhammed aleyhisselâmda, imkânın ya nî mahlûkların kendileri ile vücûbün ya nî Allahü Teâlâ´nın ve sıfatlarının sûretlerini, örneklerini bir arada görüyorlar. Böylece, Muhammed aleyhisselâmda, Allahü teâlâda bulunandan dahâ çok şey bulunuyor sanıyorlar. Burada da, birşeyin örneğini kendisi sanarak, yanılıyorlar. Muhammed aleyhisselâmda bulunan şey, vücûb mertebesinin kendisi değildir, örneğidir. Allahü Teâlâ, hakîkî vâcib ül-vücûddur. Vücûb mertebesinin kendisi ile örneğini birbiri ile karışdırmasalardı böyle şey söylemezlerdi. İşin doğrusu, onların sekr, şü ûrsuzluk hâlinde iken söyledikleri gibi değildir. Muhammed aleyhissalâtü vesselâm sınırlı, küçük bir kuldur. Allahü teâlâ ise, sınırsızdır, sonsuzdur.
Sekr hâlinde olan şeyler, Vilâyet makâmlarında bulunmakdadır. Sahv hâlinde olan şeyler ise, Nübüvvet, Peygamberlik makâmındadır. Peygamberlerin aleyhimüssalevatü vetteslîmât yolunda gidenlerin büyükleri, onlara tâm uydukları için, o makâmın, onların makâmının sahvından pay alırlar. Bistâmiyye denilen büyükler, sekrin sahvdan dahâ üstün olduğunu söylemişlerdir. Bunun için, şeyh Bâyezîd-i Bistâmî kuddise sirruh , (Benim bayrağım, Muhammed aleyhisselâmın bayrağından dahâ yüksekdir) dedi. Kendi bayrağı vilâyet bayrağıdır. Muhammed aleyhisselâmın bayrağı nübüvvet bayrağıdır. Vilâyet bayrağında sekr olduğu için ve Peygamberlik bayrağında sahv olduğu için, onu bundan üstün tutmuşdur.
Birçokları da, (Vilâyet, nübüvvetden dahâ üstündür) dedi. Velîlerin rahimehümullah Allahü Teâlâ´dan yana olduğunu, Peygamberlerin aleyhimüssalevât ise, insanlardan yana olduğunu gördüler. Hakka karşı olanın, insanlara karşı olanlardan dahâ üstün olacağı meydândadır. Birkaçı da, bu sözü çevirerek, (Bir Peygamberin vilâyeti, kendi nübüvvetinden dahâ üstündür) dedi. Bu fakîre göre, bu sözlerin hepsi, doğru olmakdan çok uzakdır. Çünki Peygamberler yalnız insanlardan yana değildir. Hem insanlardan, hem de, Hakdan yanadırlar. Bâtınları ya nî kalbleri, rûhları Hak iledir. Zâhirleri, halk iledir. Hep ve yalnız halk ile olanlar, Allahü Teâlâ´dan yüz çevirmiş olan gâfillerdir. Peygamberler aleyhimüssalevatü vetteslîmât , bütün varlıkların en üstünleridir. Ni metlerin en üstünü bunlara verilmişdir. Vilâyet, nübüvvetin bir parçasıdır. Nübüvvet, bütündür. Bunun için nübüvvet, her vilâyetden dahâ üstündür. İster Peygamberin vilâyeti olsun, ister Velînin vilâyeti olsun! Bundan dolayı da, sahv sekrden dahâ üstün, dahâ kıymetlidir. Vilâyet nübüvvetin içinde bulunduğu gibi, sekr de sahvın içindedir. Onun bir parçasıdır. Câhil kimselerde bulunan sekrsiz sahv, sözümüzün dışındadır. Öyle sahvın üstün olduğunu söylemek, saçmalamak olur. İçinde sekr bulunan sahvın sekrden dahâ üstün olduğu meydândadır.
İslâmiyet bilgilerinin hepsi, nübüvvet mertebesinden çıkmış oldukları için, başdan başa sahvdırlar. Bunlara uymayan bilgiler, nasıl olursa olsunlar, sekrden hâsıl olmuşlardır. Sekr sâhibleri ma zûrdurlar. Yanî sorguya çekilmez, azâb edilmezler. Fakat, yalnız sahv bilgileri taklîd olunur. Sahv bilgilerine uyanlar kurtulur. Sekr bilgilerine uyulmaz. Bunlara uyanlar, mazûr olmaz. Sorguya çekilirler, cezâlandırılırlar. Allahü Teâlâ, islâmiyyet bilgilerine uymakla hepimizi şereflendirsin alâ masdarihessalâtü vesselâmü vettehıyye ! Bu duamıza âmîn diyenlere Allahü Teâlâ merhamet etsin!
Hadîs-i kudsîde, (Yeryüzüne ve göğe sığmam. Fakat,mümin kulumun kalbine sığarım) buyuruldu. Burada da; vücûb mertebesinin kendisi değil, sûreti, örneği sığmakdadır. Kendisinin sığması düşünülemez. Görülüyor ki, kalbin maddesiz, mekânsız şeylerden dahâ geniş olması, onların kendilerinden değil, sûretlerinden dahâ geniş olmasıdır. Mekânsızlar karşısında, Arş ve Arşda bulunan herşey, zerre kadar bile sayılamaz. Mekânsızların kendileri böyledir, sûretleri böyle değildir.
Doksanaltıncı Mektup
Bu mektup, Muhammed Şerîfe yazılmış olup, ibâdetleri ve iyi işleri vaktinde yapmayıp, yarın yaparım, sonra yaparım diyenlerin aldandıklarını ve Muhammed aleyhisselâmın yoluna, İslâmiyyete yapışmak lâzım geldiğini bildirmektedir:
Ey kıymetli oğlum! Bugün, her istediğini kolayca yapabilecek bir hâldesin. Gençliğin, sıhhatin, gücün, kuvvetin, malın ve râhatlığın bir arada bulunduğu bir zemândasın. Saâdet-i ebediyyeye kavuşturacak sebeblere yapışmağı, yarar işleri yapmağı, niçin yarına bırakıyorsun İnsan ömrünün en iyi zamânı olan, gençlik günlerinde, işlerin en iyisi ve fâidelisi olan, sâhibin, yaratanın emrlerini yapmağa, Ona ibâdet etmeğe çalışmalı, İslâmiyyetin yasak etdiği harâmlardan, şübhelilerden sakınmalıdır. Beş vakit namâzı cemâat ile kılmağı elden kaçırmamalıdır. Nisâb mikdârı ticâret malı olan müslümânların, bir sene sonra zekât vermeleri emir olunmuştur. Bunların, zekât vermesi, muhakkak lâzımdır. O hâlde, zekâtı seve seve ve hattâ fakîrlere yalvara yalvara vermelidir. Allahü Teâlâ, çok merhametli olduğu, kullarına çok acıdığı için, yirmidört sâat içinde ibâdete, yalnız beş vakt ayırmış, ticâret eşyâsından ve çayırda otlayan dört ayaklı hayvanlardan, tâm veyâ yaklaşık olarak ancak, kırkda birini fakîrlere vermeği emr buyurmuşdur. Birkaç şeyi harâm edip, çok şeyi mubâh etmiş, izn vermişdir.
O hâlde, yirmidört sâatde bir sâat tutmayan bir zemânı, Allahü Teâlâ´nın emrini yapmak için ayırmamak ve zengin olup da, malın kırkda birini müslimânların fakîrlerine vermemek ve sayılamıyacak kadar çok olan, mubâhları bırakıp da, harâm ve şübheli olana uzanmak, ne büyük inâd, ne derece insâfsızlık olur.
Gençlik çağı, nefsin kaynadığı, şehvetlerin oynadığı, insan ve cin şeytânlarının saldırdığı bir zemândır. Böyle bir çağda yapılan az bir amele pekçok sevâb verilir. İhtiyârlıkda dünyâ zevkleri azalıp, güç kuvvet gidip, arzûlara kavuşmak imkânı ve ümmîdleri kalmadığı zemânda, pişmânlıkdan, âh etmekden başka birşey olmaz. Çok kimselere bu pişmânlık zamânı da, nasîb olmaz. Bu pişmânlık da, tevbe demekdir ve yine büyük bir ni metdir. Çokları bu günlere kavuşamaz.
Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem haber verdiği sonsuz azâblar, çeşidli acılar, elbette olacak, herkes cezâsını bulacakdır. İnsan ve cin şeytânları, bugün, Allahü teâlânın afvını, merhametini ileri sürerek aldatmakda, ibâdetleri yapdırmayıp, günâhlara sürüklemekdedir. Hâlbuki, iyi bilmeli ki, bu dünyâ, imtihân yeridir. Bunun için, burada dostlarla düşmanları karışdırmışlar, hepsine merhamet etmişlerdir. Nitekim A râf sûresi, yüzellibeşinci âyetinde meâlen, (Merhametim herşeyi içine almışdır) buyuruldu. Hâlbuki, kıyâmetde, düşmanları, dostlardan ayıracaklardır. Nitekim, Yasîn sûresinde, (Ey kâfirler, bugün, dostlarımdan ayrılınız!) meâlindeki âyet-i kerîme, bunu haber vermekdedir. O gün, yalnız dostlara merhamet olunacak, düşmanlara hiç acınmıyacak, onlar muhakkak mel ûn olacakdır. Nitekim, A râf sûresinde, (O gün, merhametim, yalnız benden korkarak kâfir olmakdan ve günâh işlemekden kaçınanlara, zekâtını verenlere, Kur ân-ı kerîme ve Peygamberime aleyhisselâm inananlara mahsûsdur) meâlindeki âyet-i kerîme, böyle olduğunu göstermekdedir. O hâlde, o gün, Allahü teâlânın rahmeti, (Ebrâr)a, ya nî müslümanlardan iyi huylu ve yarar işli olanlara mahsûsdur. Evet, müslimânların, zerre kadar îmânı olanların hepsi sonunda hattâ, çok zemân Cehennemde kaldıkdan sonra bile, merhamete kavuşacaktır. Fekat rahmete kavuşabilmek için, ölürken îmân ile gitmek şartdır. Hâlbuki, günâhları işlemekle kalb kararınca ve Allahü teâlânın emrlerine ve harâmlarına ehemmiyyet verilmeyince, son nefesde îmân nûru, sönmeden nasıl geçebilir Din büyükleri buyuruyor ki, (Küçük günâha devâm, büyük günâha sebeb olur. Büyük günâha devâm da insanı kâfir olmağa sürükler). Böyle olmakdan Allahü teâlâya sığınırız! Fârisî beyt tercemesi:
Az söyledim, dikkat etdim kalbini kırmamaya,
bilirim üzülürsün; yoksa sözüm çokdur sana.
Allahü Teâlâ hepimizi beğendiği işleri yapmağa kavuştursun! Sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâmın ve Onun kıymetli Âli ve Eshâbı hürmeti için düâmızı kabûl buyursun! Bu mektûbu size getiren Mevlânâ İshak, bu fakîrin tanıdıklarından ve muhlislerindendir. Eskiden beri komşuluk hakkı da vardır. Yardım isterse, esirgemezsiniz inşâallah. Yazısı ve inşâ kâbiliyyeti iyidir. Vesselâm.
Doksanyedinci Mektup
Bu mektup,Şeyh Dervîş´e yazılmışdır. İbâdet etmemize emr olunması, yakîn elde etmemiz için olduğu bildirilmektedir: Hak Teâlâ, Peygamberlerin en üstünü salevâtullahi aleyhim hâtırı için, bir işe yaramayan bizlere, îmânın hakîkatini bildirsin!
İnsanların yaratılmasına sebeb, emr olunan ibâdetleri yapmakdır. İbâdetleri yapmak da îmânın hakîkati olan, yakîni elde etmek içindir. Hicr sûresi, son âyetinin meâl-i şerîfi de, belki (Yakîn elde etmek için Rabbine ibâdet et!) demekdir. Çünkü (hattâ) kelimesi, (ye kadar) demek olduğu gibi (sebeb olmak, yanî, için) manâsını da bildirir. Sanki, ibâdet yapmadan önce olan bu îmân, îmânın kendisi değil, görünüşüdür. Âyet-i kerîmede, (yakîn elde etmek için) ya nî (Îmânın kendisini elde etmek için) buyuruluyor. Sûre-i Nisâ yüzotuzbeşinci âyetinde meâlen, (Ey îmân edenler! Îmân ediniz!) buyuruldu. Bunun ma nâsı, (Ey! Îmânın sûretini edinenler! İbâdet yaparak, îmânın kendisine kavuşunuz!)dur.
(Vilâyet), yanî Velî olmak, Fenâ ve Bekâ denilen iki nimete kavuşmak demekdir. Fenâ ve Bekâya kavuşmak, bu yakîni ele geçirmek içindir. Yoksa, Fenâ-fillah ve Bekâ-billah diyerek, Allahü Teâlâ ile birleşmek, hulûl gibi şeyler anlamak, ilhâd ve zındıklıkdır.
[İbni Âbidîn, üçüncü cildde buyuruyor ki: (Müslümân olmadığı, kâfir olduğu hâlde, müslümân olduğunu söyleyenlere, münâfık, zındık, dehrî ve mülhid denir. Ara sıra namâz kılar, oruç tutar, bazan hacca da gidenleri olur. (Münâfık), başka dindedir. Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğunu söylemez.
(Dehrî), Allahü Teâlâ´nın var olduğunu da söylemez. (Mülhid), her ikisine inanır ve inandığını söyler. Fekat, küfre kaymışdır, islâmiyyetden ayrılmışdır. İtikâdı bozuktur. Kendini tam müslümân sanır. Kendisi gibi olmayanlara kâfir der.
(Zındık), Allahü Teâlâ´ya, İslâmiyete, helâle,harâma inanmaz.Hiç dîni yoktur. Muhammed aleyhisselâma inandığını söyler. Bunlardan, sapık fikrlerini, müslümânlık olarak tanıtmaya çalışanları çok tehlikelidir. Mürted, İslâm´dan ayrılan kimsedir. Kâfir olduğunu saklamaz.( Komünistler ve masonlar, dehrî kısmındandır.]
Evet, tasavvuf yolunda ilerlerken, Allahü Teâlâ´ya olan fazla aşk, sevgi sebebi ile serhoşluk gibi, bazı hâller hâsıl olur. Bu vakit, bazı bilgiler yanlış anlaşılır. Böyle hâlleri geçmek, atlamak lâzımdır. Böyle anlayışlar için tevbe, istigfâr etmek lâzımdır.
Tasavvuf büyüklerinden İbrâhîm bin Şeybân-i Kazvînî kaddesallahü teâlâ ervâhahüm [1] buyuruyor ki: (Fenâ ve Bekâ bilgileri, Allahü Teâlâ´nın bir olduğuna hâlis inananlarda ve ibâdetlerini doğru yapanlarda bulunur. Başkalarının Fenâ ve Bekâ olarak söyledikleri, hep yalandır ve zındıklıkdır. Bu sözü, tâm yerindedir ve kendisinin doğru yolda bulunduğunu göstermekdedir.
(Fenâ-fillâh) demek, Allahü Teâlâ´nın râzı olduğu, beğendiği şeylerde fânî olmak demekdir. Yanî hep O´nun sevdiklerini sevmek, O´nun sevdikleri, kendine sevgili olmakdır. (Seyr-i ilallah) ve (Seyr-i fillah) gibi sözler de böyledir. Meyân Şeyhullah-i Bahş, salâh, takvâ ve fazîletlerle süslü bir kimsedir. Âile nüfûsu pek kalabalıkdır. Herhangi bir iş için yardımlarınızı isterse, kolaylık göstermeniz ikrâm olur. Size ve doğru yolda olanlara selâmlar olsun!
Doksansekizinci Mektup
Bu mektûb, Şeyh Zekeriyyânın oğlu Abdülkâdir´e yazılmışdır. İnsanlara karşı sert olmağı değil, yumuşak davranmağı, çeşidli hadîs-i şerîfler göstererek bildirmektedir: Allahü Teâlâ hepimizi tâm orta yolda bulundursun! Vaz etmekde, nasîhat etmekde ve Allah´ın kullarına müslümânlığı öğretmekde gözetilmesi lâzım gelen şeyleri bildiren birkaç hadîs-i şerîf yazıyorum. Hak Teâlâ, bunlara uygun davranmamızı nasîb eylesin!
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki, (Allahü Teâlâ refîkdir. Yumuşaklığı sever. Sertlik edenlere vermediği şeyleri ve başka hiçbir şeye vermediğini, yumuşak davranana ihsân eder). Bu hadîs, İmâm-ı Müslimin rahmetullahi aleyh (Sahîh)inde vardır.
Yine (Müslim)de bildiriliyor ki, Âişeye radıyallahü anhâ , (Yumuşak davran! Sertlikden ve çirkin şeyden sakın! Yumuşaklık insanı süsler. Çirkinliğini giderir) buyurdu.
[(Müslim)deki] hadîs-i şerîfde, (Yumuşak davranmayan, hayr yapmamış olur.) buyuruldu.
[(Buhârî)deki] hadîs-i şerîfde, (İçinizde en sevdiğim kimse, huyu en güzel olanınızdır) buyuruldu.
[İmâm-ı Ahmed ve Tirmüzînin rahimehümallah bildirdikleri] hadîs-i şerîfde, (Kendisine yumuşaklık verilen [müslümân] kimseye dünyâ ve âhıret iyilikleri verilmişdir) buyuruldu.
[İmâm-ı Ahmed, Tirmizî, Hâkim ve Buhârînin rahimehümullah bildirdikleri] hadîs-i şerîfde, (Hayâ, îmândandır. Îmânı olan Cennetdedir. Fuhş, kötülükdür. Kötüler Cehennemdedir) buyuruldu.
[İmâm-ı Ahmed ve Tirmizînin bildirdikleri] hadîs-i şerîfde, (Cehenneme girmesi harâm olan ve Cehennemin de onu yakması harâm olan kimseyi bildiriyorum. Dikkat ediniz! Bu kimse, insanlara kolaylık, yumuşaklık gösteren [bir müslümân]dir) buyuruldu.
[Ahmed ve Tirmüzî ve Ebû Dâvüdün bildirdikleri] hadîs-i şerîfde, (Yumuşak olanlar ve kolaylık gösterenler, burnuna yuları takılmış deve gibidir. Yürütmek istenirse, hayvan ona uyar. Taşın üzerine oturtmak istenirse, hayvan oraya oturur) buyuruldu.
[(Buhârî)deki] hadîs-i şerîfde, (Kızdığı zamân istediğini yapabilecek [müslümân] bir kimse, kızmazsa, Allahü Teâlâ kıyâmet günü onu herkesin arasından çağırır. Cennetde istediğin yere git der) buyuruldu.
[Bütün kitâblarda yazılı olan hadîs-i şerîfde], bir kimse Resûlullah´dan nasîhat istedikde, (Kızma, sinirlenme!) buyurdu. Birkaç kerre sordukda, hepsine de (Kızma, sinirlenme!) buyurdu.
[Tirmüzî ve Ebû Dâvüdün rahimehümallah bildirdikleri] hadîs-i şerîfde, (Cennete gidecek olanları haber veriyorum, dinleyiniz! Zaîfdirler, güçleri yetmez. Birşey yapmak için yemîn ederlerse, Allahü Teâlâ, bu [müslümân]ların yemînlerini, muhakkak yerine getirir. Cehenneme gidecek olanları bildiriyorum, dinleyiniz! Sertlik gösterirler. Acele ederler. Kendilerini üstün görürler) buyuruldu.
[Tirmüzî ve Ebû Dâvüdün rahimehümallah bildirdikleri] hadîs-i şerîfde, (Bir kimse ayakda iken kızarsa, otursun. Oturmakla geçmezse yatsın!) buyuruldu.
[Taberânî, Beyhekî ve İbni Asâkirin rahimehümullah bildirdikleri] hadîs-i şerîfde, (Sarı sabır maddesi balı bozduğu gibi, kızgınlık da îmânı bozar) buyuruldu.
[Beyhekî ve Ebû Nu aymın rahime-hümallah bildirdikleri] hadîs-i şerîfde, (Allah için aşağı gönüllü olanı, Allahü Teâlâ yükseltir. Bu, kendini küçük görür. Fakat, insanların gözünde büyükdür. Bir kimse, kendini başkalarından üstün tutarsa, Allahü Teâlâ onu alçaltır. Herkesin gözünde küçük olur. Kendini yalnız kendisi büyük görür. Hattâ köpekden, domuzdan dahâ aşağı görünür) buyuruldu.
[Beyhekînin rahimehullah bildirdiği] hadîs-i şerîfde, (Mûsâ bin İmrân alâ nebiyyinâ ve aleyhissalevâtü vetteslîmât , Yâ Rabbî! Kullarının en kıymetlisi kimdir dedikde, gücü yetdiği zemân afv eden [müslimân kimse]dir, buyuruldu) buyurdu.
[Ebû Ya lânın rahimehullah bildirdiği] hadîs-i şerîfde, (Bir kimse, dilini tutarsa, Allahü Teâlâ onun utanacak şeylerini örter. Gazabını tutarsa, kıyâmet günü Allahü Teâlâ azâbını ondan çeker. Bir kimse, Allahü Teâlâ´ya yalvarırsa, kabûl eder) buyuruldu.
Bir hadîs-i şerîfde, (Bir müslümân din kardeşinin ırzına veyâ malına saldırırsa, malın, paranın geçmez olduğu gün gelmeden önce, onunla helâllaşsın! [Helâllaşmazsa] iyi amelleri varsa, hakkı ödeninceye kadar bu amellerinden alınır. İyi amelleri yoksa, hak sâhibinin günâhları buna yükletilir) buyurdu.
Bir hadîs-i şerîfde, (Müflis kimdir, biliyor musunuz? ) buyurdu. (Bizim bildiğimiz müflis, parası, malı olmayan kimsedir) dediler. (Ümmetimden müflis şu kimsedir ki, kıyâmet günü namâzları ile, oruçları ile ve zekâtları ile gelir. Fakat, kimisine sövmüşdür. Kiminin malını almışdır. Kiminin kanını akıtmışdır. Kimini dövmüşdür. Hepsine bunun sevâblarından verilir. Haklarını ödemeden önce sevâbları biterse, hak sâhiblerinin günâhları alınarak buna yüklenir. Sonra Cehenneme atılır) buyurdu.
[Tirmüzî rahimehullah bildiriyor:] Muâviye radıyallahü teâlâ anh , Hazret-i Âişeye radıyallahü teâlâ anhâ mektûb yazarak nasîhat yazmasını istedikde, cevâb yazarak: Allahü Teâlâ´nın selâmı senin üzerine olsun! Resûlullahdan sallallahü teâlâ aleyhi ve alâ âlihi ve sahbihi ve selleme işittim. Buyurdu ki, (Bir kimse, insanların kızacakları şeyde Allahın rızâsını ararsa, Allahü Teâlâ onu, insanlardan geleceklerden korur. Bir kimse, Allahü Teâlâ´nın kızacağı şeyde, insanların rızâsını ararsa, Allahü Teâlâ onun işini insanlara bırakır) dedi.
Allahü Teâlâ bizi ve sizi, hep doğru söyleyenin sallallahü aleyhi ve sellem haber verdiği bu hadîs-i şerîflere uymakla şereflendirsin! Bu hadîs-i şerîfler, her ne kadar [Hind lisânına] terceme edilmedi ise de, Şeyh Ciyû [Seyyid Ferîd] hazretlerinden bunları sorar ve anlarsınız. Bunlara uygun hareket etmeğe çalışırsınız.
Dünyâ hayâtı çok kısadır. Âhıretin azâbları pek acı ve sonsuzdur. İleriyi gören akıl sâhiblerinin, hâzırlıklı olması lâzımdır. Dünyânın güzelliğine ve tadına aldanmamalıdır. İnsanın şerefi ve kıymeti dünyâlıkla ölçülse idi, dünyâlığı çok olan kâfirlerin herkesden dahâ kıymetli ve dahâ üstün olmaları lâzım gelirdi. Dünyânın görünüşüne aldanmak aklsızlıkdır, ahmaklıkdır. Birkaç günlük zamânı büyük ni met bilerek, Allahü Teâlâ´nın beğendiği şeyleri yapmağa çalışmalıdır. Allahü Teâlâ´nın kullarına ihsân, iyilik etmelidir. Kıyâmetde azâblardan kurtulmak için, iki büyük temel vardır: Birisi, Allahü Teâlâ´nın emrlerine kıymet vermek, saygı göstermekdir. İkinci, Allahü Teâlâ´nın kullarına, yarattıklarına şefkat, iyilik etmekdir. Hep doğru söyleyici aleyhissalâtü vesselâm her ne söyledi ise, hepsi doğrudur. Şaka, eğlence, sayıklama sözler değildir. Tavşan gibi gözü açık uyku ne kadar sürecek. Bu uykunun sonu rezîl, rüsvâ olmak ve eli boş, mahrûm kalmakdır. Müminûn sûresinin yüzonbeşinci âyetinde meâlen, (Sizi abes olarak, oyuncak olarak mı yaratdım sanıyorsunuz. Bize dönmiyecek misiniz zan ediyorsunuz ?) buyuruldu. Her ne kadar, böyle sözleri dinleyecek hâlde olmadığınızı biliyorum. Gençsiniz. İçiniz kaynıyor. Dünyâ nimetleri içindesiniz. Herkese sözünüz geçiyor. Her istediğinizi yapabiliyorsunuz. Fakat, size acıdığımız için, iyilik etmek istediğimiz için bunlar yazıldı. Elinizden birşey kaçmış değildir. Tevbe edilecek, Allahü Teâlâ´ya yalvaracak zamândır. Haberleşmemiz lâzımdır. Fârisî mısra tercemesi:
Eğer içerde kimse varsa, bir söz de yetişir!
Doksandokuzuncu Mektup
Bu mektûb, molla Hasen-i Kişmîrîye, cevâb olarak yazılmış olup, Allahü Teâlâ´yı hiçbir ân unutmamak nasıl olacağı, insanın kendini bilmediği uyku zemânında da, Onun unutulmayacağı bildirilmektedir: Kıymetli mektûbunuzu okumakla şereflendik. Bu yolun büyüklerinden ba zısı rahmetullahi aleyhim ecma în Allahü Teâlâ´ya her ân âgâh olduklarını ve uyku zemânında da, her ân, O´nu hâtırladıklarını haber vermişdir. Bunun nasıl olacağını soruyorsunuz. Kıymetli efendim! Bunu anlatabilmek için, önce birkaç şeyi bildirmek lâzımdır. Kısaca yazıyorum. Dikkatli okuyunuz!
İnsanın rûhu, bu gördüğümüz cesed ile birleşmeden önce, terakkî edemez, ilerliyemezdi. Kendine mahsûs makâmda, derecede bağlı ve mahbûs gibi idi. Fakat, bu cesede indikden sonra, yükselebilmek hâssası ve kuvveti ona verilmişdir. Bu hâssası, onu melekden üstün ve şerefli yapmışdır. Allahü Teâlâ lutf ederek, ihsân ederek, rûhu, bu hissiz, hareketsiz olan, hiçbir şeye yaramıyan, karanlık cesed ile birleşdirdi. Rûh ışığını, karanlık cesed ile birleşdiren, madde olmıyan, zemânlı, mekânlı olmıyan rûhu, maddeden yapılan cesed ile bir arada bulunduran, Allahü Teâlâ, çok büyükdür. Bütün büyüklük, üstünlükler, yalnız Ona mahsûsdur. Onda hiç kusûr olamaz. Bu sözün ma nâsını iyi kavramak lâzımdır. Rûh ile cesed, her bakımdan, birbirinin aksi, zıddı olduğundan, bunların bir arada kalabilmesi için, Allahü Teâlâ, rûhu nefse âşık etdi. Bu sevgi, bunların bir arada kalmasına sebeb oldu. Kur ân-ı kerîm, bu hâli bize haber veriyor. Vettîn sûresinin bir âyetinde meâlen, (Biz insanın rûhunu, güzel bir sûretde yaratıp, sonra en aşağı dereceye indirdik) buyuruldu.
Rûhun bu dereceye düşürülmesi ve bu aşka tutulması, kötülemeğe benzeyen bir medhdir. İşte rûh, nefse karşı olan bu aşkı, sevgisi sebebi ile, kendini nefs âlemine atdı ve nefse tâbi , esîr oldu. Hattâ, kendinden geçdi. Kendisini unutdu. Nefs-i emmâre hâlini aldı. Sanki nefs-i emmâre oldu. Rûh, her şeyden dahâ latîf, [maddenin en hafîfi olan hidrogen gazından, hattâ bir elektrondan da dahâ hafîf] olduğundan, madde bile olmadığından, her ne ile birleşirse onun hâline, şekline ve rengine girer. Kendini unutduğu için, evvelâ kendi âleminde, derecesinde iken, Allahü Teâlâ´ya olan bilgisini de unutdu. Câhil ve gâfil oldu. Nefs gibi cehâlet karanlığı ile karardı. Allahü Teâlâ, çok merhametli olduğu, çok acıdığı için, Peygamberler aleyhimüssalevâtü vetteslîmât gönderip, bu büyükler vâsıtası ile rûhu kendine çağırdı ve ma şûku, sevgilisi olan nefse uymamasını, nefsi dinlememesini ona emr etdi. Rûh bu emri dinleyip, nefse uymaz, ondan yüz çevirir ise, felâketden kurtulur. Yok eğer, başını kaldırmaz, nefsle berâber kalmak, bu dünyâdan ayrılmamak isterse, yolunu şaşırır, se âdetden uzaklaşır. Bu sözümüzden, rûhun, nefsle birleşmiş olduğu, hattâ kendisini unutup, nefs hâlini almış olduğu anlaşıldı. İşte rûh, bu hâlde kaldıkca, nefsin gafleti, câhilliği, rûhun da gafleti, cehâleti olur. Yok eğer, rûh, nefsden yüz çevirir, ondan soğur, onun yerine Allahü Teâlâ´yı severse ve kendi gibi, bir mahlûku sevmekden kurtulup, sonsuz var olan, hakîkî Bâkîye âşık olup, bu aşk ile kendinden geçerse, zâhirin, ya nî nefsin gafleti, cehâleti, bâtına, ya nî rûha sirâyet etmez.
O, Allahü Teâlâ´yı bir ân unutmaz. Nefsin gafleti, ona nasıl te sîr etsin ki, o nefsden, temâmen ayrılmışdır. Zâhirden, bâtına hiçbir şey geçmemişdir. İşte bu vakt, zâhir gafletde iken, bâtın âgâhdır, uyanıkdır. Her ân Rabbi iledir. Meselâ, bâdem yağı, bâdem çekirdeğinde bulunduğu müddetce ikisi de aynı birşey gibidir. Yağ, posadan ayrılınca, her ikisinin hâssaları başkadır ve her bakımdan ayrı iki şey olurlar. İşte, bu hâle yükselmiş olan, bir mes ûd, bir bahtiyâr kimseyi, ba zan, tekrâr bu âleme indirirler. Allahü Teâlâ´ya ârif ve âlim olduğu hâlde, bu âleme döndürüp, onun mubârek, şerefli varlığı vâsıtası ile, âlemi nefslerin karanlığından, cehâletinden kurtarırlar. Böyle mubârek bir kimse, insanların arasında bulunur. Görünüşde herkes gibidir, fekat rûhu hiçbir şeye bağlı değildir.
Allahü Teâlâ´ya olan bilgisi ve sevgisi iledir. İstemediği hâlde, onu bu âleme döndürmüşlerdir. Böyle bir müntehî, hakîkate erişen biri, görünüşde, başkaları gibi, Allahü Teâlâ´yı unutmuş, mahlûkların sevgisine tutulmuş sanılır. Hâlbuki, hakîkatde, kendisi, bunlara hiç benzememekdedir. Birşeyin sevgisine tutulmakla, ondan soğuyup, yüz çevirmek arasında çok fark vardır. Şunu da bildirelim ki, böyle bir müntehînin, mahlûklara olan alâkası ve sevgisi, kendi ihtiyârında, elinde değildir. Dünyâya rağbet etmez. Hattâ, Allahü Teâlâ, bu alâkayı istemekde ve beğenmekdedir. Başkalarının alâkası, sevgisi ise, kendilerindendir, dünyâya sarılırlar. Allahü Teâlâ bu alâkalarından râzı değildir, beğenmez. Başka bir fark da, başkaları bu âlemden yüz çevirip, Allahü Teâlâ´yı tanımağa ve sevmeğe kavuşabilirler. Müntehînin, halkdan yüz çevirmesine ise, imkân yokdur. Onun halk ile olması, vazîfesidir. Ancak, vazîfesi biterse, o zemân onu, bu geçici dünyâdan, ebedî, sonsuz âleme nakl ederler. Hakîkî makâmına kavuşur.
Tasavvuf büyükleri, davet makâmını, irşâd derecesini, başka başka anlatmışlardır. Çokları, (Halk arasında, Hak ile olmakdır) dedi. Sözlerin başkalaşması, söz sâhiblerinin hâlleri, dereceleri başka başka olduğu içindir. Herkes, kendi makâmına göre, söylemişdir. Herşeyin doğrusunu Allahü Teâlâ bilir. Seyyid-üt-tâife Cüneyd-i Bağdâdînin kuddise sirruh , (Nihâyete varmak, başlangıca dönmekdir) buyurması işte, yukarda bildirdiğimiz davet makâmına uygun bir tarifdir. Çünki, başlangıcda, hep mahlûkât görülmekde ve sevilmekdedir. Nitekim, (İki gözüm uyur, fekat kalbim uyumaz) hadîs-i şerîfi, kendilerinin Allahü Teâlâ´ya olan dâimî bağlılık ve uyanıklığını bildirmiyor; belki, kendi hâllerine ve ümmetinin hâllerine uyanık olup, gâfil olmadığını haber vermekdedir. Bunun içindir ki, Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem uyuması, abdestini bozmaz idi. Peygamber, ümmetini korumakda, bir sürünün çobanı gibi olduğu için, ümmetini bir ân unutması, Peygamberlik makâmına uygun olmaz. Bunun gibi, (Allahü Teâlâ ile öyle vaktlerim oluyor ki, o zemânlarda, aramıza hiçbir üstün melek ve Peygamber giremez) hadîs-i şerîfi de, her zemân değil, ba zandır. Bu zemânlarda da, mahlûklardan yüz çevirip, ayrılması îcâb etmez. Çünki, Allahü Teâlâ, ona tecellî etmekde, görünmekdedir. Yoksa O, mahlûkları unutup, tecellîleri aramakda değildir. Maşûkun, âşıka cilvesi gibi olup, âşık maşûkun peşinde değildir. Fârisî beyt tercemesi:
Sûret aynasında sefer, hareket olmaz,
Çünki onda nûrânî olmıyan sûret olmaz.
Hulâsa, mahlûklara dönülünce, önce kalkmış olan perdeler, geri gelmez. Arada perde olmadığı hâlde, onu mahlûklar arasına salıp, mahlûkların kurtulmasına, uyandırılmasına sebeb ve vâsıta kılarlar. Böyle bir kimse, böyle bir pâdişâha çok yakın olan, bir devlet adamı gibidir. Bununla berâber, kendisine milletin işlerini görmek, dertlerini çözmek vazîfesi de verilmişdir. Sona gelip, geri dönmüş olanlar ile henüz başlangıçda olanlar arasındaki farklardan biri de budur. Çünki, başda olanlar, perdelerin arkasındadır. Geri dönmüş olanlardan ise, perdeler kalkmışdır. Allahü Teâlâ size ve doğru yolda olanlara selâmet versin! Âmîn.