Rasit Tunca Net

Tam Versiyon: Allah’ın Arşa İstiva Etmesi ile ilgili ayetler
Şu anda arşiv modunu görüntülemektesiniz. Tam versiyonu görüntülemek için buraya tıklayınız.
Allah’ın Arşa İstiva Etmesi ile ilgili ayetler



A'râf / 54. Ayet
اِنَّ رَبَّكُمُ اللّٰهُ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ ف۪ي سِتَّةِ اَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ يُغْشِي الَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَث۪يثًاۙ وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِه۪ۜ اَلَا لَهُ الْخَلْقُ وَالْاَمْرُۜ تَبَارَكَ اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَم۪ينَ

Şüphesiz sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan sonra arşa istivâ eden; gündüzü, kendisini süratle kovalayan geceyle bürüyüp örten; güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğdiren Allah’tır. Bilin ki, yaratma da, emir ve idâre yetkisi de yalnız O’na aittir. Âlemlerin Rabbi olan Allah yüceler yücesidir.

---

Tevbe / 129. Ayet
فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِيَ اللّٰهُۘ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظ۪يمِ

Rasûlüm! Bütün bunlara rağmen, onlar yine de sana inanmaktan yüz çevirirlerse de ki: “Bana Allah yeter. O’ndan başka ilâh yoktur. Yalnız O’na dayandım, O’na güvendim. O, büyük arşın Rabbidir.”

---

Yunus / 3. Ayet
اِنَّ رَبَّكُمُ اللّٰهُ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ ف۪ي سِتَّةِ اَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ يُدَبِّرُ الْاَمْرَۜ مَا مِنْ شَف۪يعٍ اِلَّا مِنْ بَعْدِ اِذْنِه۪ۜ ذٰلِكُمُ اللّٰهُ رَبُّكُمْ فَاعْبُدُوهُۜ اَفَلَا تَذَكَّرُونَ

Şüphesiz Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arşa hükümrân olan, her şeyi ve her işi yerli yerince yöneten Allah’tır. O’nun izni olmadan şefaat edebilecek hiç kimse yoktur. Rabbiniz Allah işte budur. Öyleyse O’na kulluk edin. Hâlâ düşünüp ders almayacak mısınız?

---

Hûd / 7. Ayet
وَهُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ ف۪ي سِتَّةِ اَيَّامٍ وَكَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْمَٓاءِ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلًاۜ وَلَئِنْ قُلْتَ اِنَّكُمْ مَبْعُوثُونَ مِنْ بَعْدِ الْمَوْتِ لَيَقُولَنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اِنْ هٰذَٓا اِلَّا سِحْرٌ مُب۪ينٌ

Sizi imtihan edip hanginizin daha güzel amel işleyeceğini ortaya çıkarmak için gökleri ve yeri altı günde yaratan O’dur. Arşı ise daha önce su üzerinde idi. Buna rağmen şayet: “Siz öldükten sonra kesinlikle diriltileceksiniz” diyecek olsan, inkâra saplananlar muhakkak: “Bu düpedüz bir büyüden başka bir şey değil” derler.

---

Ra'd / 2. Ayet
اَللّٰهُ الَّذ۪ي رَفَعَ السَّمٰوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَۜ كُلٌّ يَجْر۪ي لِاَجَلٍ مُسَمًّىۜ يُدَبِّرُ الْاَمْرَ يُفَصِّلُ الْاٰيَاتِ لَعَلَّكُمْ بِلِقَٓاءِ رَبِّكُمْ تُوقِنُونَ

Allah O’dur ki gökleri sizin görebileceğiniz bir direk olmaksızın yükseltti, sonra da arş üzerine kuruldu ve güneşle ayı emrine boyun eğdirdi. Bunların her biri belirli bir vakte kadar yörüngesinde dönüp duracaktır. O, tam bir nizama koyduğu kâinatta her işi çekip çeviriyor, her şeyi idâre ediyor ve gerçeğin bütün işaret ve delillerini detaylarıyla açıklıyor ki, bir gün gelip Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanasınız.

---

İsrâ / 42. Ayet
قُلْ لَوْ كَانَ مَعَهُٓ اٰلِهَةٌ كَمَا يَقُولُونَ اِذًا لَابْتَغَوْا اِلٰى ذِي الْعَرْشِ سَب۪يلًا

Rasûlüm! De ki: “Faraza, onların iddia ettikleri gibi Allah ile beraber başka ilâhlar olsaydı, bu takdirde o ilâhların hepsi, arşın sahibine ulaşmak için mutlaka bir yol ararlardı.”

---

Tâ-Hâ / 5. Ayet
اَلرَّحْمٰنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى

Rahmân arşa istivâ etmiştir.

---

Enbiyâ / 22. Ayet
لَوْ كَانَ ف۪يهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَاۚ فَسُبْحَانَ اللّٰهِ رَبِّ الْعَرْشِ عَمَّا يَصِفُونَ

Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisinin de dengesi ve düzeni kesinlikle bozulur giderdi. Arşın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdığı her türlü çirkin vasıflardan uzaktır, yücedir!

---

Mü'minûn / 86. Ayet
قُلْ مَنْ رَبُّ السَّمٰوَاتِ السَّبْعِ وَرَبُّ الْعَرْشِ الْعَظ۪يمِ

Onlara: “Peki, yedi kat göğün Rabbi ve büyük arşın sahibi kimdir?” diye sor.

---

Mü'minûn / 116. Ayet
فَتَعَالَى اللّٰهُ الْمَلِكُ الْحَقُّۚ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ رَبُّ الْعَرْشِ الْكَر۪يمِ

Mutlak hâkim ve yegâne gerçek olan Allah yüceler yücesidir. Ondan başka ilâh yoktur. O, çok şerefli arşın sahibidir.

---

Furkan / 59. Ayet
اَلَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا ف۪ي سِتَّةِ اَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِۚۛ اَلرَّحْمٰنُ فَسْـَٔلْ بِه۪ خَب۪يرًا

O Allah ki gökleri, yeri ve aralarında bulunan her şeyi altı günde yarattı, sonra da arşa istivâ etti. O Rahmân’dır. Artık yaratılışın sırrını, her şeyi en iyi bilen Rabbine sor!

---

Neml / 26. Ayet
اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظ۪يمِ

“O Allah ki, O’ndan başka ilâh yoktur. O, büyük arşın Rabbi­dir.”

---

Secde / 4. Ayet
اَللّٰهُ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا ف۪ي سِتَّةِ اَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِۜ مَا لَكُمْ مِنْ دُونِه۪ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا شَف۪يعٍۜ اَفَلَا تَتَذَكَّرُونَ

O Allah ki, gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunan her şeyi altı günde yarattı, sonra da arş üzerine istivâ etti. Sizin O’ndan başka ne bir dostunuz ne de bir şefaatçiniz vardır. Hâlâ düşünüp ders ve öğüt almayacak mısınız?

---

Zümer / 75. Ayet
وَتَرَى الْمَلٰٓئِكَةَ حَٓافّ۪ينَ مِنْ حَوْلِ الْعَرْشِ يُسَبِّحُونَ بِحَمْدِ رَبِّهِمْۚ وَقُضِيَ بَيْنَهُمْ بِالْحَقِّ وَق۪يلَ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ

O gün melekleri de görürsün; arşın etrafını kuşatmış, Rablerini överek tesbih ediyorlar. Böylece tüm insanlar hesaba çekilecek, aralarında adâletle hükmedilecek ve “Sonsuz hamd ü senâlar olsun Âlemlerin Rabbi Allah’a!” denilecek.

---

Mü'min / 7. Ayet
اَلَّذ۪ينَ يَحْمِلُونَ الْعَرْشَ وَمَنْ حَوْلَهُ يُسَبِّحُونَ بِحَمْدِ رَبِّهِمْ وَيُؤْمِنُونَ بِه۪ وَيَسْتَغْفِرُونَ لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُواۚ رَبَّنَا وَسِعْتَ كُلَّ شَيْءٍ رَحْمَةً وَعِلْمًا فَاغْفِرْ لِلَّذ۪ينَ تَابُوا وَاتَّبَعُوا سَب۪يلَكَ وَقِهِمْ عَذَابَ الْجَح۪يمِ

Arşı taşıyan ve onun etrafında bulunan melekler, Rablerini överek tesbih eder, O’na inanır ve mü’minlerin bağışlanmaları için şöyle dua ederler: “Rabbimiz! Senin ilmin ve rahmetin her şeyi kuşatmıştır. O halde tevbe edip sana yönelen ve senin yoluna uyanları bağışla ve onları kızgın alevli cehennem azabından koru!”

---

Mü'min / 15. Ayet
رَف۪يعُ الدَّرَجَاتِ ذُو الْعَرْشِۚ يُلْقِي الرُّوحَ مِنْ اَمْرِه۪ عَلٰى مَنْ يَشَٓاءُ مِنْ عِبَادِه۪ لِيُنْذِرَ يَوْمَ التَّلَاقِۙ

Dereceleri yükselten ve arşın sahibi olan Allah, o büyük buluşma gününün dehşeti ile korkutmak üzere kendi emrinden olan vahyi kullarından dilediğine indirir.

---

Zuhruf / 82. Ayet
سُبْحَانَ رَبِّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ رَبِّ الْعَرْشِ عَمَّا يَصِفُونَ

Göklerin, yerin ve arşın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları her türlü noksanlıktan pak ve uzaktır.

---

Hadid / 4. Ayet
هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ ف۪ي سِتَّةِ اَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِۜ يَعْلَمُ مَا يَلِجُ فِي الْاَرْضِ وَمَا يَخْرُجُ مِنْهَا وَمَا يَنْزِلُ مِنَ السَّمَٓاءِ وَمَا يَعْرُجُ ف۪يهَاۜ وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْۜ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ

Gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da arşa istivâ eden O’dur. O yere gireni de, ondan çıkanı da, gökten ineni de, göğe yükseleni de bilir. Nerede olursanız olun, O dâimâ sizinle beraberdir. Allah, bütün yaptıklarınızı hakkıyla görmektedir.

---

Hâkka / 17. Ayet
وَالْمَلَكُ عَلٰٓى اَرْجَٓائِهَاۜ وَيَحْمِلُ عَرْشَ رَبِّكَ فَوْقَهُمْ يَوْمَئِذٍ ثَمَانِيَةٌۜ

Melekler de göğün etrafında bulunurlar. Rabbinin arşını o gün, başlarının üstünde sekiz melek yüklenir.

---

Hâkka / 32. Ayet
ثُمَّ ف۪ي سِلْسِلَةٍ ذَرْعُهَا سَبْعُونَ ذِرَاعًا فَاسْلُكُوهُۜ

“Ardından da onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire vurun!”

---

Tekvir / 20. Ayet
ذ۪ي قُوَّةٍ عِنْدَ ذِي الْعَرْشِ مَك۪ينٍۙ

Bir Elçi ki pek kuvvetli, arşın sahibi yanında çok itibarlı.

---

Bürûc / 15. Ayet
ذُو الْعَرْشِ الْمَج۪يدُۙ

Arşın gerçek sahibi, şanı pek yüce olan,

---


► Allah O’dur ki; gökleri direksiz bir şekilde yükseltti. Siz onu görmektesiniz. Sonra arşa istiva etti. Güneş’e ve Ay’a boyun eğdirip emrine amade kıldı. Her biri belirlenmiş bir süreye kadar (bir yörüngede) akıp gider. Her işi çekip çevirir, idare eder. Rabbinizle karşılaşacağınıza yakinen inanın diye (Allah,) ayetlerini detaylı bir biçimde açıklar.(13/Ra'd 2)

Allah’ın (cc) isim ve sıfatları hakkında bk. 3/Âl-i İmran, 181; 7/A’râf, 180; 57/Hadîd, 4;

Kur’ân’ın mufassal/detaylandırılmış bir kitap olmasının hikmetleri için bk. 6/En’âm, 55

► Er-Rahmân arşa istiva etti.(20/Tâhâ 5)

► (O Allah) ki gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri altı günde yaratan, sonra arşa istiva edendir. (O,) Rahmân’dır. O’nu bilene sor.(25/Furkân 59)

Allah’ın (cc) isim ve sıfatları hakkında bk. 3/Âl-i İmran, 181; 7/A’râf, 180; 57/Hadîd, 4

► Allah, gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri altı günde yarattı, sonra da arşa istiva etti. Sizin, O’nun dışında bir veliniz ve şefaatçiniz yoktur. Öğüt almaz mısınız?(32/Secde 4)

Allah’ın (cc) isim ve sıfatları hakkında bk. 3/Âl-i İmran, 181; 7/A’râf, 180; 57/Hadîd, 4

► Gökleri ve yeri altı günde yaratıp sonra da arşa istiva eden O’dur. Yere giren, ondan çıkan, gökten inen ve ona çıkan her şeyi bilir. Nerede olursanız O, sizinle beraberdir. Allah, yaptıklarınızı görendir.(57/Hadîd 4)

Allah’ın (cc) arşına istiva etmesi, O’nun her daim ilmi, görmesi ve kuşatıcılığıyla kullarıyla beraber olmasına engel olmadığı gibi; ilmiyle kullarını kuşatması da zatı ve sıfatlarıyla en yüce (El-Aliy) olmasına engel değildir.

Kur’ân ve sahih Sünnet bütünlüğünde anlıyoruz ki; Allah (cc), yedi kat göğün üzerinde arşına istiva etmiştir; görmesi, işitmesi ve ilmiyle her daim kullarıyla beraberdir.

Allah’ın (cc) isim ve sıfatlarıyla ilgili ayrıca bk. 3/Âl-i İmran, 181; 7/A’râf, 180; 42/Şûrâ, 11
RAHMAN ARŞA İSTİVA ETTİ
İSTİVÂ

ALLAHu Teâlâ'nın haberi sıfatlarından istilâ uluvv, suûd ve irtifa anlamlarında haberî bir terim.

Kur'ân-ı Kerîm'de "istivâ" sözcüğü dokuz yerde kullanılmaktadır. Bu kullanışların hepsinde fiil olarak "istevâ: istivâ etti" şeklindedir. Bunlardan ikisi, "ilâ:...e doğru" edatı ile kullanılmıştır. Söz konusu ayetler şöyledir:
"O ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı, sonra göğe yöneldi (istevâ), onları yedi gök olarak düzenledi. O, her şeyi bilir" (Bakara, 29);
"Sonra duman halinde olan göğe yöneldi (istevâ)..." (Fussilet, 11).

ALLAH Teâlâ hakkında "istivâ" söz konusu edilirken, bu iki ayetteki kullanılış pek bir problem teşkil etmemektedir.

Diğer yedi yerde ise, "istivâ" sözcüğü "alâ: üzerine, üzerinde" edatıyla kullanılmıştır. Bunların altısında "summâstevâ ale'l-Arş" şeklinde kullanılmıştır (el-A'râf, 7/54; Yunus, 10/3; er-Ra'd, 13/2; el-Furkân, 25/59; es-Secde, 32/4; el-Hadîd, 57/4).
Bir yerde de "er-Rahmanu ale'l-Arşi istevâ: O Rahman Arş'a istivâ etti" (Tâhâ, 20/5) şeklinde kullanılmıştır.

"İstivâ" denildiğinde bu yedi yerdeki kullanılış kastedilir. ALLAH'ın haberi sıfatları konusunda farklı görüşlerin en çok ileri sürüldüğü meselelerin başında, "istivâ" meselesi gelir. İstiva ile ilgili olarak görüş ileri süren alimleri önce iki gruba ayırmak mümkündür.

a- Te'vil yolunu seçenler.

b- Te'vil yoluna sapmayıp sözü zâhiri üzere kabul edenler.

İslâm tarihinde ALLAH'ın sıfatları konusunda te'vil çığırını başlatanlar, Mu'tezilî âlimleridir. Onlara göre "istivâ", istilâ ve hâkimiyeti altına alma anlamındadır. (Eş'arî, Makalâtu'l İslâmiyyîn, Kahire 1969, 1, 285; İbn Hazm, el-Fısal fi'l-Milel ve'n-Nihal, Beyrut 1975, 11, 123).

Mu'tezile, ALLAH Teâlâ'nın kulların vasıflandığı sıfatlarla nitelenmesinin caiz olmayacağını, bunların kabulünün teşbihi gerektireceğini söylemiştir. Bu çığırı ilk başlatan Ca'd b. Dirhem (118/736) dır. Ondan Cehm b. Safvân (128/745) bu görüşü almıştır (İbnu'l-Esir, el-Kâmil, V, 236).

Niçin te'vil yoluna gittiklerini de şöyle izah ederler:
"İstivâ sözünü zahirine hamledersek, ALLAH hakkında mekân ve yön tayin etmiş oluruz ki, bu, ancak cisimler için söz konusudur."
Bu sebeple de bu âyetleri te'vil etmeyenleri Mucessime ve Muşebbihe olmakla itham ederler. Onlara göre ALLAH bir yerde değil, her yerdedir. Mu'tezile te'vil'in gerektiğini ileri sürerek ALLAH'ın bu sıfatlarını nefyetmiş olacağından, onları haberi sıfatları nefyedenler olarak tesbit etmek de mümkündür (Metin Yurdagür, ALLAH'ın Sıfatları, s. 239).

Te'vile sapmayıp "istiva" lafzını zâhiri üzere anlayanları da iki gruba ayırmak mümkündür:

a- ALLAH'ın cisim olduğunu söyleyenler,

b- ALLAH'ı yaratıklarına benzetmeyenler,

ALLAH'ın cisim olduğunu söyleyenler, söz konusu ayetleri, insanın kürsiye oturması gibi ALLAH'ın Arş'a oturduğunu; insanlarda olduğu gibi ALLAH'ın da et, kemik ve kandan olup el, ayak, baş ve gövdesinin bulunduğunu söylerler. Bu sebebledir ki bunlara "Mucessime ve Muşebbihe" ismi verilmiştir.

ALLAH'ı yaratıklarına benzetmeyi reddederek "İstiva"yı kabul edenlere gelince, Ehl-i Sünnet ve ümmetin selefinin görüşü budur.
Eş'arî (ö. 324/935) meşhur "Makalâtu'l İslâmiyyin" isimli eserinde bu konudaki fırkaların görüşlerini serdederken şöyle demektedir:
"Ehl-i Sünnet ve hadis ehli dedi ki: ALLAH cisim değildir ve yaratıklara benzemez. O, Arş'ın üzerindedir. Nitekim;"O Rahman, Arş'a istivâ etti" buyurulmuştur. ALLAH'ın söylediğinden öteye gitmez, söz söylemeyiz. Aksine, keyfiyetsiz olarak istivâ etmiştir, deriz" (Eş'arî, a.g.e., I. 285).

Eş'arî, bu sözleriyle ALLAH'ın, Arş'ın yukarısında olduğunu, bunun nasıllığının tarafımızdan bilinemeyeceğini, istivâyı te'vil etmenin ve ALLAH'ı yaratıklara benzetmenin yanlış olduğunu söylemek istemektedir.
Nitekim"el-İbâne an Usûli'l-Diyâne" isimli eserinde meseleyi daha geniş bir şekilde şöyle izah eder:
"Biri çıkıp: İstivâ hakkında ne dersiniz? diyecek olursa, ona deriz ki: ALLAH, Arş'ı üzerine istivâ etmiştir. Nitekim ALLAH şöyle buyurmaktadır:
"O Rahman Arş'a istivâ etti" (Tâhâ, 5);
"Güzel söz O'na çıkar" (Fâtır, 105)
"Hayır ALLAH onu (İsâ'yı) kendisine yükseltti" (Nisâ, 158);
"(ALLAH, yaratma) işi (ni) gökten yere düzenler" (Secde, 5).
ALLAH, Firavun'dan nakille şöyle buyuruyor:
"Firavun dedi: Ey Hâmân, bana yüksek bir kule yap ki o sebeblere (yollara) erişeyim, (yani göklerin yollarına erişeyim de Mûsâ'nın ilahına çıkıp bakayım)" (Mu'min, 36-37).
Bu sözleriyle Firavun, Mûsâ (a.s.)'ın, ALLAH'ın göklerin yukarısında olduğu şeklindeki sözünü yalanlamaktadır. ALLAH Teâlâ yine şöyle buyurmaktadır:
"Gökte olanın, sizi yere batırmayacağından emin misiniz?" (Mulk, 16).
Göklerin yukarısında Arş vardır. Arş, göklerin yukarısında olunca "Gökte olandan emin misiniz?" buyurmuştur. Çünkü ALLAH, göklerin üzerindeki Arş'a istivâ etmiştir. Her yukarıda olan, göktür. Arş, göklerin en yukarısıdır"
(İmam el-Eş'ârî, el-İbâne an Usûlu'd-Diyâne, Medine 1975, s. 30-31).

Eş'arî bu konuya devam ederek, dua esnasında insanların ellerini Arş'a doğru kaldırdıklarını, Mu'tezile, Cehmiyye ve Hâriciyye mezheplerine muntesib olanların, istivâ'yı istilâ, mulk ve kahr gibi şeylerle te'vil ederek ALLAH'ın her yerde olduğunu söylediklerini, Hak ehlinin görüşü olan ALLAH'ın Arş'ın üzerinde' olduğu görüşüne karşı çıktıklarını anlatır ve bu konuda daha pek çok delil sıralar.

Maturidîler istiva ve diğer haberî sıfatları te'vil etmemişlerdir (Suleyman Uludağ, Kelâm İlmi ve İslâm Akâidi, s. 50).

İmam Maturudî (333/944) Kitabu't-Tevhîd'de, "İstiva" ayeti ile ilgili muhtemel bir çok te'villeri (mulk, ulûvv, Arşı ta'zim ve teşrif, istilâ, kasd vb.) sıralayıp, teşbihe kaçan anlayışları reddeddikten sonra şöyle demektedir:

"Bu mevzuda bize göre aslolan şudur ki, ALLAH Teâlâ; "Hiç bir şey O'nun benzeri olamaz" buyurmak suretiyle kendini mahlukatına benzetmekten tenzih etmiştir. Nitekim biz de O'nun fiillerinde ve sıfatlarında benzeri bulunmadığını, benzerlerinden münezzeh olduğunu yukarıda beyan etmiştik. Bundan ötürü, "Rahman'ın Arş üzerine istivâsını " vahyin getirdiği ve akılda sabit olduğu gibi kabul etmemiz gerekir. Artık biz bu ayetin belli bir anlam ile kesin te'viline hükmedemeyiz. Çünkü zikrettiğimiz te'villerden herhangi birine ihtimali olduğu kadar; henüz bize ulaşmamış, teşbih şâibesi taşımayan başka bir manaya gelmesi de muhtemeldir. Biz ancak bu ayette ALLAH'ın o tabirle muradı ne ise, ona iman ederiz. Vahy ile sabit olan ru'yetullah vb. diğer meselelerde de inancımız böyledir. Bu hususlarda teşbihi nefyederek, hiç bir yorum yapmadan murâd-ı ilâhi her ne ise ona iman gereklidir."
(Maturidî, Kitabu't-Tevhîd, s. 74).

Hanefi mezhebinin imamı Ebû Hanife (öl. 150/766) de ayni görüştedir. O şöyle demektedir:
"Bilmiyorum, Rabbim gökte midir, yerde midir" diyen kâfir olur. "ALLAH Arş'ın üzerindedir ama Arş gökte midir, yoksa yerde midir, onu bilmiyorum" diyen de kâfir olur. ALLAH'a dua ederken yukarıya yönelinir, aşağıya değil. Çünkü aşağının rubûbiyet ve ulûhiyyet vasfıyla hiçbir ilgisi yoktur.

Nitekim şu hadis de bunu anlatıyor:
Bir adam Peygamber'e siyah bir cariye getirdi ve:

- Benim üzerime mu'min bir köle azat etmek vacib oldu. Bu kâfi midir? diye sordu.
Peygamber (s.a.v) o cariyeye sordu: "Sen mu'min misin?"
Cariye: "Evet" dedi.
Peygamber (s.a.v.): "Peki, ALLAH nerededir?" diye sordu.
Cariye göğe işaret etti.
Bunun üzerine Peygamber: "Onu azad et, o mu'mindir" dedi.
(Muslim, el-Mesacid, 33; Ebû Davud, es-Salat, 167, Eyman, 16; Nesâî, Sehv ; Muvatta, Itk.8-9; Ahmed îbn Hanbel, 11/291. 1;
İbnu Ebi'l-İzz el-Hanefi, Şerhu'l Akîdeti't-Tahâviyye, Beyrut 1988, s. 288; İmam-ı Azam'ın Beş Eseri, İstanbul, 1981, s. 45-48 Arabca kısmı).

Nitekim Ebû Hanife'nin talebesi Ebû Yusuf, ALLAH'ın gökte (yukarıda) olduğunu reddeden Bişr el-Merisî'yi bu görüşünden dolayı hesaba çekmiş ve tövbe etmesini istemiştir.
(İbnu Ebi'l-İzz el-Hanefi, Şerhu'l Akîdeti't-Tahâviyye, Beyrut 1988, s. 288)

Görülüyor ki, kelâm metodunu büyük çapta benimseyen imamlarımızdan Eş'ari'de müşahede edilen haberî sıfatların (ve muteşabihatın) te'vili konusunda muhafazakârlık, İmam Maturîdî'de de aynen mevcuttur. Ancak, Ehl-i Sünnetin her iki koluna mensub muteahhir âlimlerin aynı tutumu devam ettirmedikleri, te'vili benimsediklerini de biliyoruz. Muteahhirin'in bu tutumunun sebepleri arasında avâmın yanlış yorumlarla teşbihe düşmelerini önlemek gayesini sayabiliriz. Onlar bu gayeyle Arap dilinin müsaadesi çerçevesinde bu sıfatların mecazi mâhiyette te'vilini caiz görmüşler, fakat yapılan bu te'villerin ihtimal dairesinin ötesine geçemediğini ve kesin olmadığını da belirtmeyi ihmâl etmemişlerdir (el-Beydâvî, İşârâtü'l-Merâm min İbârâti'l İmâm, 186-189; krş: Gazzâlî, el-İktisâd, s. 52-53).

İmam Mâlik'e ALLAH'ın Arş'a nasıl istivâ ettiği sorulduğunda; "O Rahman, kendini vasıfladığı şekilde Arş'a istivâ etmiştir, O'nun hakkında nasıl sorusu sorulmaz" demiştir. Başka bir rivayete göre ise şöyle demiştir:

"İstivâ (Arab dilinde anlamı)meçhul değildir. Keyfiyeti akıl ile bilinmez. Buna iman etmek vacibdir ve bu konuda soru sormak bid'attir" (Beyhakî, el-Esmâ' ve's-Sıfât; Mısır 1358, s. 408)

Selef hakkında şöyle denebilir: Onlar, nassların sınırlarını aşmamak için bu gibi konularda çok titiz davranır ve fazla izahatta bulunmaz, teferruata dalmazlardı.

------------

Câbir ibnu Abdullah (r.anh)’dan, şöyle dedi:
Rasulullah (s.a.v.) Veda haccında Arefe günü vermiş olduğu hutbede şöyle buyurdu:
Ben vazifem olan tebliği yaptımmı ne diyorsunuz?
Sahabelerde; Evet Ya RasulAllah hakkı ile yaptın diye cevab verdiler.
Rasulullah (s.a.v.) de şehâdet parmağını SEMAYA DOĞRU KALDIRIP İNSANLARA KARŞI İNDİREREK ALLAH'IM ŞAHİD OL DİYE ÜÇ KERE TEKRAR ETTi.
(Bu Hadis'i Buhâri (1739) Muslim (121 Ebu Davud (1905) ve Ahmed (1/447) rivayet etmişlerdir.)

"Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden ALLAH'tır. Gündüzü, durmaksızın kendisini kovalayan geceyle örten, güneşe, aya ve yıldızlara kendi buyruğuyla baş eğdirendir. Haberiniz olsun, yaratmak da, emir de (yalnızca) O'nundur. Alemlerin Rabbi olan ALLAH ne yücedir." (Âraf 54)
"Şubhesiz sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden, işleri evirip-çeviren ALLAH'tır. Onun izni olmadıktan sonra, hiç kimse şefaatçi olamaz. İşte Rabbiniz olan ALLAH budur, öyleyse O'na kulluk edin. Yine de öğüt alıp düşünmeyecek misiniz?" (Yunus 3)

- Ebu Rezîn el-Ukeylî (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Ey ALLAH'ın Rasûlu, dedim, mahlukatını yaratmazdan önce Rabbimiz nerede idi?"
Bana şu cevabı verdi:
"el-Amâ'da idi. Ne altında hava, ne de üstünde hava vardı. Arşını su üzerinde yarattı."
Ahmed İbnu Hanbel dedi ki:
"Yezid şunu söyledi: el-Amâ, yani "ALLAH'la birlikte başka bir şey yoktu" demektir."
(Tirmizî, Tefsir, Hud (3108). kutub-i sitte 1657)


---------------------

Yoksa gökyüzünü (yaratmak mı), ki onu ALLAH bina etti, onu yükseltip düzene koydu" (Naziat: 27-28)
Sonra onun yüksekliğini ve yoğunluğunu, Arş'm üzerinde olduğunu bildirdi, Rasulullah (s.a.v.)'in lisanıyla onu beyan etti:
Abbas b. Abdulmuttalib'den rivayet olduğu üzere şöyle demiştir:

Rasulullah (s.a.v)'ın yanındaydık. Bir bulut geçti.
Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.): "Bunun ismi nedir bileniniz var mı?" diye sordu.
"Bu buluttur" dedik.
Rasulullah (s.a.v.): "Buna muzn de denir" dedi.
"Evet, mûzn de denir" dedik.
Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.): "Anane da denir" buyurdu.
"Evet, anane de denir dedik."
Sonra Rasulullah (s.a.v.): "Biliyor musunuz, sema ile arz arasındaki uzaklık ne kadardır?" diye sordu.
"ALLAH ve Rasulu bilir" dedik.
"Öyleyse bilin, ikisi arasındaki uzaklık ya yetmiş bir, veya yetmiş iki veya yetmiş üç senedir. Onun üstündeki sema (nın uzaklığı da) böyledir."
Rasulullah yedi semayı sayarak her biri arasında bu şekilde uzaklık bulunduğunu söyledi. Sonra ilave etti:
"Yedinci semanın ötesinde bir deniz var. Bunun üst sathı ile dibi arasında iki sema arasındaki mesafe kadar mesafe var. Bunun da gerisinde sekiz adet yabani keçi (suretinde melek) var. Bunların tırnakları ile dizleri arasında iki sema arasındaki mesafe gibi uzaklık var, sonra bunların sırtlarının gerisinde Arş var, Arş'ın da alt kısmı ile üst kısmı arasında iki sema arasındaki uzaklık gibi mesafe var. ALLAH Azze ve Celle bütün bunların üstündedir."
(Ebu Davud, Sunnet: 19, İbn Mace, Mukaddime: 13, Tırmizi, Tefsir: 67)

İZAH:
Mubarekfuri şöyle diyor: "Bu hadiste ALLAH'ın Arş'ın üzerinde olduğuna bir delil vardır, bu gerçeğe Kur'an ayetleri ve nebevi hadisler delalet ediyor, bu sahabeden selef-i salihinin ve tabiinin ve ilim ehlinin mezhebidir. Onlar şöyle dediler: "ALLAH-u Teala Arş'a keyfiyetsiz, teşbihsiz ve te'vilsiz olarak istiva etti, istiva ma'lumdur, keyfiyeti meçhuldur.
Cehmiyye Arş'ı ve ALLAH'ın onun üzerinde olduğunu inkar ettiler ve O, her yerdedir, dediler. Bunların çirkin ve batıl makaleleri vardır.
Selefin mezhebi üzerinde durmak ve Cehmiye'nin makalelerine karşılık yazılanları araştırmak isteyenin, Beyhaki'nin Kitab-u'l-Esma' ve's-Sıfat'ına, Buhari'nin Kitab-u Efal-i'l-ıbad'ına ve Zehebi'nin Kitab-u'l-Uluv'una bakması gerekir.
Ayrıca İbn-i Mendeh'in Kitab-u'r-Red'dine, Darakutni'nin Kitab-u's-Sıfat ve'n-Nuzul'une ve Kitab-u'1-Lali-kai' ye ve İbn-i Huzeyme'nin et-Tevhid'ine baksınlar.
Muberakfuri ; Tuhfetu'l-Ahvazi 9/225-226.
MUTEŞABİH AYETLER TEVİL EDİLEMEZ

(Bu ayetlerin tevilinde : elden maksat ALLAH’ın kudreti , yahut nimetidir , denilemez. Zira bu türlü tevillerde ALLAH’ın sıfatlarını iptal vardır. ALLAH’ın sıfatlarını iptal ise Kaderiye ve Mutezile taifesinin sözleridir. Lakin ALLAH’ın eli , keyfiyetsiz olarak sıfatıdır. ALLAH’ın gazab ve rızası da yine keyfiyetsiz olarak ALLAH’ın sıfatlarıdır.)
Yani bu sıfatların nasıl olduğunu biz bilmeyiz , ancak ALLAH kendisi bilir .

“El” sözü için olduğu gibi ALLAH’a izafe edilen “yüz” sıfatı için de ALLAH tealanın zatıdır , ayn sözünden maksat , görmesidir , Arş üzerinde durmasından maksat da Arş’ı istila etmesidir, (kaplamasıdır) denilemez. Bu ayetler tevil edilemez. Çünkü Cenabı ALLAH özellikle bu kelimeleri kullanmış , bunların yerine , kudret , nimet, görme ve istila kelimelerini zikretmemiştir .
Doğrusu Cenabı ALLAH el kelimesinden nimet ve kudret gibi iki manadan başkasını kasdetmiştir. Bu sıfatlar ALLAH hakkında muteşabih sıfatlardandır. İmam Azam da Cumhur-u Selefe uyarak aynı görüşe katılmıştır. Ondan sonra gelen ilim adamları da ona uymuşlardır . ALLAH Tealanın gadab ve rıza sıfatlarından gazabı ve intikamı dilemek , rızası ile nimet vermeyi dilemek kastedilmiştir , tarzında tevil yapılamaz . Bunlardan maksat , esas konuluş gayeleri olan nimet ve azabtır .

Fahr’ul-İslam demiştir ki : ALLAH için , el ve yüz isnat etmek bize göre haktır . Bu el ve yüz aslı ile bilinen ve vasfı ile müteşabih olan sıfatlardır.
Vasfını yapmaktan aciz olduğundan dolayı bu sıfatların aslını ALLAH hakkında iptal etmek caiz değildir . İşte Mutezile bu yönden sapımıştır .
Zira onlar , makul bir şekilde sıfatların vasfını bilmedikleri için bu sıfatların asıllarını da reddetmişlerdir. Bu şekilde onlar da ALLAH’ın sıfatlarını inkar ve tatil edenlerden oldular.

Şems’ul-Eimme Serahsi de bu noktayı zikrettikten sonra şöyle diyor :
“Ehl-i Sünnet vel Cemaat , nalsa , yani kati ayetler ve kesin delaletlerle bilinen aslı iptal ettiler , sıfatların aslını iptal ettiler , fakat muteşabih olan keyfiyeti üzerinde ise bir şey söylemeyip sustular. Bununla beraber sıfatların keyfiyetini aramakla meşgul olmayı caiz görmediler. Nitekim Yüce ALLAH , gerçek bilgi sahiplerini şu şekilde vasıflandırmaktadır :

فَأَمَّا الَّذِينَ في قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ
مِنْهُ ابْتِغَاء الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاء تَأْوِيلِهِ وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلاَّ اللّهُ
وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِّنْ عِندِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُواْ الألْبَابِ{7
Kalblerinde kaypaklık olanlar, sırf fitne çıkarmak için, bir de kendi keyflerine göre te'vil yapmak için onun muteşabih olanlarının peşine düşerler. Halbuki onun te'vilini ALLAH'dan başka kimse bilmez. İlimde uzman olanlar, "Biz buna inandık, hepsi Rabbimiz katındandır." derler.Bunları ancak aklı tam olanlar iyice düşünür . (Âl-i İmran 7)

İmam Serahsi’nin sözü burada sona ermiştir. Ramuz’ul-Ahadis’de de rivayet edilen müteşabih ibareli hadisler bulunmaktadır . Bu hadislerden bazıları şunlardır :

“ALLAH teala , Adem aleyhisselam’ı , yeryüzünün her tarafından aldığı bir tutam topraktan yarattı . Toprağı muhtelif sularla yoğurdu , tesviye etti , ruh üfledi ve böylece cansız bir varlık iken hassas bir hayat sahibi varlık haline getirdi“
(Buhari , Enbiye , bab: 1 ; Ahmed b. Hanbel , Musned , C.1 s.251)

Muslim’de rivayet edildiğine göre , Peygamber şöyle buyurdu :
“Ademoğullarının kalbleri Cebbar olan ALLAH’ın iki parmağı arasında tek bir kalb gibidir. ALLAH onu dilediği tarafa çevirir.”
(Ahmed b. Hanbel , Musned , c. II, s.173)

“Kıyamet gününde Cehennem , daha var mıdır? diyecek. Öyle ki Rab Teala ayağını Cehennem üzerine koyacak ve ateşler büzülecek .Sonra Cehennem : Asla , asla , diyecek .. “
(Buhari , c. VIII, s. 225)

“ALLAH teala , gündüzün günah işleyenlerin tevbe etmeleri için , gece vakti elini açar ; gece günah işleyenlerin tevbe etmesi için de gündüzün elini açar. Ta güneş batısından doğuncaya kadar...”
(Muslim , c. IV, s. 2113 , K.Tevbe)

İbn-i Abbas (r.anhuma)'dan rivayetle:
“Hacer’ul Esved ALLAH’ın yeryüzündeki sağ elidir. Onun vasıtasıyla ALLAH Teala kulları ile tokalaşır.”
(Câmiu's-sağir: 1 / 161; Kenzu’l-ummal, hadis no: 34744; en – Nihaye fi Carib’i il hadis, c. V., s. 300)
Biz deriz ki: Bu bir misal ve benzetmedir. Bunun aslı şudur:
Hükümdar biriyle (tokalaşıp) musafaha ettiğinde.insanlar da onun elini öper. Sanki Hacer-i Esved de Allah için, hükümdarın sağ eli mesabesindedir. Ona el sürülür ve öpülür.
Âişe'nin de şöyle dediği bana ulaştı: Allah (c.c.) Âdem oğullarından misak (bağlılık ahdi) aldığı ve onları "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diyerek, nefisleri üzerine şahid kıldığı. Onlar da "Evet (Sen bizim Rabbimizsin)" dediği zaman bu misakı Hacer-i Esved'in içine koymuştur.
İnsanların (Hac esnasında Hacer'i) istilam eder (el sürer) ken: "Sana inanarak ve ahdini yerine getirerek..." dediklerini duymadın mı? Bunun mânası "Sana verdiğimiz sözü (ahdi) yerine getirdik. Şubhesiz Rabbimiz Sen'sin sen!"demektir. Böyle söylenmesinin sebebi şudur: Cahiliyye devrinde de Hacer'i islam ederler (el sürerler)di. Fakat onlar muşrik idiler ve Hacer'i hakkıyla istilam etmiyorlardı. Çünkü onlar kâfir idiler
(İbn Kuteybe, Te’vilu Muhtelifi’l Hadisi Müdâfaası, Kayıhan Yayınları: 334-335)


Ebu Hurayra’den merfu olarak rivayet edilen bir hadis-i şerifte’de :
“Kim Hacer’ul- Esved ‘e yaklaşırsa , ALLAHın eline yaklaşmış gibidir.”
(İbn Mace , c. II,s 986 ; H. No: 2557)

İmam Azam Ebu Hanife’den: “ALLAH teala gökten iner” şeklinde rivayet edilen hadis-i şeriften sorulunca , “keyfiyetsiz olarak iner” cevabını verdi .

Başka bir hadis-i şerifte’de Peygamber (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
“Şubhesiz Cenabı ALLAH Adem aleyhisselamı kendi sureti üzerine yaratmıştır, yahut Rahmanın suretinde yaratmıştır .”
(Buhari , c .V , s. 125 , İstizab 1)

Bu ve buna benzer hadis-i şeriflerin zahiri manası üzerine bırakılması gerekir. Bunların durumu , tevili , söyleyene bırakılır. ALLAH Teala ise azalardan ve yaratılmışların sıfatlarına benzemekten beridir.

İmam Azam Ebu Hanife , “ El-Vasiyye” adlı kitabında şöyle diyor :
“Biz ikrar ederiz ki ALLAH Teala ihtiyaç olmaksızın Arş üzerinde durmaktadır. O’nun istikrarı Arş üzerindedir. Arş’ı ve Arş’tan başka her şeyi koruyan da ALLAH Teala’dır. ALLAH teala , başkasına muhtaç olsaydı yaratılmışlar gibi , bu alemi yaratmaya ve idare etmeye kadir olamazdı. ALLAH eğer oturmaya ve bir yerde kararlaşmaya muhtaç olsaydı , o takdirde Arş’ı yaratmadan evvel nerede idi ? Öyle ise ALLAH Teala , oturmaktan ve karar kılmaktan munezzehtir .”

İmam Malik hazretleri Arş üzerinde istiva’dan sorulunca ne güzel söylemiştir. “ALLAH’ın Arş üzerinde istivası malumdur , keyfiyet meçhuldur. Bundan sormak bidattir. Bu ayete inanmak ise vacibtir.”

Bu inanç selefin yoludur . Ve en doğru bir yoldur . ALLAH teala ise daha iyi bilir .Bazı halef alimlerinin yukarıda geçen ayet ve hadisleri tevil şekilleri geçmiştir. Bu ayetleri tevil etmenin daha sağlam bir yol olduğu söylenmiştir . Fakat Şafii'lerden biri İmam’ul- Harameyn’in önce bu ayetleri tevil ettiği , ancak ömrünün sonuna doğru bundan vazgeçtiği , bu ayetleri tevil etmeyi yasakladığı ve Selef’in muteşabih ayetlerin tevilini yasakladıkları hususundaki icmaını naklettiği rivayet edilmiştir.
İmam’ul- Harameyn “Risale-i Nizamiye” adlı kitabında da bu görüşünü açıklamaktadır. Bu görüş Maturidi Mezhebine mensub olan alimlerimizin inancına da uygundur .
Miraç Ve Allah'a Mekân İsnadı:

Şüphe yok ki, İsra makamı, Musa aleyhisselâm'ın mikatından daha üstündür. Nerde kaldı ki Yunus b. Mettâ'nın makamından üstün olmasın. Ancak bizim sözümüz, her halde ve her makamda ikisinin yani Peygamber ve Yûnus'un Allah Teâlâ'ya yakınlıklarının eşit olduğudur. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Nerede bulunursanız Allah sizinle beraberdir.” (Hadid 4)
“Biz kula şahdamarından daha yakınız.” (Kaf 16)
“Allah, kullarının üstünde galibtir, yegane hüküm ve hikmet sahibidir.” (En'am 61) anlaşıldığına göre Allah Teâlâ'nın kulları üzerine yükselmesi, mekân bakımından yükseklik değil, mertebe ve makam bakımından yüksekliktir. Yani şânı yüce olmak demektir. Ehl-i Sünnet vel-Cemaat âlimleri ile Mutezile, Havariç vesair İslâm taifelerince de durum bu şekilde tesbit edilmiştir. Diğer bidat taifeleri de aynı görüştedir. Ancak, Allah Teâlâ’ya cihet ispat eden Hanbelilerle Mucessimeden bir taife bu görüşte değildir. Allah Teâlâ onların isnad ettiklerinden uzaktır.
Şârih ne tuhaftır ki Allah Teâlâ'nın yüceliğini isbat etmekte:
“Şüphesiz bu Kur'an'ı, Emin ruh Cebrail, korkutuculardan olasın diye, senin kalbine indirdi.” (Şuara 93-94) âyetini delil getiriyor.
Muellifin bu âyetle Allah Teâlâ'nın yücelik sıfatını ispat etmeye çalışmasının garibliği apaçıktır. Zira nuzul ve tenzil kelimeleri alâ harf-ı cerri ile mütâaddi olurlar. Burada Kur'an'ın gökten inmesinden murad edilen, Peygamber sallellahu aleyhi vesellem'in kalbine indirilen kelâmın yüceliğidir. Bu konuda bir çekişme bahis konusu değildir. Kelâmın yüceliğinden Melik ve Allâm olan Allah Teâlâ'nın mekânının yüceliği yani ona yüce bir makam ispatı lâzım gelmez. Favk ve uluv gibi sıfatlara delâlet eden bazı âyet ve hadisleri zikrettikten sonra: “Selef âlimlerinin, yücelik sıfatını ispat etme konusundaki sözleri çoktur.” sözü bizce de musellemdir. Ancak selef âlimlerinin, Allah'a yücelik, yükseklik sıfatı ispat etmeleri mekânın yüceliği ile tevil edilmiştir.
Sonra şarih şöyle diyor:
Bu delillerden biri Ebû Muti' el-Belhi'den nakledilen şu rivayettir:

Ebû Muti' Ebû Hanîfe'ye: “Allah'ın, yerde mi gökte mi olduğunu bilmiyorum.” diyen kişiden sormuş; Ebû Hanife de: “Kâfir olmuştur, zira Allah Teâlâ şöyle buyuruyor”:
“Allah Arş üzerinde duruyor.” (Taha 5) Allah'ın Arşı ise yedi kat göğün üstündedir.” buyurdu.
Ben derim ki; Ebû Hanîfe “Eğer bir kimse, Allah Teâlâ Arş üzerindedir, fakat Arş'ın gökte mi yerde mi olduğunu bilmiyorum.” derse, kâfir olduğunu söylemiştir, Çünkü o, Allah'ın gökte olduğunu inkâr etmiştir. Allah'ın gökte olduğunu inkâr eden kişi ise kâfirdir. Zira Allah Teâlâ yücelerin yücesindedir. Allah Teâlâ yüksekten çağrılır, aşağıdan değil.”

Buna cevabımız şöyledir: İmam Abdusselâm, “Hallur-Rumûz” adlı kitabında İmam Âzam'ın şu sözünü kaydediyor:
“Kim Allah'ın yerde mi gökte mi olduğunu bilmiyorum derse, kâfir olur. Çünkü bu söz, Allah'ın bir mekânı olduğu düşüncesini akla getirir. Allah'ın mekânı olduğunu düşünen kimse ise Allah'ı yaratıklara benzeten kişidir.”
Şubhe yok ki Abdullah b. Selâm ilim adamlarının büyüklerinden biri olup güvenilir bir âlimdir. Şarihin naklettiğine değil, onun naklettiğine itimat etmek gerekir. Ebû Muti, aynı zamanda Hadis âlimlerince hadis uydurucusudur.
Hulâsa, sarih Ebû Mutî teşbih'i nefy etmekle beraber Allah'a yüksek bir mekân isnad ediyor. Bu konuda Bidat ehli bir taifeye uymuştur. Daha önce geçtiği üzre Ebû Hanîfe Muteşâbih sıfatlara inanır ve tavilinden sakınırdı. Allah Teâlâ'yı bu sıfatların zahirî manasından da tenzih eder, dolayısıyla Selef âlimlerinin görüşünde olduğu gibi bu husustaki bilgiyi Allah Teâlâ'ya havale eder. Halef âlimlerinin çoğunluğunun görüşü de budur. Selefin Mezhebi daha sağlam, daha doğru ve daha kuvvetlidir.

Kurtubi Tefsiri :

Şubhesiz Rabbiniz, O ALLAH'tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı. Sonra Arş'a istiva etti. Geceyi durmadan kovalayan gündüze O buruyor. Güneşi, ayı ve yıldızları emriyle ram eden O'dur. İyi bilin ki, yaratma da emretme de yalnız O'nundur. Âlemlerin Rabbi olan ALLAH'ın şanı ne yücedir! (Â'raf 54)



Yüce ALLAH: "Şubhesiz Rabbiniz O ALLAH'tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı" buyruğu ile yoktan var etmek kudretine tek basına kendisinin sahip olduğunu beyan etmektedir. O halde, yalnızca O'na ibadet etmek gerekir.

Altı kelimesinin aslı'dır. Araplar, "dal" harfini "sin" harfine idğam etmek isteyince, "te"nin mahrecinde bir araya geldikleri görüldüğünden, her ikisini de "te" olarak çıkarmışlardır. Şöyle de demek mümkündür: İki "sin'den birisinin yerine "te" getirilmiş ve bu da "dal" harfine idğam edilmiştir. Çünkü, bunun küçültme ismi; Altıda bircik" şeklinde, çoğulu ise, "Altılar" şeklinde gelir. Çoğul ve küçültme isimleri ise, Arapçada isimlerin asıl harflerini ortaya çıkartır.

Yine Arablar: Altıncı derler. diyenler ise, "sin" yerine "te" getirmiş (ibdal etmiş) olurlar.

"Yevm: Gün" kelimesi ise güneşin doğuşundan batış vaktine kadar olan süreyi ifade eder. Eğer güneş yoksa bu anlamda "yevm" de yok demektir. Bu açıklamayı el-Kuşeyrî yapmış ve şöyle demiştir: "Altı gün'den kasıt, âhîret günlerinden altı gündür ki, her bir gün bin yıl demektir. Bu da göktedn ve yerin yaratılışının önemini ortaya koymak içindir. Dünya günlerinden altı gün olduğu da söylenmiştir.

Mücalıid ve başkaları ise şöyle demişlerdir: Bu günlerin ilki pazar, sonuncusu ise cuma günüdür. Bu süreyi yüce ALLAH zikretmekle birlikte O, bunları bir anda dahi yaratmak dileseydi elbette bunu yapardı. Zira O, bunlara ol demeye ve bunları hemen var etmeye kadirdir. Fakat O, kullara yapacakları İşlerinde yumuşak davranmayı ve sağlam iş yapmayı öğretmek istemiştir. Diğer taraftan kudretinin, meleklere peyder pey zuhur etmesini dilemiştir. Bu ise: Melekleri göklerden ve yerden önce yaratmıştır, diyenlerin görüşüne göredir.

Göklerin ve yerin altı günde yaratılmasındaki bir diğer hikmet de şudur; Her bir şeyin O'nun nezdinde bir süresi vardır. Ayrıca O, bununla isyankârları cezalandırmakta acele etmeyi terk ettiğini de açıklamaktadır. Çünkü O'nun nezdinde her bir şeyin bir vadesi vardır. Bu da yüce ALLAH'ın: "Biz, onlardan önce kuvvetçe kendilerinden daha çetin olan nice nesiller helak ettik" (Kaf, 50/36) diye buyurmasından sonra: "Andolsun gökleri, yeri ve aralarında olanları Biz altı günde yarattık. Ve Bize bir yorgunluk da dokunmadı. O halde söylediklerine sabret..." (Kaf, 50/38-39) buyruğunu andırmaktadır.

Yüce ALLAH'ın: "Sonra Arş'a İstiva etti" buyruğuna gelince, burada "istiva meselesi" söz konusudur, İlim adamlarının bu hususta uzun açıklamaları ve ifadeleri vardır. Bu husustaki ilim adamlarının görüşlerini de biz, "el-Kitabu'l-Esnâ fi Şerhi Esmâillahi'l-Büsnâ ve Sıfatihi el-Ulâ" adlı eserimizde açıklamış ve orada bu hususta ondört ayrı görüş olduğunu zikretmiştik.

Mutekaddimîn ile müteahhirînin çoğunluğuna göre, şanı yüce ALLAH'ın, cihet ve mekan tutmaktan munezzeh olduğunu kabul etmek zorunlu olduğundan dolayı, yine buna bağlı olarak -mutekaddimîn bütün ilim adamlarına göre ve muteahhirînin önderlerine göre- O'nun, cihetten de tenzih edilmesi bir zorunluluktur. Onlara göre, yüce ALLAH "yukarı" cihetinde değildir. Zira, O'nun için özel bir cihetin varlığı kabul edilecek olursa, bu O'nun bir mekanda bulunması anlamına gelir. Mekân ve yer tutmak dolayısıyla yer tutan için hareket, değişmek ve hadis olmak sözkonusu olur. Bu, kelamcıların görüşüdür.

Selef-i Salihin'in ilk dönemleri ise, ALLAH'ın bir cihette bulunuşunu nefyetmiyorlar ve bunu nefyettiklerini de ifade etmiyorlardı. Aksine, onlar da genel olarak herkes de yüce ALLAH'ın Kitab'ında bildirdiği, peygamberlerinin de haber verdiği şekilde O'na cihet isbat ediyorlardı; Selef-i Salihten her hangi bir kimse, ALLAH'ın Arş'ı üzerinde hakikaten istiva etmiş olduğunu inkâr etmiyordu.

İstivâ'nın Arş'a tahsis ediliş sebebi İse, O'nun ALLAH'ın malılukatının en büyüğü olmasından ötürüdür. Şu kadar var ki, istivâ'nın keyfiyeti bilinmemektedir. Çünkü, bunun hakikatinin ne olduğu bilinmemiştir. Malik -ALLAH'ın rahmeti üzerine olsun- şöyle demiştir: İstivâ'nın ne demek olduğu -sözlükte-bilinmektedir. Keyfiyet ise meçhuldür, buna dair soru sormak ise bid'attir.

Um Seleme (r.anha) da böyle demiştir. Ve bu kadarı kâfidir. Kim bundan daha fazla bilgi edinmek istiyor ise, bu hususta ilim adamlarının eserlerinde açıklamanın yer aldığı bölümlere bakabilir.

İstiva, Arap dilinde yüksek olmak, yükseklik ve istikrar bulmak demektir.

el-Cevherî der ki: Eğrilikten istiva etti (düzeldi) ve bineğinin sırtı üzerinde istiva etti, yani kuruldu demektir. Semaya İstiva etmek ise, oraya yönelmek, orayı kastetmek demektir. Yine bu kelime, istila etmek, üstün ve galip gelmek anlamına da gelir. Şair der ki:

"Bişr, Irak'a istiva etti (orayı istilâ etti, üstünlük sağladı); Kılıç kullanmaksızın ve kan dökraeksizin."

"Adam istiva etti" ise, gençliğinin son noktasına vardı (olgunlaştı), demektir. İtidal noktasına gelmek hakkında da kullanılır. Ebu Ömer b. Abdi'l-Berr ise, Ebu Ubeyde'den yüce ALLAH'ın: "Rahman (olan ALLAH) Arş'a istiva etti" (Tâ-Hâ, 20/5) buyruğu hakkında şöyle dediğini nakletmektedir: Onun üzerine yükseldi, anlamındadır. Şair de şöyle demiştir:

"Ve ben onları oldukça kurak, geniş bir düzlükteki suya götürdüm Yemanî yıldızı çıkmış da istiva etmiş bulunuyordu."

Alabildiğine yükselmiş bulunuyordu, demektir.

Derim ki: yüce ALLAH'ın yüksekliği, O'nun şan, sıfat ve melekûtunun yüksekliğinden ibarettir. Yani, celal özelliklerinin kendisi hakkında vacib olduğundan daha üstünde vâcib olduğu herhangi bir kimse yoktur. Kendisiyle yükseklikte oıtak olacak kimse de yoktur. Aksine O, mutlak olarak tek yüce olandır.

"Arş'a" buyruğundaki "arş" lafzı, birden çok anlam hakkında kullanılan müşterek bir lafızdır.

el-Cevherî ve başkaları der ki:

Arş: Hükümdarın tahtı demektir. Kur'an-i Kerim'de de şöyle buyurulmuştur:
"Ona tahtını (arş) tanımıyacağı bir hale getirin" (en-Neml, 41);
"Baba ve annesini tahtının (arşının) üzerine oturttu." (Yusuf, 100)
Arş, aynı zamanda evin tavanı anlamına da gelir. Ayağın arşı ise, üst tarafındaki çıkıntı ve parmaklann bulunduğu bolüm demektir. Arşu's-Simâk ise, el-Awâ' diye bilinen yıldız grubunun alt tarafındaki dört küçük yıldızdan ibarettir. Bunların, arştan yıldız grubunun kuyruk tarafı olduğu da söylenir. Kuyunun arşı ise, dip tarafından bir adam boyu kadar taşla örüldükten sonra, ahşab ile bükülmesi demektir. İşte bu ahşap bölümüne arş deniliyor. Çoğulu ise "urûş" diye gelir. Arş, Mekke'nin de bir adıdır. Yine arş, hükümdarlık ve saltanat anlamına da gelir. Filan kişinin mülkü, saltanatı ve kuvvetinin gittiğini anlatmak üzere de; tabiri kullanılır. Şair Zuheyr de der ki:

"Abse yetiştiniz fakat arşı (mülk ve saltanatı) elinden gitmişti. Zubyanlılarm ise şerefi ve gücü de ortadan kalkmıştı."

Arş, âyet-i kerimede mülk (ve egemenlik) anlamında da te'vil edilebilir. Yani, mülk O'ndan başka hiç bir kimse hakkında söz konusu değildir. Bu da güzel bir açıklama olmakla birlikte tartışılabilecek yanları vardır. Biz bunu, adı geçen eserimizde konu ile ilgili ileri sürülmüş görüşler arasında açıkladık, yüce ALLAH'a lıamd olsun.

Yüce ALLAH'ın: "Geceyi durmadan kovalayan gündüze bürüyor." Yani, geceyi gündüzün üzerine bir örtü gibi bırakıyor. Bu da şu demektir: Gündüzün aydınlığını gideriyor. Böylelikle dünya hayatında gecenin gelişi ile hayat dosdoğru bir şekilde tamam olsun. Çünkü gece sükûn bulmak, dinlenmek içindir, gündüz de geçimi kazanmak içindir. Âyet-i kerimedeki; "Bürüyor" kelimesi, "şin" harfi şeddeli olarak da okunmuştur. Bunun bir benzeri de er-Ra'd Sûresi'ndedir. (Bk. 13/3- âyet). Bu şekildeki-kıraat ise, Ebu Bekr'in Âsım'dan rivayet ettiği kıraat ile Hamza ve Kisaî'nin kıraatidir. Diğerleri ise bunu şeddesiz olarak okumuşlardır ki, bu da () şeklinde iki ayrı şivedir. Bununla birlikte kıraat alimleri "Onu örttüğü şeylerle örttü" (en-Necm, 54) şeklinde şeddeli olarak icma ile okumuşlardır. Aynı şekilde; "Onları(n gözlerini de) örttük" (Yasin, 9) şeklinde icma ile okumuşlardır. O bakımdan her iki okuyuş da bir birine eşittir. Şu kadar var ki, şeddeli okuyuşta tekrarlama ve çok yapma anlamı vardır. Her ikisi de bir şeyi bir şeye bürümek manasına gelir.

Bu âyet-i kerimede, gündüzün geceye girişi sozkonusu edilmeyerek, onlardan birisinin amlmasıyla yetinilerek diğeri zikredilmemiştir. Yüce ALLAH'ın: "Ve sizi sıcaktan koruyan elbiseler" (en-Nahl,81) buyruğu ile, "Hayır yalnız Senin elindedir" (Âl-i imran, 3/26) buyruklarında olduğu gibi.

Humeyd b. Kays ise, diye okumuştur ki, bu gündüz geceyi bürür (örter) demektir. "Durmadan kovalayan" aralıksız olarak onun arkasından giden, demektir. "Geceyi... gündüze buruyor" anlamındaki buyruk da hal olarak nasb malıallifldedir. İfadenin takdiri de şöyledir: Yüce ALLAH, geceyi gündüze bürüyen olarak Arş'a istiva etmiştir.

Aynı şekilde "durmadan kovalayan" buyruğu da "gece"den haldir. Yani, geceyi gündüze birbirini kovalayarak bürür anlamındadır.

Cümlenin, hal olmayıp yeni bir cümle olması ihtimali de vardır. "Durmadan" kelimesi, mukadder bir "kovalayan" lafzından bedel, yahut onun bir sıfatı veya hazfedilmiş bir mastarın sıfatı da olabilir. Yani durmadan ve hızlıca kovalayan demektir. lafzı acele, çabuk demektir. ise, hızlıca geri döndü, anlamına gelir.

"Güneşi, ayı ve yıldızları emriyle ram eden O'dur." el-Ahfeş der kir Bu buyruk, "gökleri" kelimesine atfedilmiştir. Yani: Güneşi, ayı... emriyle ram edilmiş olarak yaratan O'dur, anlamına gelir. Abdullah b. Amir'den, "güneş, ay, yıldız" kelimeleri ile "ram edilmişler" anlamındaki kelimelerin, mübtedâ ve haber olmak üzere tümüyle merfu' okuduğu da rivayet edilmiştir. (Bu durumda meal şöyle olur: Güneş, ay ve yıldızlar O'nun emriyle müsalıhar kılınmıştır).

Yüce ALLAH'ın: "İyi bilin ki, yaratma da emretme de yalnız O'nundur" buyruğuna dair açıklamalarımızı da iki başlık halinde sunacağız:

1. Yaratmak Ve Emretmek Yalnız ALLAH'ındır:

ALLAH, bu haberinde bize doğruyu söylemiştir. Yaratmak da yalnız O'nun-dur, emretmek de. O, bütün mahlukatı yarattı ve sevdiği, uygun gördüğü şeyleri onlara emir olarak verdi. Bu emir, aynı zamanda yasağı da vermesini gerektirmektedir.

İbn Uyeyne der ki: Yaratma ile emretmek ayrı şeylerdir. Bunları bir ve aynı şey kabul eden kâfir olur. Çünkü, yaratmaktan kasıt, yaratılanlardır. Emretmek ise, mahluk olmayan O'nun kelamıdır ve bu da O'nun "ol" demesidir. Çünkü: "O, bir şeyi (yaratmak) diledi mi, O'nun emri sadece ona, "ol" demekten ibarettir, o da derhal oluverir." (Yasin, 82)

Yüce ALLAH'ın, yaratmayı ve emretmeyi ayn olarak zikretmesinde, Kur'ân'ın yaratılışını kabul edenlerin sözlerinin yanlış ve tutarsız olduğuna bir delil vardır. Zira, eğer emrin kendisi olan sözü mahluk olsaydı: "İyi bilin ki, yaratmak da, yaratmak da yalnız Onundur" demesi gerekirdi. Böyle bir ifade ise, abes, çirkin ve tutarsız bir ifadedir. Yüce ALLAH ise, faydasız söz söylemekten yüce ve münezzehtir. Buna, şanı yüce Rabbimizin şu buyrukları da delil teşkil etmektedir;
"Göklerin ve yerin O'nun emriyle durması da O'nun âyetlerindendir" (er-Rûm, 25);
"Geceyi ve gündüzü, güneşi ve ayı da size musahhar kıldı. Yıldızlar da O'nun emriyle boyun eğmişlerdir." (en-Nahl, 12)
Yüce ALLAH, bu buyruklarıyla bütün mahlukatın O'nun emriyle varlıklarını devam ettirdiklerini haber vermektedir. Eğer emir yaratılmış olsaydı, bu yaratılan emrin de O'nunla var olabileceği bir başka emre ihtiyacı olurdu. O emir de bir başka emre muhtaç olur ve bu sonsuza kadar böyle devam eder giderdi. Bu ise, imkânsız bir şeydir. Böylelikle yüce ALLAH'ın kelamı demek olan emrinin, kadim ve ezelî olduğu, mahluk olmadığı ortaya çıkmaktadır. O'nun emriyle mahlukatın var olması bu yolla mümkün olabilir.

Yine buna yüce ALLAH'ın şu buyruğu da delil teşkil etmektedir: "Biz, gökleri, yeri ve aralarındaki şeyleri ancak hak ile yarattı." (el-Hicr, 85) Şanı yüce ALLAH bu buyrukta gökleri ve yeri hak ile yani, hak olan sözü ile yarattığını haber vermektedir ki, bu da O'nun mukevvenata (ol emriyle var edilenlere) verdiği: kûn: ol buyruğudur. Eğer, hakkın kendisi yaratılmış olsaydı, onunla mahrukatı yaratması mümkün olamaz, düşünülemezdi. Zira, mah-lukat, mahluk ile yarattlamaz.

Buna da yüce ALLAH'ın şu buyrukları delalet etmektedir: "Andolsun ki, gönderilmiş kullarımız için şu sözümüz ezelden beri geçmiştir:..." (es-Saffat, 171); "Muhakkak ki, kendileri için tarafımızdan iyiliğin takdir edilmiş olduğu kimseler ondan uzaklaştırılmışlardır" (el-Enbiyâ, 101); "Fakat, Benden... sözü hak olmuştur." (es-Secde, 13) İşte bütün bunlar, ezelde bu husustaki "söz"ün(ün) geçmiş olduğuna bir işaret vardır. Bu da ALLAH'ın sözünün ezelden beri var olmasını gerektirmektedir. Bu nükte ALLAH'ın sözünün mahluk olduğunu kabul edenlerin görüşlerini reddetmek için yeterlidir.

Bununla birlikte aksi kanaatte olanların görüşlerine delil gösterdikleri bir takım âyetler de vardır. Yüce ALLAH'ın: "Kendilerine Rabblerinden bir yeni zikir gelse..." (el-Enbiyâ, 2) buyruğu ile yüce ALLAH'ın: "ALLAH'ın emri elbette yerine gelir" (el-Ahzâb, 37) ile, 'ALLAH'ın emri mutlaka yerini bulan bir kaderdir" (el-Ahzâb, 38) buyruğu ve benzerleri.

Kadı Ebu Bekr der ki: Yüce ALLAH'ım "Kendilerine Rabblerinden yeni bir zikir gelse" (el-Enbîyâ, 21/2) buyruğunun anlamı, kendilerine Peygamber (sav)'dan her hangi bir ümit, bir va'd ve bir korkutma gelecek olsa "mutlaka onu eğlenerek, alay ederek dinlerler." (el-Enbiyâ, 21/2) Çünkü, Peygamberlerin öğütleri ve sakındırmaları bir zikirdir. Nitekim yüce ALLAH şöyle buyurmaktadır: "Sen onlara hatırlat (zekkir). Sen ancak bir hatırlatıcısın (müzekkir).* (el-Ğâşiye, 88/21) Yine konuşma esnasında filan kişi zikir meclisindedir tabiri kullanılır. Diğer taraftan yüce ALLAH'ın: "ALLAH'ın emri elbette yerine gelir buyruğu ile ALLAH'ın emri mutlaka yerini bulan bir kaderdir." (el-Ahzâb, 33/37 ve 38) buyrukları ile yüce ALLAH kâfirlerden alacağı intikamı ve onlara vereceği cezayı, bir de mu'minlere yardımını verdiği hüküm ve takdir etmiş olduğu fiillerini kastetmektedir. Nitekim yüce ALLAH'ın şu buyruğu da bu kabildendir.: "Nihayet emrimiz gelip de..." (Hûd, 40) Bir başka yerde de yüce ALLAH şöyle buyurmaktadır: "Halbuki Firavun'un emri hiç de doğru değildi." (Hûd, 97) Burada "emirden kasıt ise, onun hali, fiilleri ve izlediği yoldur. Şair de şöyle demektedir:

"Onun kendine has bir emri (hali, durumu , yolu) vardır. Nihayet o, Ayaklarıyla barınmak üzere bir mer'aya geçti mi, orada yerleşir."

2. Emir İle İrade Arasındaki İlişki:

Bu husus bu şekilde açıklığa kavuştuğuna göre şunu bil ki: "Emir"in irade ile hiç bir ilgisi yoktur. Mutezile ise, emir iradenin kendisidir, demektedir. Oysa bu doğru değildir. Aksine, yüce ALLAH, irade etmediği şeyi emreder, irade ettiği şeyi de yasaklar. Meselâ, İbrahim (a.s.)'a oğlunu boğazlamasını emrettiği halde, onun böyle bir işi fiilen gerçekleşmesini irade etmemişti. Peygamber'i Muhammed, (s.a.v.)'e ummeti ile birlikte elli vakit namaz kılmasını emretmekle birlikte ondan yalnızca beş vakit namaz kılmasını murad etmişti.
Yüce ALLAH: "Ve tâ ki, içinizden şehidler edinsin" (Âl-i İmran, 140) buyruğu ile Hamza'nın şehadetini murad ettiği halde, kâfirlerin onu öldürmesini nehyetmiş, böyle bir İşi yapmalarını emretmiş değildi. İşte bu husus gerçekten doğru ve bu konuda nefis bir açıklamadır, bunun üzerinde dikkatle düşünmek gerekir. Yüce ALLAH'ın: "Âlemlerin Rabbi olan ALLAH'ın şanı ne yücedir" anlamındaki buyruğunda geçen; Şanı ne yücedir!" buyruğu, "bereket" kökünden; vezninde bir kelimedir ki, bereket, çokluk, genişlik ve bolluk demektir.
Bu açıklamayı İbn Arefe yapmıştır. el-Ezherî der ki: "Tebâreke" yüce, azametli ve üstün anlamındadır. Bunun, O'nun ismi île teberruk edilir ve O'nun isminin uğurundan faydalanılmaya çalışılır, anlamına geldiği de söylenmiştir.

"Âlemlerin Rabbi'nin anlamına dair açıklamalar da el-Fatiha Sûresi'nde (1/1. âyet, 6. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

KURTUBİ TEFSİRİ
-------------------
“ Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur. Sonra göğe yönelip de onları yedi gök halinde düzenledi. O her şeyi bilendir”. Bakara 29
"Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur..." buyruğu ile ilgili açıklamalarımızı on başlık halinde ele alacağız:
5- "İstiva" ve Müteşabihler :
"Sonra göğe yönelip de..." Buyruğunda "sonra" kelimesi haber verilen şeyin sıralaması dolayısıyla gelmiştir. Yoksa bizzat işin yapılış sırasını anlatmak için değildir.
İstiva (yönelmek): Dilde bir şeyin üstüne çıkmak ve üzerine yükselmek demektir. Nitekim yüce ALLAH (aynı kökten kelimeler ile) şöyle buyurmaktadır:
لِتَسْتَوُوا عَلَى ظُهُورِهِ
ثُمَّ تَذْكُرُوا نِعْمَةَ رَبِّكُمْ إِذَا اسْتَوَيْتُمْ عَلَيْهِ وَتَقُولُوا سُبْحانَ
الَّذِي سَخَّرَ لَنَا هَذَا وَمَا كُنَّا لَهُ مُقْرِنِينَ

- Siz onların sırtına binip üzerlerine yerleştiğiniz (isteveytum) zaman, Rabbinizin nimetini anarak şöyle diyesiniz:
"Bunları bizim hizmetimize veren ALLAH'ı tenzih ve tesbih ederiz. Yoksa bizim bunlara gücümüz yetmezdi." (Zuhruf 13)
فَإِذَا اسْتَوَيْتَ أَنتَ وَمَن مَّعَكَ عَلَى الْفُلْكِ فَقُلِ الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي نَجَّانَا
مِنَ الْقَوْمِ الظَّالِمِينَ
- Sen, yanındakilerle beraber gemiye yerleştiğinde (isteveyte): "Bizi zalimler topluluğundan kurtaran ALLAH'a hamdolsun" de. (Mu'minun 28)
"Sen ve seninle birlikte olanlar gemiye bindiğinizde (isteveyte)..." (el-Mu'minun, 28);
"Sonra onların sırtları üzerine binip yerleşince (isteveytum)..." (ez-Zuhruf, 13)
Şair de şöyle demektedir:
"Ipıssız bir çölde onları bir su başında görürdüm
Güney (Yemen) yıldızı alabildiğine yükselmiş idi (istevâ)"
Güneş başımın üzerinde istiva etti, kuş tepeme istiva etti, tabirleri ile anlatılmak istenen bunların yükseldiğidir.
Bu âyet-i kerime muşkil (anlaşılması zor) âyetlerdendir. İlim adamları bu ve benzeri âyetlerde üç ayrı görüş ortaya atmışlardır.
Kimisi: Biz bunları okur, bunlara iman eder ve tefsir etmeyiz, derler. İmamların pekçoğu bu görüştedir.
Bu, İmam Malik'ten gelen şu rivayete benzemektedir: Adamın birisi ona yüce ALLAH'ın: "Rahman (olan ALLAH) Arşa istiva etti." (Ta-ha, 5) buyruğu hakkında soru sormuş, İmam Malik de şöyle demiştir:

-İstiva bilinmeyen birşey değildir. Ancak keyfiyeti akıl ile bilinemez. Buna iman ise farzdır. Bunun nasıl olduğuna dair soru sormak bid'attir. Ben senin kötü bir adam olduğunu görüyorum. Hadi bunu buradan çıkartınız.

Bir kısım ilim adamı da şöyle demiştir: Bu âyetleri okuruz ve dildeki zahiri anlamına uygun düşecek şekilde yorumlarız. Bu Muşebbihe'nin görüşüdür.
Kimisi de şöyle demiştir: Bu gibi âyetleri okuruz, te'vilini yaparız ve bunları zahirlerine hamlederiz.
el-Ferra, yüce ALLAH'ın: "Sonra göğe yönelip de onları yedi gök halinde düzenledi" buyruğu ile ilgili olarak şöyle demiştir: İstiva Arap dilinde iki anlama gelir:
Birincisi: Kişinin olgunlaşması, gençliğinin ve gücünün son noktasına ermesi demektir. Yahut eğrilikten kurtulup düzelmesi demektir. İşte bu Arap dilindeki iki anlamıdır. Üçüncü bir anlamı da şöyle olur: Filan kişi, filana doğru gidiyor iken daha sonra bana yöneldi ve bana sövmeye koyuldu. Burada bu kelime (istiva) bana doğru yönelmek, bana karşı gelmek anlamında kullanılmıştır. İşte yüce ALLAH'ın: "Sonra göğe yönelip de..." buyruğunun anlamı budur. Doğrusunu en iyi bilen ALLAH'tır.
İbn Abbas şöyle demiştir: "Sonra semaya yöneldi:" Yükseldi. Bu konuşma esnasında: Önce oturuyor iken ayağa kalktı, doğruldu (istiva) ve önce ayakta iken dosdoğru oturdu (istiva) demene benzer. Bütün bu kullanış şekilleri arap dilinde uygun ve yerindedir.
el-Beyhakî Ebu Bekr Ahmed b. Ali b. el-Huseyn şöyle demiştir: "İstiva etti (yöneldi)" buyruğuna yönelmek anlamını vermek, doğru ve yerindedir. Çünkü yönelmek göğü yaratmayı kastetmektir. Kastetmek de irade etmek, dilemek demektir. ALLAH için de bu sıfatlar caizdir.
"Sonra" kelimesi iradeye değil yaratmaya taalluk etmektedir. İbn Abbas'tan (iradeye taalluk ettiğine dair) rivayette bulunan kişi aslında bu rivayeti el-Kel-bî'nin Tefsir'inden almıştır. el-Kelbî ise zayıf bir ravidir.
Süfyan b. Uyeyne ve İbn Keysan, yüce ALLAH'ın: "Sonra göğe yönelip de..." buyruğu, orayı kastetti, yani yaratmak ve varetmek kasdıyla oraya yöneldi demektir, demişlerdir. Bu da bir görüştür.
Şöyle de denilmiştir: ALLAH oraya yöneldi, ancak bu konuda herhangi bir keyfiyet veya sınırlandırma sözkonusu değildir. Bu görüşü Taberi tercih etmiştir. Ebu'l-Aliye er-Reyahi'den bu âyet-i kerime hakkında şöyle denilebileceği nakledilmektedir: İstiva etti, yükseldi anlamındadır. el-Beyhakî der ki: Bundan kastı -doğrusunu en iyi bilen ALLAH'tır- emrinin yücelmesi, yükselmesidir. Bu da kendisinden semanın yaratıldığı suyun buharıdır.
İstiva edenin (yükselenin) duman olduğu da söylenmiştir. İbn Atiyye der ki: Ancak kullanılan ifadeler buna uygun değildir. Bunun anlamının istila etmek, kuşatmak olduğu da söylenmiştir. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi:
"Bişr Irak'ı istila etti (istiva)
Kılıçsız ve kan akıtmaksızın."
ibn Atiyye der ki: Böyle bir açıklama ALLAH'ın: Rahman (olan ALLAH) Arşın üzerine istiva etti" (Taba, 5) buyruğu hakkında uygundur.
Ben derim ki: Bundan önce el-Ferrâ'nın görüşünü açıklarken edatlarının aynı anlama geldiğine işaret edilmişti.
Bu konuya dair daha fazla bilgiler yüce ALLAH'ın izniyle A'raf sûresinde gelecektir. (A’raf 54)
Bu ve benzeri âyetlerde kural, hareketin ve bir yerden başka bir yere intikalin sözkonusu olmamasıdır. (Yani hareket ve intikal anlamını verecek şekilde açıklamalarda bulunmamaktır.)
(İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/524-526)

KURTUBİ TEFSİRİ
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Tefsiri

3- O, derece ve makamların sahibi ALLAH'tandır.
4- Melekler ve Ruh miktarı ellibin yıl süren bir gün içinde ona çıkar.
Mearic suresi 3-4

Âlûsi de bunu şöyle açıklar: Bir de meâric, amellerin ve zikirlerin bulunduğu manevî makamlar; bir tarikata girmiş olan müminler için de o yolda yükseldikleri mertebeler, yahut meleklerin mertebeleri denilmiştir.
Bunun sadece ruhî ve manevî makamlar için olduğunu söylemeleri,
BİRİNCİSİ, âyette sadece meleklerin ve Ruh'un yükseldiğinin zikredilmiş olması,
İKİNCİSİ, ALLAH'ı cisme benzetme kuruntusuna düşülmemek için ALLAH'ın noksan sıfatlardan uzak olduğu kuralına uyulması düşüncesinden çıkmış olması gerektir. Fakat yer ve göklerin maddî olması, onların mülkünü elinde bulunduran ve cisimlerin ve ruhların yaratıcısı olan yüce ALLAH'ın bir cismî olmasını gerektirmeyeceği gibi, meâricin hem cismânî hem ruhanî olması da onların sahibi olan yüce ALLAH'ın noksan sıfatlardan uzak olmasına zıt olmaz. Zira, birisinin bir şeyin sahibi olduğunu ifade etmekte kullanılan kelimesi ile yapılan tamlamalar, sahib olunan şeyle onun sahibi arasında bir cûz'iyet - külliyet (parça bütün) ilişkisi olduğunu göstermez. Nitekim Zu'l-Mâl, mal sahibi, demektir. Bu, mal sahibinin malının içine hulul edip girerek onunla bütünleştiğini ifade etmez. Aynı şekilde yukarılara doğru yükselenlerin melekler ve Ruh olması çıkılan basamak ve derecelerin de sırf manevî ve ruhanî olmasını gerektirmez. Cismani ve ruhaniliğin üstünde olan yüce ALLAH'a yükselmek de cismanî ve ruhanî mertebelerin hepsinin üstüne yükselmek demek olacağı için o da bunlardan birine mahsus olmayı gerektirmez. Aksine bu makamda onların fani ve yok olucu olduklarını hissettirir. Bu mânâ ve hakikat iyice düşünülebilirse "meâric"ten maksat, İbnü Abbas'tan rivayet olunduğu üzere maddî ve manevî bütün varlık mertebelerini kapsayan dereceler demek olup meleklerin ve ruhların çıkıp indiği cismanî, ruhanî âlemlerin, tabaka tabaka bütün mertebe ve derecelerini, zi'l-meâric (dereceler sahibi) sıfatı da yüce ALLAH'ın bunların hepsinin sahip ve maliki ve hepsinin döneceği ve en son varacağı yer olmak sıfatıyle hepsinden yüksek olan yücelik ve ululuğunu ifade eder ki, bu mânâ Zi'l-Arş (Arş'ın sahibi) vasfı gibidir.

4. Bu mertebe ve basamaklarda çıkıp inen yüce ALLAH'ın kendisi değil, onun emri ve emrini taşıyan elçileri ve memurları yani melekler ve ruh olduğunu açıklamak için buyruluyor ki, Melekler ve Ruh ona yükselir. Onun emriyle hepsi çıkar yanına varır, ona döner, hepsi onun huzurunda "O gün Ruh ve melekler saf saf kıyama duracaklar."(Nebe, 38) âyetinin mânâsına göre saf bağlayıp dururlar. Vasıtalar tamamen kalkar. "Ve yalnız ona döndürüleceksiniz." (Bakara, 245), "Oysa bütün işler ALLAH'a döndürülür."(Bakara, 210) "Yeryüzündekilerin hepsi fanidir." (Rahmân, 26), "Onun zatından başka herşey yok olucudur."(Kasas, 88), "Bugün mülk kimin?"(Mu'min, 16) sırrı ortaya çıkar, ona karşı bir savunucu bulunmaz.
Burada melekler çoğul, Ruh tekil zikredilmiştir. O halde Ruh'tan maksat nedir? Bundan ilk evvel "De ki, ruh Rabbimin emrindendir."(İsra, 85) buyrulduğu üzere Rabbin emrinden olan Ruh akla gelir. Tefsircilerin çoğunluğu burada Ruh, "Meleklerine, Peygamberlerine ve Cebrail'e..."(Bakara, 98) buyrulduğu gibi, genel olarak zikirden sonra özel olarak zikir kabilinden Cebrail (a.s) olduğunu söylemişlerdir.
MEARİC 3-4 ayetleri
ELMALILI TEFSİRİ
EL-AKÎDETU’T- TAHÂVİYYE VE ŞERHİ

"Cihet" Lafzı

Cihet lafzı ile bazen var olan şey kastedilebilir, bazen de olmayan bir şey kastedilebilir. Bilindiği gibi varlık sadece yaratan ve yaratılandan ibarettir. Eğer "cihet" lafzı ile Yüce ALLAH’tan başka bir varlık kastediliyor ise o takdirde bu bir mahluktur. Yüce ALLAH’ı ise hiçbir şey kuşatamaz, yaratıklarından hiçbir şey O’nu kuşatamaz. O bundan yücedir.
Eğer "cihet" ile olmayan bir şey kastediliyor ve bu da alemin üstünde olarak kabul ediliyor ise şunu belirtelim ki alemin dışında var olan sadece Yüce ALLAH’tır. Eğer: O bu itibarla bir cihettedir, denilecek olursa bu maksat doğru olabilir. Yani O, alemin fevkındedir. O bütün mahlukatın nihayetinde, bütün mahlukatın üstünde ve onlardan yücedir.
ALLAH’ın yücelerde oluşunu nefyetmek kastı ile cihet lafzını kabul etmeyenler, delilleri arasında şunları zikrederler: Bütün cihetler (yönler) yaratılmıştır, O ise yaratılmış olan bu yönlerden önce vardır. O’nun bir cihette olduğunu söyleyen kimsenin o takdirde alemin bir parçasının kadim olduğunu kabul etmesi de gerekir, yahut ta Yüce ALLAH’ın önceleri cihetten müstağni iken, sonradan bir cihette bulunduğunu kabul etmesi gerekir.
Bu ve benzeri lafızlar ancak şunu ifade eder: O mahlukatından hiçbir şeyin içinde değildir. Ona ister cihet adını verelim, ister vermeyelim, elbetteki bu doğru bir kanaattir. Ancak cihet var olan bir şey değildir, aksine itibari bir şeydir ve şüphesiz ki cihetlerin sonu yoktur. Sonsuz olan bir şeyde var olmayan bir şey ise yok demektir.

Tahâvî’nin; "Altı Cihet O’nu Kuşatamaz" Sözünden Maksat:

Tahâvî’nin -ALLAH ona rahmet etsin-: "Diğer mahlukat gibi altı yön (cihet) O’nu kuşatamaz" sözü mahlukatından hiçbir şey O’nu kuşatamaz demektir ve anlamı itibariyle doğrudur, gerçektir. Aksine O, herşeyi kuşatandır ve herşeyin üstünde olandır. İşte Tahâvî’nin kastettiği mana budur, çünkü ileride o şöyle diyecektir:
"O Yüce ALLAH herşeyi kuşatandır ve herşeyin üstündedir."
İşte; "Diğer yaratıklar gibi altı yön O’nu kuşatamaz" sözleri ile "O herşeyi kuşatandır ve üstündedir" sözlerini bir arada ele alacak olursak, onun maksadının Yüce ALLAH’ı hiçbir şeyin ihtiva edemediğini, hiçbir şeyin onu kuşatamadığını, O’nun dışındaki yaratıklara benzemediğini, Yüce ALLAH’ın herşeyi kuşatan ve herşeyin üstünde olduğunu kastettiği anlaşılır.

"Mi’rac haktır. Peygamber -SallALLAHu aleyhi vesellem- İsra ile (geceleyin) yürütülmüştür. Uyanıkken bedeni ile Mi’rac’la semavata yükseltilmiştir. Daha sonra da yüce ALLAH’ın dilediği Yüceliklere çıkartılmıştır. ALLAH, ona dilediği ikramlarda bulunmuş ve vahyettiği şeyleri vahyetmiştir. "Kalb gördüğünü yalanlamadı" (Necm, 11), dünyada da, âhirette de Yüce ALLAH’ın salât ve selâmı olsun ona."

Mi’rac (yukarı doğru yükselmek) anlamındaki "el-uruc"dan gelen ve kendisi ile yukarı doğru çıkılan alet anlamındadır. Bu da merdiven ayarında bir şeydir, ancak onun nasıl olduğunu bilemeyiz. Bu da diğer gayb-i hususlar hükmündedir. Ona iman eder, keyfiyetini bilmek için ayrıca uğraşmayız.

İsra ve Mi’rac

Tahâvî -ALLAH ona rahmet etsin-: "Uyanıkken bedeniyle Peygamber -SallALLAHu aleyhi vesellem- İsra ile (geceleyin) yürütülmüştür." diyerek İsra’ya işaret etmektedir.
İsra ile ilgili hadislerden anlaşılan sahih kanaate göre isra uyanıkken ve beden ile gerçekleşmiştir. Mescid-i Haram’dan, Mescid-i Aksa’ya kadar Cebrail -Aleyhisselam-ın arkadaşlığı ile birlikte ve Burak’ın üzerinde binerek gerçekleşmiştir. Mescid-i Aksa’da inmiş ve peygamberlere imam olarak namaz kıldırmış, Burak’ı mescidin kapısının halkasına bağlamıştır. Onun Beytu Lahm’de inip, orada namaz kıldığı söylenmiş ise de hiçbir şekilde ondan böyle bir rivayet sahih olarak gelmemiştir.
Daha sonra Beytu’l-Makdis’ten aynı gece dünya semasına yükseltilmiştir. Cebrail ona kapının açılmasını istemiş ve ona kapı açılmıştır. Orada insanların ilk atası Adem’i görmüş, ona selam vermiştir. Adem -Aleyhisselam- ona; hoşgeldin demiş, ve selamını almış ve peygamberliğini ifade etmiştir.
Daha sonra ikinci semaya çıkartılmış, yine ona kapının açılması istenmiştir. Orada da Zekeriya oğlu Yahya’yı ve Meryem oğlu İsa’yı görmüş, onlarla karşılaşmış, onlara selam vermiş, onlar da onun selamını alarak güzel bir şekilde onu karşılamış, peygamberliğini ifade etmişlerdir.
Daha sonra üçüncü semaya çıkartılmış, orada da Yusuf -Aleyhisselam-ı görmüştür. Ona selam vermiş, o da selamını almış, güzel bir şekilde karşılamış, peygamberliğini ifade etmiştir.
Daha sonra dördüncü semaya yükseltilmiştir. Orada İdris -Aleyhisselam-i görmüş, ona selam vermiş ve onu güzel bir şekilde karşılayıp peygamberliğini dile getirmiştir.
Arkasından beşinci semaya çıkartılmıştır. Orada da İmran oğlu Harun’u görmüştür. Ona selam vermiştir. O da onu güzel bir şekilde karşılayarak, peygamberliğini ifade etmiştir.
Daha sonra altıncı semaya yükseltilmiştir. Orada da Musa -Aleyhisselam- ile karşılaşmıştır, ona selam vermiş, o da onu güzel bir şekilde karşılayarak, peygamberliğini dile getirmiştir. Onun yanından ayrılıp gidince Musa -Aleyhisselam- ağlamıştır, ona ne diye ağladın diye sorulunca bu sefer: Benden sonra peygamber olarak gönderilen bir kimsenin ummetinden cennete gireceklerin sayısı, benim ümmetimden oraya gireceklerin sayısından daha fazladır diye ağlıyorum, diye cevap vermiştir.
Daha sonra yedinci semaya çıkartılmıştır. Orada da İbrahim -Aleyhisselam- ile karşılaşmış ve ona selam vermiştir. O da onu güzel bir şekilde karşılayarak, peygamberliğini dile getirmiştir.
Sonra Sidretu’l-Muntehâ’ya çıkartılmıştır. Daha sonra da el-Beytu’l-Ma’mur ona yükseltilmiştir. Sonra da yüce ve isimleri mukaddes, cebbar olan ALLAH’ın huzuruna çıkartılmıştır. O’nun huzuruna bir yayın kirişlerinin bağlandığı noktalar kadar yahut daha da yakın olacak şekilde yakınlaşmıştır.[109]
Orada kuluna vahyettiklerini vahyetti. Ona elli vakit namazı farz kıldı, geri döndü, Musa’nın yanına vardığında, ona: Sana ne emrolundu? dedi.
Peygamber -SallALLAHu aleyhi vesellem-: Elli namaz, deyince,
O: Senin ummetin bunun altından kalkamaz. Rabbinin huzuruna dön ve O’ndan ummetinin yükünü hafifletmesini dile, dedi.
Bu hususta Cebrail -Aleyhisselam-ın fikrini almak istercesine Cebrail’e dönüp baktığında, dilersen böyle yap diye işarette bulundu.
Bunun üzerine Cebrail, Peygamber -SallALLAHu aleyhi vesellem-i yüce ve mubârak olan ALLAH’ın huzuruna -O yerinde iken- çıkarttı.

-Buharî’nin Sahih’indeki ve bazı rivayet yollarındaki lafız bu şekildedir.-

Bunun üzerine Yüce ALLAH üzerinden on vakti kaldırdı. Tekrar indi ve Musa’nın yanından geçti, durumu ona haber verdi. Yine O'na: Rabbine geri dön, O’ndan yükünü hafifletmesini dile, dedi.
Bu şekilde Musa -Aleyhisselam- ile yüce ve mubârak olan ALLAH arasında gidip geldi ve sonunda bu elli vakit beş vakte indi.
Musa ona tekrar Rabbine geri dönüp yükünün hafifletilmesini dilemesini istediği halde, o: Artık Rabbimden haya etmeye başladım. Bunun yerine razı oluyor ve teslim oluyorum, dedi.
Bu sefer bir munâdi’nin şöyle seslendiği işitildi:
Ben farzımı aynen emrettim ve kullarımın yükünü de hafiflettim.
Peygamber -SallALLAHu aleyhi vesellem-in aziz ve celil olan Rabbini baş gözü ile görüp görmediği hususunda ashab’ın farklı görüşlerinden, doğru olanın onu kalbiyle gördüğü, baş gözü ile görmediği olduğuna dair açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır.
Yüce ALLAH’ın: "Gözüyle gördüğünü kalb yalanlamadı." (Necm, 11); "Andolsun ki onu diğer bir inişte de görmüştü." (Necm, 13) buyruklarına gelince, Peygamber -SallALLAHu aleyhi vesellem-den sahih olarak gelen rivayete göre; burada görüldüğünden söz edilen kişinin Cebrail olduğu bildirilmektedir. Onu iki sefer yaratılmış olduğu aslî suretinde görmüş bulunmaktadır.
İsra’nın uyanıklık halinde ve beden ile birlikte olduğunun delillerinden birisi de Yüce ALLAH’ın: "Kulunu geceleyin Mescid-i Haram’dan, çevresini mubârak kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren (ALLAH) munezzehtir." (İsra, 1) buyruğudur. Nasıl ki insan beden ve ruhun toplamını ifade ediyorsa, kul da beden ve ruh’un toplamından ibarettir. İfadenin mutlak olarak kullanılması halinde bilinen anlamı budur. Doğrusu da budur, o halde İsra da bu şekilde gerçekleşmiştir ve aklen bu imkansız bir şey değildir.
Önce Beytu’l-Makdis’e, İsra’nın hikmeti nedir? diye sorulacak olursa, cevabı şudur:
-Doğrusunu en iyi bilen ALLAH’tır ya- Bu, Rasûlullah -SallALLAHu aleyhi vesellem-in Mi’rac’a yükseldiği iddiasının doğruluğunun ortaya çıkması için olmuştur. Kurayş ona (iddiasının doğruluğunu isbatlamak için) Beytu’l-Makdis’in sıfatlarının neler olduğunu sormuştu. O da onlara sıfatlarını, niteliklerini anlatmış (Buhârî 3886, 4710; Muslim 170; Musned, I, 309) ve yolda gelmekte olan kervanlarının halini dahi onlara haber vermişti. (Musned, I, 374; İbn Kesir, III, 15)
Eğer onun semaya yükselişi doğrudan Mekke’den olsaydı, bu husus gerçekleşmezdi. Zira onlara sema ile ilgili haber vermiş olsaydı, buna muttalî olmalarına da imkan olmazdı. Halbuki onlar Beytu’l-Makdis’i tanıyorlardı. Onlara da bunun niteliklerini haber vermişti.
Mi’rac hadisinde konu üzerinde iyice düşünen kimsenin açıkça anlayacağı gibi değişik akımlardan Yüce ALLAH’ın uluvv (yücelik) sıfatının sabit olduğuna delil bulunmaktadır. Başarı ALLAH’tandır.

"Yüce ALLAH’ın ona ikram ve ümmetine de bir yardım olmak üzere lutfedeceği Havz da haktır."

[109] Bu cümle Buharî’nin Sahih’inde Şerik b. Abdullah b. Ebi Nemr yoluyla yer alan fazlalıklardan birisidir. Bu cümle Şerik’in tek başına rivayet ettiği yanılmalarından sayılır. Aslında şarih’in (İbn Ebi’l İzz’in) buna dikkat çekmesi gerekirdi.
el-Hattabî der ki: Bu rivayette varid olan sarkıp, yaklaşmanın yüce ALLAH’a nisbet edilmesi genel olarak bütün selef’e, ilim adamlarına, önceki ve sonraki tefsir alimlerinin kanaatine muhaliftir. Bu hadis Şerik’ten başkasının yolundan Enes’ten rivayet edilmiş olmakla birlikte bu ağır lafızlar o rivayette yoktur. Bu husus ise bu rivayetteki bu lafızların Şerik tarafından katılmış olduğu kanaatini pekiştirmektedir.
Abdu’l-Hak el-İşbili de “el-Cem’u Beyne’s-Sahihayn” adlı eserinde şunları söylemektedir: Burada Şerik meçhul bir fazlalık katmış bulunmakta ve bilinmeyen bir takım lafızlar zikretmiş olmaktadır. İsra ile ilgili hadisleri hafızlar topluluğu rivayet etmiş olmakla birlikte Şerik’in zikrettiği bu lafzı onlardan zikreden kimse yoktur. Şerik ise hafız değildir.
İbn Kesir de Tefsir’inde (IIV, 3) şunları söylemektedir:
Şerik b. Abdullah b. Ebi Nemr bu rivayetinde başka rivayetlerle çatışan lafızları zikretmiştir. O bu hadisi kötü bir şekilde hıfzetmiş ve iyice tesbit (zabt) edememiştir.
Hafız Ebu Bekr el-Beyhakî de şunları söylemektedir: Şerik’in rivayetinde, Peygamber (sallALLAHu aleyhi ve sellem)in Rabbini gördüğü iddiasında bulunanların kanaatine uygun münferiden naklettiği bir fazlalık vardır. O bununla: “Daha sonra aziz olan cebbar Rab yaklaştı, sarktı ve bir yayın kirişlerinin bağlandığı iki nokta kadar veya daha yakın bir mesafeye geldi” sözlerini kastetmektedir.
Âişe, İbn Mes’ud ve Ebu Hurayra (radiyALLAHu anhum)un bu âyetlerdeki “görme”yi Cebrail’in görülmesine yorumlamaları ise daha doğrudur.
İbn Kesir der ki: Bu meselede Beyhakî’nin söyledikleri hakkın kendisidir. Çünkü Ebu Zerr (r.anh): Ey ALLAH’ın Rasûlü, Rabbini gördün mü? diye sorunca Peygamber: “O bir nurdur, O’nu nasıl görebilirdim” diye cevap vermiştir. Bir başka rivayette de: “Ben bir nur gördüm” demiştir. Bunu da Muslim rivayet etmiştir.

Yüce ALLAH’ın: ”Sonra yaklaşıp, sarktı.” (Necm, 8) buyruğunda kastedilen Cebrail aleyhisselam dır. Nitekim bu husus Buharî ve Müslim’den, mü’minlerin annesi Aişe’den ve İbn Mes’ud’dan böylece sabit olmuştur. Aynı şekilde Ebu Hureyre’den gelen ve Sahih-i Müslim’deki rivayet te böyledir. Bu âyet-i kerîme’nin bu şekilde tefsir edilmesi hususunda Ashab-ı Kiram arasından onlara muhalefet eden bir kimsenin olduğu bilinmemektedir.
Bu hadiste yine Şerik’ten başkasının zikretmeyip, tek başına Şerik’in naklettiği bir başka lafız da vardır ki yine müellifimiz bu lafzı burada kaydetmiştir. O da: “Cebrail onu yüce ve mubârak olan Cebbar’ın huzuruna -O yerinde olduğu halde- götürünceye kadar onu yükseltti” ifadeleridir.



'Arş ve Kursî

Nitekim Yüce ALLAH da Kitabında böyle açıklamıştır: "Arş’ın sahibidir, Mecîd’dir." (el-Buruc, 85/15);
"O dereceleri yükseltendir, 'Arş’ın sahibidir." (el-Mu’min, 40/15);
"Rahman 'Arş’a istivâ etti." (Tâhâ, 20/5);
"Sonra 'Arş’a istivâ etti." (el-A’raf, 7/54) ve Kur’ân-ı Kerîm’de daha bir çok âyet-i kerîme’de 'Arş’tan söz edildiğini görüyoruz:
"O’ndan başka hiçbir ilah yoktur, şerefi büyük Arş’ın Rabbi O’dur." (el-Mu'minûn, 23/116)
"ALLAH O’dur ki O’ndan başka ilah yoktur. Çok büyük Arş’ın Rabbidir." (en-Neml, 27/26);
"Şu Arş’ı yüklenenler ve etrafında bulunanlar Rablerini hamd ile tesbih ederler, O’na iman ederler." (el-Mu’min, 40/7);
"O gün de üstlerinde bulunan sekiz (melek) Rabbinin 'Arş’ını yüklenirler." (el-Hâkka, 69/17);
"Melekleri de 'Arş’ın etrafını kuşatmış görürsün. Rablerini hamd ile tesbih ederler." (ez-Zumer, 75)

Sahih’te rivayet olunmuş, sıkıntı anlarında yapılacak duada da şu ifadeler geçmektedir:
"ALLAH’tan başka hiçbir ilah yoktur. O pek büyüktür, Halim’dir. ALLAH’tan başka ilah yoktur, O büyük 'Arş’ın Rabbidir. ALLAH’tan başka ilah yoktur. Göklerin Rabbidir, yerin Rabbidir, kerim olan Arş’ın Rabbidir."
(Buhârî 6345, 6346, 7426, 7431; Muslim 2730)

Buharî’nin Sahih’inde de Rasûlullah -SallALLAHu aleyhi vesellem-in şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "ALLAH’tan cenneti istediğiniz zaman Ondan Firdevs’i isteyiniz. Çünkü o cennetin en yükseği, cennetin en orta yeridir. O'nun üstünde de Rahman’ın 'Arş’ı vardır."
(Buhârî 7423, Musned, III, 335)

"O’nun üstünde" anlamındaki kelime zarf olarak anlaşılacak şekilde nasb ile rivayet edildiği gibi, onun tavanı Rahman’ın 'Arş’ıdır, anlamına gelecek şekilde mubtedâ olarak ref, ile de rivayet edilmiştir.
Kelam bilginlerinden bir kesimin kanaatine göre 'Arş, bütün yönleri ile dairesel ve her yönden kâinatı kuşatan bir yörünge şeklindedir. Kimi zaman 'Arş’a "el-Feleku’l-Atlas" ile "el-Feleku’t-Tasi’ (dokuzuncu felek)" adını verdikleri de olur.
Ancak bu doğru değildir, zira şeriatte sabit olduğuna göre 'Arş’ın bacakları vardır ve melekler onu taşır. Nitekim Peygamber -SallALLAHu aleyhi vesellem- şöyle buyurmaktadır:
"İnsanlar baygın düşecekler. İlk ayılan kişi ben olacağım. Bir de ne göreyim, Musa 'Arş’ın bacaklarından birisini yakalamış. Bilemiyorum, benden önce mi ayılmış olacaktır, yoksa Tur’daki baygınlığının karşılığı mı ona verilmiş olacaktır?"
(Buhârî 2411, 3408, 6518, 7428; Muslim 2773; Ebû Dâvûd 4671; Musned, II, 264)

Sözlükte 'Arş hükümdara ait olan tahttan ibarettir. Nitekim Yüce ALLAH Belkıs’in arşı ile ilgili olarak: "Onun bir de büyük bir arşı (tahtı) var." (Neml, 3) diye buyurmaktadır.
'Arş bir felek değildir. Arablar da ondan böyle bir mana anlamazlar, Kur’ân-ı Kerîm’de Arabca inmiştir. O halde 'Arş meleklerin taşıdığı ve bacakları olan bir tahttır. Âlemin üzerinde kubbe biçimindedir, o bütün mahlukatın tavanı durumundadır.
ALLAH’ın kelamını tahrif ederek 'Arş’ı mulk ve egemenliğin ifadesi olarak yorumlayanlar acaba Yüce ALLAH’ın şu buyruğunu nasıl açıklarlar:
"O günde üstlerinde bulunan sekiz (melek) Rabbinin 'Arş’ını yüklenir." (el-Hâkka, 17);
"Arş’ı da su üstünde iken..." (Hûd, 7)
Acaba bunlar: O gün Yüce ALLAH’ın mülkünü sekiz melek yüklenir, O’nun mülkü su üzerinde idi mi, diyorlar? Buna göre Musa -Aleyhisselam- da mülkün bacaklarından birisini mi yakalamış olacaktır? Hiç ne söylediğini bilen, aklı başında bir kimse böyle bir şey söyler mi?
Kursî’ye gelince Yüce ALLAH şöyle buyurmaktadır: "O’nun Kursîsi gökleri ve yeri kuşatmıştır." (el-Bakara, 255)
Kursî’nin 'Arş ile aynı şey olduğu söylenmiştir. Ancak doğru olan ondan başka bir şey olduğudur. Bu husus İbn Abbas -RadıyALLAHu anh’ın yanısıra İbn Ebi Şeybe’nin Sıfatu’l-Arş kitabında ve Hâkim’in Mustedrak’inde kaydettikleri gibi başkalarından da rivayet edilmiştir.
O’nun Kürsî’sinin ilmi olduğu da söylenmiştir. Bu açıklama İbn Abbas’a da nisbet edilmiştir.
(Taberî, Câmiu'l-Beyân, 5787, 5788)

Ancak ondan gelen sağlam rivayet az önce geçtiği üzere İbn Ebi Şeybe’nin naklettiği rivayettir. Bundan başka açıklamalarda bulunanların ise mucerred zannın dışında herhangi bir delili yoktur. Açıkça anlaşıldığı kadarıyla bu gibi açıklamalar da 'Arş hakkında söylenen sözler gibi yerilmiş kelamcıların dağarcıklarındandır. Kürsî olsa olsa selef’ten birden çok kimsenin söylediği gibi 'Arş’ın önündedir.

"O’nun Arş’a da, Arş’ın dışındaki varlıklara da ihtiyacı yoktur. O herşeyi kuşatandır ve herşeyin üstündedir. Bütün mahlukat ise böyle bir kuşatıcılıktan âcizdir."

Tahâvî’nin -ALLAH ona rahmet etsin-: "O’nun Arş’a da, Arş’ın dışındakilere de ihtiyacı yoktur" sözüyle ilgili olarak Yüce ALLAH’ın şu buyruklarını hatırlatalım:
"Şubhesiz ki ALLAH âlemlere muhtaç değildir." (Al-i İmran, 3/97);
"Ey insanlar! ALLAH’a muhtaç olan sizlersiniz, ALLAH ise O, kimseye muhtaç olmayandır. Her hamde layık olandır." (Fâtır, 35/15)

Tahâvî’nin -ALLAH ona rahmet etsin- burada bu ifadeleri kullanmasının sebebi şudur:
O 'Arş ve Kursî’yi söz konusu ettikten sonra O’nun 'Arş’a da, 'Arş’ın dışındaki varlıklara da muhtaç olmadığını dile getirerek, 'Arş’ı yaratıp üzerine istivâ etmesinin, bu ona olan bir ihtiyacından ileri gelmediğini açıklamak istemiştir. O bunu ihtiyacı dolayısıyla yaratmamıştır. Aksine bunu gerektiren bir hikmeti vardır.
Üstte olanın, altta olanın üzerinde olması altta olanın, üstte olanı ihtiva edip onu kuşatmasını, onu taşıyor olmasını gerektirmediği gibi; üstte olanın, altta olana muhtaç olmasını da gerektirmez. Yüce Rabbimiz bundan çok daha büyüktür, yücedir. O’nun yüceliğinin böyle bir hususu gerektirmesinden münezzehtir. Aksine O’nun yüceliğinin gerekleri kendine has özelliklerindendir. Bu da kendi kudretiyle altta olanı taşımasıdır. Altta olanın, O’na muhtaç olmasıdır. Kendisinin ise alttakine muhtaç olmaması ve O’nu kuşatıcı olmasıdır.
Yüce ALLAH 'Arş’ın üstündedir. Bununla beraber O 'Arş’ı ve 'Arş’ı taşıyanları kudretiyle birlikte taşır, 'Arş’a da muhtaç değildir. Buna karşılık 'Arş’ın (var olmak için) ona ihtiyacı vardır. O 'Arş’ı da kuşatır, fakat arş onu kuşatmaz. O 'Arş’ın sınırlarını hasretmiştir, ancak 'Arş onu hasredemez. İşte bunlar Yüce ALLAH hakkında söz konusu olup mahlukatta bulunmayan özelliklerdir.
ALLAH’ın yüceliğini nefyeden Muattile şâyet bu hususu bu şekilde etraflı olarak ele almış olsalardı dosdoğru yola hidayet bulurlar, aklın indirilen vahye mutabık olduğunu anlarlar, delilin peşinden yol alırlardı. Fakat onlar delilden uzak düştükleri için yolu da kaybettiler.
Bu hususta mesele İmam Malik -ALLAH’ın rahmeti üzerine olsun-in dediği gibidir. Ona Yüce ALLAH’ın: "Sonra 'Arş’a istivâ etti." (el-A’raf, 54) buyruğu hakkında: Nasıl istiva etti? diye sorulunca şu cevabı vermiştir:
“İstivânın ne demek olduğu bilinmektedir, keyfiyet ise meçhuldür.”
Aynı cevab Ummu Seleme -RadıyALLAHu anh-dan mevkuf olarak da Peygamber -SallALLAHu aleyhi vesellem-e, merfu olarak da rivayet edilmektedir.
"O herşeyi kuşatandır ve O, herşeyin üstündedir." ifadesi bazı nushalarda: "O’nun üstündeki herşeyi kuşatıcıdır" şeklindedir. Ancak doğru olan birinci nushadır. Bunun da anlamı şudur: O herşeyi ve herşeyin üstündekileri kuşatıcıdır.

İkincisinin anlamı da: O 'Arş’ın üstündeki herşeyi kuşatıcıdır, şeklindedir. Bu da -doğrusunu en iyi bilen ALLAH’tır ya- ya bazı mustensih’lerin yanılarak düşürdüğü bir harf sonucudur, sonra bazıları bu nushadan istinsah edegelmişlerdir, yahut ta sapık bazı tahrifçiler fesat kastıyla ve Yüce ALLAH’ın fevkıyyet sıfatını inkar amacıyla bilerek düşürmüş olabilirler. Yoksa 'Arş’ın bütün mahlukatın üstünde olduğuna dair delil açıkça ortadadır. Mahlukattan O'nun üzerinde de hiçbir varlık yoktur. Dolayısı ile durum bu olduğuna göre; "'Arş’ın üstündeki herşeyi kuşatıcıdır" şeklindeki ifadesinin bir anlamı olamaz. Zira arşın üstünde kuşatılacak bir yaratık bulunmamaktadır. Buna göre doğru olan birinci şekilden başkası olamaz, anlamı da şöyle olur: Yüce ALLAH herşeyi kuşatandır ve herşeyin üstündedir.
Onun herşeyi kuşatıcı olmasına gelince, Yüce ALLAH şöyle buyurmaktadır: "Halbuki ALLAH onları arkalarından kuşatandır." (el-Burûc, 85/20);
"Uyanık olun, muhakkak O herşeyi kuşatandır." (Fussilet, 41/54);
"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi ALLAH’ındır. ALLAH herşeyi kuşatıcıdır." (en-Nisa, 4/126)
Burda O’nun mahlukatını kuşatıcılığından kasıt, O’nun felek gibi olduğunu anlatmak ve mahlukatın O’nun mukaddes zatının içinde kaldığını söylemek değildir. Yüce ALLAH bundan yücedir, munezzehtir. Bundan kasıt ancak şudur:
Bu kuşatıcılık azamet, genişlik, ilim ve kudret kuşatıcılığıdır. Mahlukatın onun azametine nisbeti ancak bir hardal tanesi gibi olabilir. Nitekim İbn Abbas -RadıyALLAHu anhuma-'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Yedi semavat, yedi arz, onların içindekiler ve onların aralarında bulunanlar Rahman olanın elinde ancak sizden herhangi birinizin elindeki bir hardal tanesi gibidir.
-En yüce misal elbette ki ALLAH’a mahsustur- bilindiği gibi bizden herhangi bir kimsenin elinde bir hardal tanesi varsa, dilerse onu avucunun içerisine alır ve avucu onu çepeçevre kuşatır. Dilerse onu altında bırakır. Her iki halde de o bu hardal tanesinden ayrı ve farklıdır. Ondan yücedir ve bütün yönleriyle onun üstündedir.
Hiçbir vasfın azametini kuşatamayacağı o azim olanın azametini nasıl tasavvur etmeliyiz? Eğer dilerse o bugün dahi semavatı ve arzı avucu içerisine alır ve kıyamet gününde bunlara yapacağının bir benzerini bugün yapabilir. Çünkü kıyamet gününde şu anda sahip bulunmadığı bir kudrete o vakit yeniden sahip olacak değildir. Bununla birlikte akıl Yüce ALLAH’ın kainatın bir takım parçalarına -semavatının üzerinde ‘Arş’ının üstünde olmakla birlikte- yakınlaşmasını yahut ta yarattıklarından dilediği kimseyi kendisine yaklaştırmasını nasıl uzak görebilir? Bunu kabul etmeyen, Yüce ALLAH’ı layıkı veçhiyle takdir etmiş olamaz.



Üstte Oluş

Yüce ALLAH’ın kainatın üstünde oluşu ile ilgili olarak da şöyle buyurulmuştur:
"Kullarının üstünde kahir olandır O." (el-En’âm, 18 ve 61);
"Üstlerinde olan Rablerinden korkarlar..." (en-Nahl, 50)

Ebu Hurayra -RadıyALLAHu anh-dan rivayete göre Peygamber -SallALLAHu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur:
"ALLAH mahlukatı yaratma hükmünü verdiğinde, kendisinin nezdinde 'Arş’ın üstünde bulunan bir kitaba şunları yazdı: Şubhesiz Benim rahmetim, gazabımı geçmiştir."
(Buhârî 3194, 7404, 7422, 7453, 7553, 7554, Muslim 2751)

Bir başka rivayette de; "Rahmetim gazabıma galib gelir" şeklindedir.
Bu hadisi Buharî ve başkaları rivayet etmiştir.
Müslim de Peygamber -SallALLAHu aleyhi vesellem-in Yüce ALLAH’ın: "O hem ilk’tir, hem âhir’dir, hem zahir’dir, hem batın’dır." (Hadid, 57/3) buyruğunu şu sözleriyle açıkladığını rivayet etmektedir:
"Sen ilksin, Sen’den önce hiçbir şey yoktur, Sen âhirsin, Sen’den sonra hiçbir şey yoktur. Sen zahir’sin, Senin üstünde hiçbir şey yoktur. Sen batın’sın, Sen’den öte hiçbir şey yoktur."
(Muslim 2713; Ebû Dâvûd 5051; Tirmizî 3397; İbn Mâce 3873; Musned, II, 381, 404)

Burada zahir olmaktan kasıt üstte, yukarda oluştur. Yüce ALLAH’ın şu buyruğunda da bu kelime bu anlamda kullanılmıştır: "Artık O’na zahir olamadılar." (el-Kehf, 97) yani O’nun üstüne çıkamadılar.
Bu dört isim karşıt isimlerdir. Bunların ikisi Yüce Rabbimizin ezeli ve ebedi oluşu ile, ikisi de yüceliği ve yakınlığı ile ilgilidir. Kureyza oğulları günü Sâd b. Mu'az onlar hakkında savaşçılarının öldürülmesi, çoluk çocuklarının da esir alınması şeklinde hüküm vermesi üzerine Peygamber -SallALLAHu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştu:
"Andolsun ki onlar hakkında yedi semanın üstünden mutlak melik (egemen olan ALLAH) ın hükmü ile hüküm vermiş bulunuyorsun."
Bu sahih bir hadistir, bunu el-Umevî, Meğazî’sinde rivayet etmiş olup, aslı Buharî ile Muslim’in Sahih’lerindedir. (Buhârî 3043, 3804, 4121, 6262; Muslim 1768; Musned, III, 22)

Buharî’de yer alan rivayete göre Zeyneb -RadıyALLAHu anh-, Peygamber -SallALLAHu aleyhi vesellem-in diğer hanımlarına karşı övünür ve şöyle dermiş:
"Sizleri akrabalarınız evlendirdi, beni ise ALLAH yedi semanın üzerinden evlendirdi."
(Buhârî 7420; Tirmizî 3213; Nesaî, VI, 80)

Ömer -RadıyALLAHu anh-dan rivayete göre bir seferinde yaşlı bir kadının yanından geçerken, bu kadın onu durdurmuş o da onunla birlikte durup onunla konuşmaya koyulmuş.
Bir adam: Ey mu’minlerin emiri, bu yaşlı kadından ötürü sen insanları beklettin deyince, şöyle cevab vermiş:
Yazık sana, sen bunun kim olduğunu biliyor musun? Bu, Yüce ALLAH’ın şikayetini yedi semanın üstünden dinleyip kabul ettiği kadındır. Bu, Yüce ALLAH’ın hakkında:
"Kocası hakkında seninle mucadele eden ve ALLAH’a şikayet etmekte olan kadının sözünü elbetteki ALLAH işitmiştir." (Mucadele, 1) buyruğunu indirdiği Havle’dir.
Bu hadisi de Darimî rivayet etmiştir.
(er-Redd Ale'l-Cehmiyye, s. 26'da)

Rasûlullah -SallALLAHu aleyhi vesellem-in hadislerini, selef’in sözlerini duyan bir kimse bu sözler arasından Yüce ALLAH’a fevkıyyet (yukarda oluş)'in izafe edildiği, sayılamayacak kadar çok ifade tesbit edebilir.
Şubhe yok ki Yüce ALLAH, mahlukatı yarattığında onları kendi mukaddes zatı içerisinde yaratmamıştır. O bundan pek yücedir, O Ehad’dir, doğmamış ve doğurmamış olan Samed’dir. O halde onları kendi zatı dışında yaratmış olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Yüce ALLAH kendi nefsiyle kaim, âleme karışmamış alemle iç içe olmamak vasıfları ile birlikte zatı ile fevkıyyet (yukarda oluş) sıfatına sahip kabul edilmezse, bunun zıttı sıfatlara sahip demektir. Çünkü bir şeyi kabil olan o şeyden yahut onun zıttından uzak kalamaz.
Bizler O’nun fevkıyyeti kabil olduğunu -onu nefyetmekten ötürü zıttının sabit oluşu söz konusu olmasın diye- kabul edemeyiz, denilecek olursa şöyle cevap verilir:
Eğer Yüce ALLAH, uluvv (yüksekte oluş) ve fevkıyyet (yukarda oluş)u kâbil değil ise, O’nun kendi başına var olan bir hakikati söz konusu olamaz. Sizler O’nun kendi başına varlığı ortada olan bir zat olduğunu ve âlem ile içiçe yahut karışık olmadığını, âlemin dışında var olduğunu kabul ettiğinize göre; O’nun varlığı sadece bir zihnî varlık olmasa gerektir. Aksine O’nun, zihinlerin dışında kat’î olarak varlığı söz konusudur.
Bütün akıl sahibi kimseler kesin olarak şunu bilirler: Bu şekilde bir varlığa sahip olan bir zat ya âlemin içindedir, ya âlemin dışındadır. Bunu inkâr etmek ise hiç şüphesiz kesin ve apaçık işlerin en açık ve belirgin olanını inkar etmek demektir. Buna dair hangi delil getirilirse getirilsin mutlaka O’nun kainattan ayrı bir varlık olduğuna dair bilgi daha açık ve daha kesinlikle ortada olan bir gerçektir.
Üstte oluş ve yukarda oluş bir kemal sıfatı olup bunda bir eksiklik yoktur, eksikliği gerektirmediğine, bir mahzur taşımadığına, Kitaba, sünnete ve icma’a aykırı olmadığına göre bunun hakikatini nefyetmek, batıl’ın ta kendisi ve kesinlikle hiçbir şer’î hükmün ifade etmediği imkansız bir iddia olur.
O halde bunu (üstte ve yüksekte olşunu) kabul etmeksizin O’nun varlığını kabul etmek, peygamberlerini tasdik etmek, Kitabına ve rasûlünun getirdiklerine iman etmek, söz konusu olmayacağına göre; bir de bunlara sağlıklı akılların, dosdoğru fıtratların, Yüce ALLAH’ın mahlukatının üstünde oluşuna ve kullarının fevkinde bulunuşuna dair yaklaşık yirmi tür civarında çeşitli ve muhkem nass’ların varid olduğunu da katacak olursak (O’nun ulviyyetini ve fevkıyyetini kabul etmeksizin bütün bunlara iman nasıl mümkün olabilir?)

EL-AKÎDETÜ’T-TAHÂVİYYE VE ŞERHİ
EL-AKÎDETÜ’T-TAHÂVİYYE VE ŞERHİ
(devamı)

Yüce ALLAH’ın Fevkıyyetini Ortaya Koyan Çeşitli Nass’lar


1- Bizzat fevkıyyeti tayin eden "min:...den, dan" edatı ile birlikte açıkça fevkıyyetin zikredilmesi, Yüce ALLAH’ın: "Üstlerinde olan Rablerinden korkarlar." (en-Nahl, 16/50) buyruğu gibi.
2- Bu edat olmaksızın yine fevkıyyetin (yukarda oluşun) söz konusu edildiği buyruklar. Yüce ALLAH’ın: "Kullarının üstünde kahir olandır O." (el-En’âm, 6/18 ve 61) buyruğu gibi.
3- O’na doğru yükselişin açıkça zikredildiği buyruklar; "Melekler ile Ruh O’na miktarı ellibin yıl olan bir günde yükselirler." (el-Meâric, 70/4) buyruğu gibi. Peygamber -SallALLAHu aleyhi vesellemin da: "Onlar arasında geceyi geçiren melekler yukarıya çıkarlar (urûc ederler.) O da onlara... sorar." [Buhârî 555, 3223, 7429, 7486; Müslim 632]
4- O’na doğru yükselişin (suûd) açıkça ifade edilmesi; "Güzel söz yalnız O’na yükselir (suûd)." (Fatır, 35/10) buyruğu gibi.
5- Bir takım mahlukatı kendisine doğru yükseltip kaldırdığına dair açık ifadeler. Yüce ALLAH’ın: "Bilakis ALLAH onu kendi nezdine kaldırmıştır." (en-Nisâ, 4/158); "Muhakkak Ben seni öldüreceğim, seni kendime yükselteceğim." (Âl-i İmran, 3/55)
6- Hem zat, hem kadr, hem şeref itibariyle uluvvun bütün mertebelerine delâlet eden mutlak uluvv (üstünlük, yücelik) lafzının açıkça ifade edilmesi. Yüce ALLAH’ın: "Ve O, aliyydir (en yücedir), aziym’dir." (el-Bakara, 2/255); "Ve O, aliyydir, pek büyüktür." (Sebe’, 34/23); "Şubhesiz ki O aliyydir, hakîmdir." (eş-Şura, 42/51) buyrukları gibi.
7- Kitabın kendi nezdinden indirilmiş olduğunun açıkça ifade edilmesi. Şu buyruklarda olduğu gibi: "Kitabın indirilmesi mutlak galib her işi hikmet dolu ALLAH tarafındandır." (ez-Zumer, 39/1);
"Kitabın indirilmesi hükmünde galip, en iyi bilen ALLAH’tandır." (el-Mu’min, 40/2);
"(Bu kitap) Rahman, Rahim olan tarafından indirilmiştir." (Fussilet, 41/2);
"O hikmeti sonsuz, her hamde layık olan tarafından indirilmiştir." (Fussilet, 41/42);
"De ki: Onu Ruhu’l-Kudüs (Cebrail)... Rabbinden hak olarak indirmiştir." (en-Nahl, 16/102);
"Ha. Mim. Mubin Kitaba yemin olsun ki şüphesiz Biz onu mübarek bir gecede indirdik. Muhakkak Biz korkutup, uyaranlarız. O gecede hikmetli herbir iş tarafımızdan bir emir ile ayrılır. Muhakkak Biz gönderenleriz." (ed-Duhan, 44/1-5)
8- Bazı yaratıkların kendi nezdinde bulunmak özelliğine sahip olduklarını, bazılarının diğerlerine göre kendisine daha yakın olduğunu açıkça ifade eden buyruklar: "Şubhe yok ki Rabbin nezdindekiler..." (el-A’raf, 7/206); "Göklerde ve yerde kim varsa O’nundur. O’nun yanında olanlar ise..." (el-Enbiya, 21/19) Bu buyrukta görüldüğü gibi genel olarak "kendisinin olanlar" ile özel olarak kulları ve emri altında bulunanlardan "nezdindekiler" arasında bir fark olduğunu vurgulamaktadır. Peygamber -SallALLAHu aleyhi vesellem-in Yüce Rabbin kendisi hakkında yazmış olduğu kitap ile ilgili: "O kitap O’nun nezdinde "Arş’ın üstündedir." [Az önce geçen "Üstte Oluş" başlığı] şeklindeki sözleri de bu kabildendir.
9- Yüce ALLAH’ın semada olduğunun açıkça ifade edilmesi. Bu ehl-i sünnete mensub mufessirlere göre iki şekilden birisi ile açıklanır. Ya bu gibi ifadelerdeki "fi: ...de, da" edatı "ala: üstünde, üzerinde" anlamındadır, yahut ta "sema" ile üstte oluş kastedilmektedir. Bu hususta görüş ayrılığı yoktur ve bunun dışında bir anlama yorumlanması da caiz değildir.
10- Özellikle mahlukatın en üstünde bulunan 'Arş’a has olarak "ala: ...e, a" ile birlikte açıkça istivâ lafzının kullanılması. Çoğunlukla bunun tertibe (sıraya) ve mühlete delâlet eden "sümme: sonra" edatı ile birlikte kullanıldığı görülmektedir.
11- Yüce ALLAH’a ellerin kaldırılması ifadesinin açıkça kullanılması. Peygamber -SallALLAHu aleyhi vesellem-in şu buyruğu gibi: "Şüphesiz ALLAH kulu kendisine doğru ellerini kaldırdığı takdirde onları bomboş olarak geri çevirmekten haya eder."
[Musned, V, 438; Ebû Dâvûd 1488; Tirmizî 3551; İbn Mâce 3865]
Sadece yüksekte oluş, duanın kıblesidir, demek hem kat’î olarak, hem de fıtrat gereği batıl’dır. Çünkü böyle bir şeyi ileride Yüce ALLAH’ın izniyle geleceği gibi dua eden herkes, zaten kendi içinde hisseder.
12- Yüce ALLAH’ın dünya semâsına her gece indiğinin açıkça ifade edilmesi.
13- Hissedilir (muşahhas) bir şekilde O’nun yüksekte oluşuna işaret etmek. Nitekim O’nu, O’nun hakkında kabul edilmesi gerekenleri, O’nun için imkansız olanları bütün insanlardan daha iyi bilen (son peygamber) O’na böylece işaret etmiştir:
Hiçbir kimsenin benzeri bir topluluğun etrafında bulunmadığı, o en büyük topluluğun bir araya geldiği, en büyük günde ve en büyük yerde onlara şöyle demişti:
"Sizlere benim hakkımda soru sorulacaktır. Ne diyeceksiniz?"
Onlar şöyle cevap verdiler:
Senin tebliğ ettiğine, görevini eksiksiz yerine getirdiğine, gereken şekilde nasihatta bulunduğuna şahidlik edeceğiz.
Bunun üzerine parmağını semaya doğru kaldırdı. Parmağını semanın da, herşeyin de üstünde olana kaldırarak; "Şahid ol ALLAH’ım" dedi.
(Peygamber -SallALLAHu aleyhi vesellem- Vedâ Haccı ile ilgili uzunca hadisin bir bölümüdür. Müslim 1218; Ebû Dâvûd 1905; İbn Mâce 3074)

Biz adeta o değerli parmağın Yüce ALLAH’a doğru kaldırılmış olduğunu görüyor; o şerefli dilin parmağını kaldırdığı zata "şahid ol ALLAH’ım" diye seslendiğini işitiyor gibiyiz. Bizler onun apaçık bir tebliğde bulunduğuna, emrolunduğu şekilde Rabbinin risaletini eksiksiz yerine getirdiğine, ümmetine de son derece nasihatta bulunduğuna şahitlik ediyoruz.
Artık onun beyanı, tebliği, açıklaması ve izahı ile birlikte aşırıya kaçıp olmadık sözler söylemeye ve olur olmaz, yerli yersiz izahlarda bulunmaya ihtiyaç yoktur. Âlemlerin Rabbi olan ALLAH’a hamdolsun.
14- "Eyne: Nerede" lafzının açıkça kullanılması. İnsanlar arasında Yüce ALLAH’ı en iyi bilen, ummetine en samimi olarak öğüt veren, doğru manayı en fasih bir şekilde açıklayan o yüce peygamberin hiçbir şekilde batıl bir anlam vehmettirmeyen "eynALLAH: ALLAH nerede?" [Muslim 537] lafzını birden çok yerde kullanmış olması buna örnektir.
15- Rabbinin semada olduğunu söyleyen kimse lehine Peygamber -SallALLAHu aleyhi vesellem-in iman sahibi olduğuna dair şahitlikte bulunması.
16- Yüce ALLAH’ın Firavun hakkında, onun Musa’nın ilahı olduğunu görmek maksadıyla semaya doğru yükselmek istediğini haber vermesi ve böylelikle Firavu’nun, Musa -Aleyhisselam-ın haber vermiş olduğu, O’nun semavatın üzerinde olduğunu yalanlamaya kalkışması. Bu maksatla Firavun şöyle demişti:
"Ey Haman! Benim için yüksek bir kule yap. Belki o yollara ulaşırım, göklerin yollarına. Sonunda belki Musa’nın ilahının yanına çıkarım. Doğrusu şu ki ben onu yalancı sanıyorum." (el-Mu’min, 36-37)

O halde Cehmiye’den olup Yüce ALLAH’ın yüceliğini kabul etmeyenler Fir’avnî’dirler. O’nu kabul edenler ise Musa ve Muhammed’in yolundadırlar.
17- Peygamber -SallALLAHu aleyhi vesellem-in namazın hafifletilmesi maksadıyla Mi’raç gecesinde Musa -Aleyhisselam- ile Rabbi arasında defalarca gidip geldiğini haber vermiş olması. Her seferinde Rabbine doğru yükseliyor, sonra da Musa -Aleyhisselam-a dönüyordu ve bu bir kaç defa tekrarlanmıştır.
18- Cennet ehlinin Yüce ALLAH’ı göreceklerine delalet eden Kitap ve sünnetteki pek çok nass ile Peygamber -SallALLAHu aleyhi vesellem-in onu arada bulut bulunmaksızın güneşi ve ondördündeki ay’ı gördükleri gibi göreceklerini haber vermesi. Onlar, O, yüce zatı ancak onların üstünde olduğu halde göreceklerdir.
Yüce ALLAH’ın yukarda oluşunun inkârı, ancak görüleceğinin inkarı ile mümkün olabilir.
Bundan dolayı Cehmiye’ye mensub olanlar her ikisini de inkâr etmişlerdir.
Ehl-i sünnet ise her ikisini de tasdik edib kabul etmişlerdir. Görmeyi kabul edip, yukarda oluşu kabul etmeyenler ise ikisi arasında bir yerde kalmıştır. Ne bunlardan olmuş, ne ötekilerden olabilmişlerdir.
İşte bu tür deliller eğer birer birer serdedilmeye kalkışılacak olursa, yaklaşık bin delil kadar olur. Bunu te’vil etmeye kalkışan kimsenin bütün bunlara ayrı ayrı cevap vermesi gerekir. Hepsine cevap vermek bir tarafa, bunların bir bölümüne dahi sağlıklı ve doğru cevap vermek imkanı nereden bulunacak ki?


Selef’in Uluvv (Yukarda Oluş) Sıfatının Kabulünü Ortaya Koyan Bazı Sözleri

Yüce ALLAH’ın uluvv (üstünlük, yücelik) sıfatını kabule dair selef’in sözleri oldukça çoktur. Bunlardan bazıları şunlardır:
Şeyhu’l-İslam Ebu İsmail el-Ensarî "el-Faruk" adlı eserinde senedini kaydederek Ebu Mutî’ el-Belhî’den şunu nakletmektedir:

Ebu Mutî’, Ebu Hanife’ye: Ben Rabbimin semada mı yoksa yerde mi olduğunu bilmiyorum, diyen bir kimsenin durumu hakkında soru sormuş.
Ebu Hanife’de: Bu kimse kâfir olur demiştir. Çünkü Yüce ALLAH: "Rahman Arş’a istivâ etti." (Tâhâ, 20/5) diye buyurmaktadır. O’nun Arş’ı ise yedi semanın üstündedir.
Ben: Eğer O Arş’ın üzerindedir, dediği halde bilemiyorum Arş semada mıdır, yoksa yerde midir? diyecek olursa (durumu ne olur) diye sordum.
Yine: O kâfirdir, çünkü o Yüce ALLAH’ın semada olduğunu inkar etmiş olur. O’nun semada olduğunu inkar eden de kâfir olur, dedi.

Başkası da şunu da ilave etmektedir:
Çünkü ALLAH, a’lâ’yı illiyyindedir. O’na yukarıdan dua edilirken, eller yukarıya kaldırılır aşağıya indirilmez.

Ebu Hanife’nin mezhebine muntesib olanlardan bunu kabul etmeyenlerin bu reddedişlerine iltifat edilmez. Çünkü ona Mutezile’den ve başkalarından onun kabul ettiği itikadî esasların birçoğunda ona muhalefet eden pek çok kesimler intisab etmiştir. Malik, Şafiî ve Ahmed’e de inandıkları bazı hususlarda onlara muhalefet eden bir takım kimseler de intisab edebilirler. Ebu Yusuf’un, Bişr el-Merîsî’nin Yüce ALLAH’ın Arş’ın üzerinde olduğunu inkar etmesi üzerine tevbe etmeye çağırması olayı oldukça meşhurdur. Bunu Abdu’r-Rahman b. Ebi Hatim ve başkaları rivayet etmişlerdir.

Her kim "fevk: yukarda oluş"u kullarından daha hayırlı ve onlardan daha faziletli, O’nun Arş’tan daha hayırlı ve daha faziletli olması anlamına yorumlayacak olur ve bu sözleri:
Emir vezirin fevkındedir, dinar dirhem’in fevkındedir sözlerine benzetecek olursa, şunu belirtelim ki bu selim olan akılların nefret ettiği, sağlıklı kalblerin tiksindiği bir açıklama şeklidir.
Çünkü bir kimsenin doğrudan ALLAH kullarından hayırlıdır ve Arş’ından hayırlıdır demesi, o kimsenin kar soğuktur, ateş sıcaktır, güneş kandil’den daha aydınlıktır, sema evin tavanından daha yukarıdadır, dağ çakıldan daha ağırdır, ALLAH’ın Rasûlu filan yahudi’den daha faziletlidir, sema arzın üstündedir demesi kabilinden bir sözdür. Böyle bir ifadede Yüce ALLAH’ı ne temcid, ne ta’zim söz konusudur, ne de övmek. Aksine bu gibi ifadeler en bayağı, en sıradan ve en çirkin ifadeler arasındadır.
Cinlerin ve insanların benzerini meydana getirmek için bir araya gelecek olsalar dahi biri diğerine yardımcı olsa bile benzerini getiremeyecekleri ALLAH’ın kelamına bu kabil ifadeler nasıl yakıştırılabilir? Hatta bu gibi ifadelerde çokça kullanılan meselde görüldüğü gibi, şanı eksiltmek dahi söz konusudur:
"Görmez misin ki kılıcın kadrini düşürmektir,
Kılıç asadan daha keskindir, denildiği vakit."

Mesela bir kimse, mucevher balığın pulundan, soğanın kabuğundan daha üstündür, diyecek olsa akıl sahibi herkes aralarındaki pek büyük farklılıktan dolayı bu söze güler. İşte yaratan ile yaratılmış arasındaki fark bununla kıyas edilmekten bile çok daha büyüktür. Ancak eğer batıl peşinde bulunan bir kimseye karşı bir delil getirmek maksadıyla konum bu kabilden söz söylemeyi gerektiriyorsa durum farklıdır.
Nitekim Yusuf es-Sıddiyk -Aleyhisselam-ın şu sözleri bu kabildendir:
"Darmadağınık bir çok rabler mi hayırlıdır, yoksa bir tek olan ve herşeyi hükmü ve iradesi altında tutan ALLAH mı?" (Yusuf, 12/39)
Yüce ALLAH’ın şu buyruğu da bu türdendir:
"ALLAH hem daha hayırlıdır, hem de daha kalıcıdır." (Tâhâ, 20/73)
Fevkınde oluşun bu anlamı, her bakımdan söz konusu olan mutlak fevkıyetin kapsamı içerisindedir. Yüce ALLAH, herşeye galip gelmek (Kahhâr) fevkıyeti, değer ve üstünlüğünün fevkıyeti, zatının fevkıyeti ile yukardadır. Bu fevkıyetlerin bir bölümünü kabul ederken, diğer bir bölümünü reddeden bir kimse fevkıyetin kemal derecesini eksiltmiş demektir.
Yüce ALLAH’ın yüceliği (uluvv) de her yönüyle mutlaktır. Eğer hayır kasıt, makam ve mevki üstünlüğüdür, mekansâl bir üstünlük değildir, denilecek olursa şunu belirtelim ki; mevki (el-mekâne) mekanın muennes halidir. Muennes olan da hem lafız, hem mana itibariyle muzekker’in bir fer’idir ve ona tabidir. Zihinde mevzu bahis olan misal ve örneklik yüceliği, hakikat manasıyla yüceliğe tabidir. Eğer bu örnek hakka mutabık ise haktır, değilse batıldır.
Bundan kasıt kalblerdeki üstünlüktür ve kalblerde O herşeyden üstündür, denilecek olursa şöyle cevap verilir:
O gerçekten de böyledir. Böyle bir üstünlük özü itibariyle O’nun herşeyden üstün oluşuna da mutabıktır. Eğer O, bizatihi herşeye üstün olmazsa, O’nun kalplerdeki üstünlüğü gerçeğe de mutabık olmaz. Tıpkı üstün olmayan bir varlığı üstün olarak değerlendirme halinde olduğu gibi.


Yüce ALLAH’ın Yukarıda Oluşunun (Uluvv) Aklî Delilleri

Yüce ALLAH’ın yukarda oluşu (uluvv) sem’î delillerle sabit olduğu gibi, akıl ve fıtrat ile de sabittir. Uluvv’ünün aklî bakımdan sûbutu çeşitli şekillerde ortaya konulabilir:

1- İki varlıktan herbirisi ya diğeri ile içiçedir ve sıfatlarda olduğu gibi onun varlığı ile var olabilmektedir. Yahut ta kendi başına vardır ve diğerinden ayrıdır; gerçeği kesindir ve apaçık bir bilgidir.
2- Yüce ALLAH kainatı ya kendi zatı içerisinde yaratmıştır, yahut ta zatı dışında yaratmıştır. Birincisi batıl’dır. Evvela böyle bir şeyin batıl olduğu ittifakla kabul edilmiştir. İkinci olarak böyle bir şeyi kabul edecek olursak, o takdirde Yüce ALLAH’ın değersiz, adi şeylere ve pisliklere de -haşa- mekân olması gerekir. Yüce ALLAH bundan çok yücedir, pek büyüktür.
İkinci durum ise, kainatın Yüce ALLAH’ın zatı dışında olmasını gerektirmektedir. Bu durumda kainat O’ndan ayrıdır. O halde O’nun kainattan ayrı olduğu da kaçınılmaz bir sonuçtur. Çünkü "O alem ile bir arada değildir" derken aynı zamanda "O alemden ayrı da değildir" denilmesini akıl kabul edemez.
3- Yüce ALLAH’ın kainatın içinde de, dışında da olmaması O’nun büsbütün varlığını reddetmeyi gerektirir. Zira böyle bir şeyi akıl kabul edemez. O halde, O ya kainatın içinde vardır, ya kainatın dışında. Birincisi batıldır, o halde ikincisi gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu da O’nun kainattan ayrı olmasını gerektirir.


ALLAH’ın Yüceliğinin Fıtrat İle İsbatı

Yüceliğinin fıtrat ile isbatına gelince, bütün insanlar tabiatları ve selim kalpleri ile dua ettikleri vakit ellerini yukarıya kaldırırlar. Yüce ALLAH’a yalvarıp yakardıklarında kalpleriyle de yukarı ciheti kastederler.
Muhammed b. Tahir el-Makdisî’nin naklettiğine göre Şeyh Ebu Ca’fer el-Hemedanî, İmamu’l-Haremeyn diye bilinen Üstad Ebu’l-Meâlî el-Cuveynî’nin meclisinde hazır bulunuyorken, Ebu’l-Meâlî Yüce ALLAH’ın "uluvv sıfatı"nı nefyetme hakkında açıklamalarda bulunuyor ve şöyle diyormuş: ALLAH ezelden beri Arş yokken dahi vardı ve şu anda O önceden nasıl var idiyse öylece vardır.
Bunun üzerine Şeyh Ebu Ca’fer şöyle dedi: Sayın Üstad, bize şu kalplerimizde hissettiğimiz zorunlu hal hakkında haber verir misin? ALLAH’ı tanıyan herkes "ya ALLAH!" dedikçe mutlaka kalbinde zorunlu olarak bir yücelik hissi duyar. Sağa da, sola da dönmez. Biz kendi içimizden böyle bir zorunlu hali nasıl bertaraf edebiliriz?
Bunun üzerine Ebu’l-Mealî eliyle başına vurarak, kürsüden indi, zannederim ağladı da, dedi. el-Cüveynî inerken şöyle diyordu: el-Hemedanî beni şaşkına çevirdi, el-Hemedanî beni şaşkına çevirdi.
Şeyh şunu kastetmişti: Bu Yüce ALLAH’ın kullarında fıtri olarak yerleştirdiği bir histir. Onlar bunu bir öğretmenden öğrenmemişlerdir, bunu kalplerinde Yüce ALLAH’a yöneldiklerinde hissettikleri bir zaruret olarak görmektedirler ve onlar bu zarureti uluvv’de (yüce oluşta) görmektedirler.
Tahâvî’nin -ALLAH ona rahmet etsin-: "Mahlukatı O’nu kuşatmaktan âciz düşürmüştür" sözlerine gelince; yani onlar ne bilgileriyle, ne görmeleriyle O’nu kuşatamazlar. Bunun dışındaki diğer kuşatma şekillerinin hiçbirisiyle de kuşatamazlar. Aksine O herşeyi kuşatandır ve hiçbir şey O’nu kuşatamaz.

"Bizler deriz ki: Muhakkak ALLAH İbrahim’i halil edinmiş, Musa ile özel bir şekilde konuşmuştur. Buna iman eder, tasdik eder ve teslimiyetle kabul ederiz."

Kalem ve Arş’ın Yaratılışları

İlk yaratılan Kalem midir, yoksa ‘Arş mıdır, hususunda ilim adamlarının iki ayrı görüşü vardır. Bunları Hafız Ebu’l-A’la el-Hemedanî söz konusu etmektedir. Bunların sahih olanına göre Arş Kalem’den önce yaratılmıştır.
Çünkü sahih(i Muslim)de yer alan rivayete göre, Abdullah b. Amr -RadıyALLAHu anh- şöyle demiştir:
Râsulullah -SallALLAHu aleyhi vesellem- buyurdu ki:
"Yüce ALLAH, gökleri ve yeri yaratmadan ellibin yıl önce bütün mahlukatın kaderlerini tayin etti, Arşı da su üzerinde idi."
[Muslim 2653.]

İşte bu buyruk, takdirin Arş’ın yaratılmasından sonra meydana geldiği hususunda açık bir ifadedir. Takdir (kaderlerin tayini) de Kalem’in ilk yaratılışı sırasında meydana gelmiştir. Bunu da az önce geçen Ubade b. es-Samit -RadıyALLAHu anh- yoluyla gelen hadisten anlıyoruz. Bu hadisteki: "ALLAH’ın ilk yarattığı şey Kalem’dir..." ifadesi ya tek bir cümledir, yahut iki ayrı cümledir.
Eğer tek bir cümle ise -ki doğru olan da budur- manası şudur:
Kalem, ALLAH’ın ilk halkettiği ve kendisine "yaz" diye buyurduğu yaratığıdır. Nitekim ifadenin lafzında da şöyle denilmektedir:
ALLAH’ın ilk halkettiği şey kalem’dir, ona: Yaz diye buyurmuştur. Buradaki "ilk" anlamındaki kelime ile "Kalem" anlamındaki kelime nasb ile okunmuştur.
Eğer iki cümle ise -ki bu rivayet "ilk" ile "Kalem" kelimelerinin ref’i ile rivayet edilmiştir- o takdirde bu hadisi şuna yorumlamak gerekir: Kalem, bu alem arasında yaratılmış mahlukatın ilkidir. Böylelikle bu iki hadis arasında ittifak (uyumluluk) söz konusu olur. Çünkü Abdullah b. Amr’ın hadisi arşın ilahi takdirden önce yaratılmış olduğu hususunda açık bir nasstır. Mahlukatın takdiri ise Kalem’in yaratılması ile birlikte olmuştur. Bir başka lafızda da şöyle denilmektedir: "ALLAH Kalem’i halkedince ona: Yaz diye buyurdu."
İşte bu Kalem, Kalem’lerin ilki, en faziletlisi ve en değerlisidir. Tefsir alimlerinden birden çok kişi de şöyle demektedir: Bu Kalem Yüce ALLAH’ın: "Nûn. Kaleme ve yazmakta oldukları şeylere andolsun ki..." (el-Kalem, 68/1-2) buyruğunda kendisine yemin ettiği kalem’dir.
İkinci Kalem ise vahiy kalem’idir. Kendisi ile Yüce ALLAH’ın peygamberlerine ve rasûllerine göndermiş olduğu vahyi yazdığı kalem’dir. Bu kalem’in sahibleri âleme hakim olan (melekler)dir. Bütün kalemler onların kalemlerine hizmet eder. Peygamber -SallALLAHu aleyhi vesellem- İsra gecesinde kalemlerin cızırtısını duyduğu bir yere kadar çıkartılmıştır. İşte bu kalemler Yüce ALLAH’ın yüce ve alt âlemin her türlü işini tedbir edip, çekip çevirdiği hususlar ile ilgili olarak bildirdiği vahiylerin kendileri ile yazıldığı kalemlerdir.

"Yüce ALLAH’ın orada olacak diye yazdığı bir şeyin olmamasını sağlamak üzere bütün mahlukat bir araya gelip toplansalar, buna güç yetiremezler. Aynı şekilde Yüce ALLAH’ın orada olmayacak diye yazmış olduğu bir şeyin olması için hepsi bir araya gelecek olsalar, yine buna güç yetiremezler. (Çünkü) Kalem kıyamete kadar olacak şeyleri yazmış ve artık (mürekkebi) kurumuştur."



EL-AKÎDETÜ’T-TAHÂVİYYE VE ŞERHİ
EL-AKÎDETU'L-VASITIYYE VE ŞERHİ
İstivâ Sıfatı:

"Yüce ALLAH’ın: "Rahman arşa istivâ etti" buyruğu yedi [Şerh ile birlikte basılmış olan nüshada böyledir. Ancak el yazması nusha ile Fetâvâ’daki ifade şöyledir: “Yine yüce ALLAH şöyle buyurmaktadır: “Rahman (olan ALLAH) arşa istiva etti.”; “Sonra arşa istiva etti ” buyruğu altı yerde geçmektedir...” Bu daha doğrudur, çünkü ikinci âyet-i kerîme Kur’ân-ı Kerîm’de sadece altı yerde geçmektedir.] yerde geçmektedir:
el-A’raf suresinde: "Şubhesiz Rabbiniz O ALLAH’tır ki gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra arşa istivâ etti." (el-A’raf, 7/54)
Yunus -aleyhisselâm- suresinde şöyle buyurmaktadır:
"Şubhesiz ki sizin Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da arş üzerine istivâ eden ALLAH’tır." (10/3)
er-Râd suresinde de şöyle buyurmaktadır:
"ALLAH O’dur ki gökleri gördüğünüz şekilde direksiz yükseltmiştir. Sonra arş üzerinde istiva etmiştir." (er-Rad, 13/2)
Ta-ha suresinde de şöyle buyurmaktadır:
"Rahman arşa istivâ etti." (20/5)
el-Furkan suresinde de şöyle buyurmaktadır:
"Sonra arş üzerinde istiva edendir. Rahman’dır." (el-Furkan, 25/59)
Elif. Lam. Mim es-Secde suresinde de şöyle buyurmaktadır:
"ALLAH göklerle yeri ve onların aralarında olanları altı günde yaratan sonra arşa istivâ edendir." (es-Secde, 32/4)
el-Hadid suresinde de şöyle buyurmaktadır:
"O, gökleri ve yeri altı günde yaratan sonra da arş’a istivâ edendir." (el-Hadid, 57/4) [Yedi âyetin tamamı el yazma nüshada yer almamaktadır]

"Rahmân arş üzerine istivâ etmiştir..." buyruğu şanı yüce ALLAH’ın arşın üzerine istivâ ettiğini haber verdiği bu yedi yerde geçmektedir. Hepsinin de sabit oldukları kesindir. Çünkü bu yedi buyruk ta ALLAH’ın kitabında yer almaktadır. Cehmiye mensubu muattıl bir kimse bunları red de edemez, inkar da edemez. Aynı şekilde bu buyruklar bu hususta gayet açıktır. Herhangi bir te’vil ihtimali yoktur. Çünkü "istiva" lafzı dilde "alâ: ...e, a, üzerine" ile geçiş yaptığı takdirde bu lafızdan ancak yükseklik ve yükseğe çıkış anlaşılır. Bundan dolayı selef’in bu lafzı açıklaması dört türlü tabir ile gelmiş ve bunların dışına çıkmamıştır. Bu dört türlü açıklamayı büyük ilim adamı İbnu’l-Kayyım’ın "en-Nûniyye" [el-Herrâas’ın şerhi, I, 215; Ahmed b. İsa’nın şerhi, I, 440.] diye bilinen şiirinde şu ifadeleri ile dile getirmektedir:
"Onların bu hususta dört türlü ibareleri vardır,
İyi süvari ve iyi mızrak kullanan kimse bunları öğrenebilmiştir.
Bu dört açıklama: İstikrar etti (yerleşti) üstüne çıktı ve aynı şekilde,
Üzerine yükseldi şeklinde olup, bunda herhangi bir tepki yoktur.
Yine dördüncüsü olan suûd etti (üzerine çıktı) da böyledir.
Ki eş-Şeybanî’nin arkadaşı Ebu Ubeyde Tefsirinde bu görüşü tercih etmektedir.
O elbette Cehmî’den daha iyi Kur’ân’ı bilen birisidir."
O halde ehl-i sünnet ve’l-cemaate göre yüce ALLAH’ın kendi zatı hakkında haber verdiği şekilde arşı üzerinde kendi yüce zatının bildiği bir keyfiyet ile yarattıklarından ayrı olmak üzere istiva etmiştir. Nitekim Malik ve başkaları da: "İstiva"nın ne demek olduğu bilinmektedir, ancak keyfiyeti meçhuldür." [Daha önce Tefvid’in anlamı başlığı altında geçmiş idi] diye açıklamışlardır.
Ta’tilcilerin körükledikleri, istivanın kabul edilmesi halinde doğru olmayan birtakım şeylerin de kabul edilmesi gerekir, şeklindeki ifadeler bizim için bağlayıcı değildir. Çünkü bizler, onun arşın üzerinde oluşu herhangi bir mahlukun, bir başka mahlukun üzerinde oluşu gibidir, demiyoruz.
Bu sarih âyet-i kerîmeleri onların şaşkınlık ve tutarsızlıklarına delâlet eden şekilde bozuk te’villerle zahiri anlamlarından uzaklaştırma çabalarına gelince... Mesela "istiva" lafzını "istila" diye açıklamaları buradaki "alâ: üzerine" lafzını "ilâ: e, a" anlamına yorumlayışları ile "istivâ" lafzını "kastetmek" anlamına alışları şeklindeki yorumlarına ve cehmiyecilik ve ta’tilin sancağını taşıyan Zahid el-Kevserî’nin [Adı Muhammed Zahid b. el-Hasen b. Ali el-Kevserî’dir. Aslen çerkezli hanefi mezhebine mensubtur. Cehmiyye itikadını savunur. 1296 h. yılında doğmuş. 1371 h. yılında vefat etmiştir] naklettiği diğer açıklamaların tümüne gelince, bunlar batıl açıklamaları körüklemekten ve hakkın şeklini değiştirmekten başka bir şey değildir. Bunun onlara az olsun, çok olsun hiçbir faydası olmaz.
Keşke bu Muattile’nin neler söylemek istediklerini bir bilebilseydik.
Acaba bunlar: 'Semada kendisine yönelinecek bir Rab, arşın üzerinde kendisine ibadet olunan bir ilah yoktur', mu demek istiyorlar?
O halde O nerededir?


ALLAH Semâdadır:

Belki de bizlerin "nerededir" diye ona dair soru sormamıza gülebilirler, fakat yaratılmışların en mükemmeli, rablerini en iyi bilenleri olanın (ALLAH’ın salat ve selamları ona olsun) ALLAH hakkında: "Nerede" diye soru sorduğunu unutuyorlar. O cariyeye: "ALLAH nerededir?" diye sormuş ve: "semadadır" diye cevab vermesini de beğenmişti.
[Sahih bir hadis olup, ileride “yukarıda ve üstte oluş” başlığında kaynakları gösterilecektir.]

Aynı şekilde: Rabbimiz semavâtı ve arzı yaratmadan önce nerede idi? diye soran kimseye de O : Tek başına vardı, O’ndan başka bir varlık yoktu... diye cevab vermiştir.
[Ebu Rezîn el-Ukaylî (r.anh)’ın rivayet ettiği hadise işaret etmektedir. Dedi ki: Ey ALLAH’ın Rasûlü! Rabbimiz bu mahlukatını yaratmadan önce nerede idi, diye sordum. O: “Tek başına başka hiçbir varlık bulunmaksızın o vardı. Altı hava, üstü hava (boşluk) idi. Arşını da su üzerinde yarattı.”
Bu hadisi Tirmizî, Tefsir, ve min sureti Hud, (Tuhfetu’l-Ahvezi, VIII, 528)’de rivayet etmiş, hasen olduğunu belirtmiştir. İbn Mace’de, Mukaddime, fi mâ enkerat el-Cehmiyye’de; Ahmed, Musned, IV, 11’de rivayet etmişlerdir.
el-Arnavut der ki: Hadisin senedinde Vekî’ b. Udus -yahut Hudus- adındaki ravi vardır. İbn Habban dışında buna sika diyen olmamıştır. Geri kalan ravileri ise sika -güvenilir- ravilerdir. Bununla birlikte Tirmizî ve başkaları bu hadisin hasen olduğunu belirtmişlerdir.” Bk. Camiu’l-Usul, 1989; el-Elbanî ise es-Sünne’nin tahricinde (No: 216) zayıf olduğunu belirtmiştir. Hadiste geçen “el-ama” lafzının onunla beraber hiçbir varlık yoktur şeklindeki açıklamayı da Yezid b. Harun yapmıştır.]

Peygamber -SallALLAHu aleyhi ve sellem-’dan böyle soru soranı azarladığına yahut ta ona: Sen yanlış bir şekilde soru sordun, dediğine dair bir rivayet gelmemiştir.
Bu hususta binbir dereden su getirmeye çalışan kimsenin en ileri derecede söyleyebileceği söz şudur:
Yüce ALLAH vardı ve o zaman mekân diye birşey yoktu. Sonra mekânı yarattı, şu anda o mekânı yaratmadan önceki hali üzeredir.
Acaba ALLAH varken olmayan mekân ile bu tahrifçinin kastettiği nedir?
O bununla âlemin kapsamı içerisine giren varlık mekânlarını mı kastetmektedir?

Bunlar sonradan yaratılmış mekanlardır. Bizler ise yüce ALLAH’ın sonradan yaratılmış bu mekanların herhangi birisinde olduğunu söylemiyoruz. Zira onun bu yarattığı varlıklardan hiçbir şey O’nu kuşatamaz ve O’nu sınırlayamaz. Eğer hiçbir varlığı bulunmayan katıksız boşluk demek olan yokluk mekanını kastediyorsa, bu durumda:
Orada bir yaratma yoktur, denilemez. Çünkü böyle bir yokluğa yaratmanın taalluku söz konusu değildir. Çünkü bu yokluk ile alakalı bir iş, bir emirdir.
Eğer: Yüce ALLAH bu anlamıyla bir mekândadır -âyet ve hadislerin delâlet ettiği şekilde- denilecek olursa, bundaki sakınca nedir?
Ancak hak olan şöyle söylemektir:
ALLAH vardı ve O’ndan önce hiçbir şey yoktu. Sonra O, gökleri ve yeri altı günde yarattı. Arşı da su üzerinde bulunuyordu, sonra da arşa istiva etti. Buradaki "summe: sonra" mucerred atıf (bağlaç) değil, zamanî tertib (zaman sıralamasını bildirmek) içindir.

Yüce ALLAH’ın Uluvv Sıfatı ve O’nun Semâda Oluşu:

Yine yüce ALLAH şöyle buyurmaktadır:
"Ey İsa! Muhakkak ben seni öldüreceğim ve seni kendime yükselteceğim." (Âl-i İmran, 3/55);
"Bilakis ALLAH onu kendi katına doğru kaldırmıştır." (en-Nisâ, 4/158);
"Güzel söz yalnız O’na yükselir, onu da salih amel yükseltir." (Fatır, 35/10);
"Ey Hâmân! Benim için yüksek bir köşk yap. Belki o yollara ulaşırım, göklerin yollarına. Sonunda belki Musa’nın ilâhının yanına çıkarım. Doğrusu şu ki ben onu yalancı sanıyorum." (el-Mu’min, 40/36-37);
"Göktekinin sizi yere geçirmesinden emin mi oldunuz? O zaman onun durmadan çalkalanmakta olduğunu göreceksiniz. Yahut göktekinin üzerinize taş yağdıran bir rüzgar göndermesinden emin mi oldunuz. Hem benim korkutmamın nasıl olduğunu bileceksiniz." (el-Mulk, 67/16-17)

Yüce ALLAH’ın: "Ey İsa! Muhakkak ben seni öldüreceğim..." diye başlayan âyet-i kerîmeler bundan önceki âyet-i kerîmelerde söz konusu edilen yüce ALLAH’ın mahlukattan ayrı olmak üzere yüksekte oluşu ve arşın üzerinde oluşu gerçeğini desteklemektedir. Ayrıca Muattıla’nın bunu red ve inkârlarının isabetsizliğini de ortaya koymaktadır. Yüce ALLAH onların söylediklerinden alabildiğine münezzehtir.
İlk âyet-i kerîme’de yüce ALLAH Rasûlü ve kelimesi olan Meryem oğlu İsa -Aleyhisselam-’a eceli gelince kendisini öldüreceğini ve yahudilerin ona komplo hazırlayacakları vakit de onu kendisine yükselteceğini haber vermektedir. 'Kendime'deki zamir şanı yüce ALLAH’a aittir. Başka bir kimseye ait olma ihtimali yoktur. Bunun: Rahmetimin bulunduğu yere yahut meleklerimin mekânına diye yorumlanmasının hiçbir anlamı yoktur. Yüce ALLAH’ın yahudilerin İsa’yı öldürüp, astıklarına dair iddialarını reddetmek üzere: "Bilakis ALLAH onu kendi katına kaldırmıştır." buyruğu hakkında da benzeri açıklamalar yapılır.
Ayet-i kerîme’de söz konusu edilen teveffî (öldürme) ile neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler vardır. Bazıları bunu ölüm diye açıklamış iseler de çoğunluk bundan kastın uyku olduğu kanaatindedirler. Muteveffâ lafzı da bu anlamda kullanılabilmektedir. Nitekim yüce ALLAH şöyle buyurmaktadır: "O geceleyin sizi öldüren (teveffî eden), gündüzün de ne kazandığınızı bilendir." (el-En’âm, 6/60)

Kimisinin iddiasına göre de ifadede bir takdim ve te’hir olup ifadenin takdiri şöyledir:
Seni kendime yükselteceğim, sonra vefat ettireceğim. Yani bundan sonra canını alacağım.
Gerçek şu ki; İsa -Aleyhisselam- canlı olarak yükseltilmiş ve kıyametin kopacağı vakte yakın bir zamanda inecektir. Çünkü bu husustaki hadis sahihtir.
[Bununla şu hadise işaret etmektedir: “Nefsim elinde olana yemin olsun ki Meryem oğlu (İsa)nın aranızda adaletli bir hakem (hakim ve yönetici) olarak ineceği zaman pek yakındır. O zaman haçı kıracak, domuzu öldürecek ve cizyeyi kaldıracaktır. Mal o kadar artacak ki kimse onu (sadaka ve zekat olarak) kabul etmeyecektir.”
Bu hadisi Buharî, Mezalim, kesru’s-salib (Fethu’l-Barî, V, 121) Enbiya, nuzulu İsa b. Meryem’de; Müslim, İman, Nuzulu İsa b. Meryem... (Nevevî, II, 548)’de ve Ebu Davud ile Tirmizî rivayet etmişlerdir.]

Yüce ALLAH’ın: "Güzel söz yalnız O’na yükselir" buyruğu ise kulların söz ve amellerinin yüce ALLAH’a yükselmesi hususunda gayet açık bir ifadedir. Kirâmen kâtibin hergün ikindi namazının ve sabah namazının peşinden -şu hadis-i şerif’te de belirtildiği gibi- bunları yüce ALLAH’a yükseltirler: "Geceleyin aranızda kalanlar yukarı çıkarlar. Rableri -en iyi bilen o olduğu halde- onlara Kullarımı ne halde terkettiniz, diye sorar. Onlar da: Rabbimiz biz onlara namaz kılıyorlarken gittik, yine onları namaz kılıyorlarken bırakıp geldik, derler"
[Sahih bir hadis olup, Buharî, Mevakîtu’s-salah, fadlu salati’l-asr (Fethu’l-Barî, II, 33); Bedu’l-Halk, Zikru’l-Melâike ve Tevhid’de; Müslim, Mesâcid, fadlu salata-subhi ve’l-Asri..., Nevevî, V, 138; Nesaî ve Malik, Muvatta’da hadisin baş tarafı da şu şekildedir: “Melekler biri diğerinin arkasında aranızda bulunurlar... ]

Şanı yüce ALLAH’ın Fir’avun’un söylediğini naklettiği: "Ey Hâmân..." buyruğuna gelince, bu Musa -Aleyhisselam-’ın azgın Firavun’a ilahının semada olduğunu haber verdiğine, Firavun’un da kavminin gerçeği görmesini önlemek maksadıyla ona ulaşmanın yollarını aramaya kalkıştığına, bundan dolayı Haman’a kendisi için yüksekçe bir kule yapmasına dair emir verdiğine delildir.
Daha sonra ise: "Doğrusu şu ki ben onu yalancı sanıyorum" demiştir. Yani Musa’nın ilahının semada olduğuna dair vermiş olduğu haberin yalan olduğu kanaatindeyim.
O halde şunu sormak lazım:
Nisbet itibariyle kim Fir’avun’a daha yakın olur? ALLAH’ın yukarıda oluşunu kabul eden bizler mi, yoksa şu Muattıla mı? Hiç şubhesiz Fir’avun, Musa -Aleyhisselam-’ı ilâhının semada oluşu hususunda yalanlamıştır. Onun bu söyledikleri ile bunların söyledikleri aynı şeydir.
"Göktekinin sizi yere geçirmesinden emin mi oldunuz?..." âyetlerine gelince, bu iki âyet-i kerîme yüce ALLAH’ın semada olduğunu açıkça ifade etmektedir. Bunun, bu ifadelerle kastedilen azab yahut emir ya da melektir diye Muattile’nin yaptığı şekilde yorumlanması caiz değildir. Çünkü burada "kimse" anlamındaki: "men" lafzı kullanılmıştır ki, bu da akıl sahibi varlıklar için kullanılır. [Şeyh İsmail el-Ensarî, burada şu notu düşmektedir: “Şâyet müellif burada “akıl sahibi varlık” yerine “âlim” lafzını kullanmış olsaydı, isabetli olurdu.”]
Bunun melek hakkında yorumlanması ise, bunu gerektiren herhangi bir karine olmaksızın lafzın zahir anlamının dışına çıkartılmasıdır.
Yüce ALLAH’ın: "Semada" buyruğundan ise semanın ALLAH’ın zarfı (içinde bulunan mekân) diye anlaşılması caiz olamaz. Aksine eğer sema ile bu bilinen sema kastedilmiş ise buradaki "fi: ...de, da" "ala: üzerinde" anlamında olur. Yüce ALLAH’ın: "Andolsun ki sizi... hurma dallarında asacağım" (Ta’ha, 20/71) buyruğundaki ("fi: de, da" lafzının "ala: üzerinde" anlamında kullanıldığı) gibidir. Şâyet sema lafzı ile yüksek cihet kastedilmiş ise bu takdirde "fi" edatı gerçek anlamı ile kullanılmış olmaktadır. Çünkü şanı yüce ALLAH yüceliğin en yücesindedir.


Maiyyet (Beraber Oluş) Sıfatı:

"O, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da Arş üstüne istivâ edendir. O yere gireni de, ondan çıkanı da, gökten ineni de oraya yükseleni de bilendir. Nerede olursanız O, sizinle beraberdir. ALLAH yaptıklarınızı çok iyi görendir." (el-Hadid, 57/4);
"Üç kişi fısıldaşmayı versin, muhakkak O, onların dördüncüleridir. Beş kişi olmayıversinler, mutlaka O, onların altıncılarıdır. İster bundan daha az veya daha çok olsunlar, nerede bulunurlarsa bulunsunlar, O mutlaka onlarla beraberdir. Sonra kıyamet gününde kendilerine yaptıklarını haber verir. Gerçekten ALLAH herşeyi çok iyi bilendir." (el-Mucadele, 58/7);
"Tasalanma şubhe yok ki ALLAH bizimle beraberdir." (et-Tevbe, 9/40);
"Çünkü Ben sizinle beraberim işitir ve görürüm." (Ta-ha, 20/46);
"Çünkü ALLAH sakınanlarla ve daima iyi davrananlarla beraberdir." (en-Nahl, 16/128);
"Bir de sabredin. Şubhesiz ALLAH sabredenlerle beraberdir." (el-Enfal, 8/46);
"Nice az bir topluluk, daha fazla bir topluluğu ALLAH’ın izniyle yenmiştir. ALLAH sabredenlerle berabedir." (el-Bakara, 2/249)"

Yüce ALLAH’ın: "O gökleri ve yeri altı günde yaratan..." buyruğu ile başlayan bu âyet-i kerîmeler yüce ALLAH hakkında maiyyet (beraber oluş) sıfatının sözkonusu olduğunu ihtivâ etmektedir. Bu beraber oluş iki türlüdür:

1- Genel olarak beraber oluş:
Bu bütün mahlukatı kapsar. Şanı yüce ALLAH, ilmi, kudreti kahr-u galebesi ve kuşatıcılığı ile herşeyle beraberdir. Hiçbir şey O’ndan gizli değildir, hiçbir şey O’nu âciz bırakamaz. İşte âyet-i kerîmede söz konusu edilen beraber oluş budur.
Bu âyet-i kerîmede yüce ALLAH kendi zatı hakkında gökleri ve yeri yaratanın yalnız kendisi olduğunu bildirmektedir. Yani önceden bir tertib ve bir takdire göre altı günde onları var etmiştir. Bundan sonra yarattıklarının işlerini çekip çevirmek ve idare etmek için de Arşının üstüne yükselmiştir. O, arşının üzerinde bulunmakla birlikte ister yüce, ister alt alemden olsun hiçbir şey O’na gizli ve saklı kalmaz. Çünkü O: "Yere gireni de, ondan çıkanı da, gökten ineni de, oraya yükseleni de bilendir."
Şubhesiz ilim ve kudreti herşeyi kuşatan, elbetteki herşeyle beraberdir. Bundan dolayı da: "Nerede olursanız, O sizinle beraberdir. ALLAH yaptıklarınızı çok iyi görendir" diye buyurmaktadır.
"Üç kişi fısıldaşmayıversin..." buyruğu ile yüce ALLAH ilminin kapsamlı olduğunu ve herşeyi kuşattığını, kendi aralarında fısıldaşanların fısıltılarının kendisine gizli ve saklı kalmadığını, her şeye tanık olup herşeyden haberdar olduğunu belirtmektedir. Buradaki "üç kişi fısıldaşmayıversin" buyruğundaki "fısıldaşma"nın üç kişiye izafe edilmesi, sıfatın mevsufuna izafe edilmesi kabilindendir. Yani üç kişi kendi aralarında fısıldaşacak olsalar... demektir.

2- Geri kalan âyet-i kerîmelerde ise:
O’nun rasûlleriyle, dostlarıyla, yardımı, desteklemesi, muhabbeti, tevfıki ve ilhamı ile birlikte oluşunu ifade eden özel bir birlikte oluşu ortaya koymaktadır.
Yüce ALLAH’ın: "Tasalanma. Hiç şubhe yok ki ALLAH bizimle beraberdir" buyruğu Peygamber -SallALLAHu aleyhi ve sellem-’ın Ebu Bekir es-Sıddîk’a mağarada bulundukları sırada söylediği sözü nakletmektedir. Muşrikler Peygamber -SallALLAHu aleyhi ve sellem-’ı takib etmek üzere çıktıklarında, mağaranın ağzına kadar gelmiş ve orayı tutmuşlardı.
Ebu Bekir bunu görünce dehşetle: ALLAH’a yemin olsun ey ALLAH’ın Rasûlü, onlardan herhangi birisi ayağına bakacak olursa, mutlaka bizi görecektir, demişti. Bunun üzerine Rasûlullah -SallALLAHu aleyhi ve sellem- da ona yüce ALLAH’ın burada naklettiği şekilde: "Tasalanma! Hiç şubhe yok ki ALLAH bizimle beraberdir" demişti.
[Sahih bir hadistir. Buhârî, Fedâlu Ashâbi’n-Nebiy, Menâkıbu’l-Mhâcirin’de (Fethu’l-Bârî, VII, 8), Hicretin-Nebiy ile’l-Medine, ve Tefsrû S^reti Berâe (Tevbe) de; Müslim, Fedâlu’s-Sahâbe, Fadlu Ebî Bekr (Nevevî, XV, 158); Tirmizî, Tefsir, bab ve min sûreti’t-Tevbe yakın lafızlarla.]

O halde buradaki beraberlikten kasıt, yardım ve düşmanlardan korumak anlamıyla bir beraberliktir.
Yüce ALLAH’ın: "Çünkü Ben, sizinle beraberim. İşitir ve görürüm" buyruğuna gelince, buna dair açıklamalar daha önceden geçtiği gibi, bunun Musa ve Harun -Aleyhisselam-’a bir hitab olup, Fir’avun’un onları yakalamasından yana korkmamalarını ihtiva ettiği belirtilmiş idi. Çünkü yüce ALLAH yardım ve desteğiyle onlarla birliktedir. Diğer âyet-i kerîmeler de böyledir. Bu âyet-i kerîmelerle yüce ALLAH emir ve nehiyleri hususunda ALLAH’ın gözetimi altında olduklarını bilen, onun hududlarını koruyan takva sahibleri ile her hususta ihsandan ayrılmayan ihsan edicilerle birlikte olduğunu haber vermektedir. İhsan ise her birşeyde kendi durumuna göredir. Mesela ibadette yüce ALLAH’ı görüyormuş gibi ALLAH’a ibadet etmektir. Eğer kişi ALLAH’ı görmüyor ise dahi ALLAH onu görmektedir. Tıpkı Cibril hadisinde geçtiği gibi.
[Kaynakları daha önce “İmanın Altı Esası” başlıında gösterilmiştir.]
Aynı şekilde yüce ALLAH nefsin hoşuna gitmeyen şeylere katlanan, ALLAH yolunda ve ALLAH’ın rızasını isteyerek zorluk ve eziyetlere tahammul eden, ALLAH’a itaat üzere direnen, O’na isyandan uzak durmak ve hükümlerine katlanmak suretiyle sabredenlerle birlikte olduğunu da haber vermektedir.

Arş:

Peygamber -sallALLAHu aleyhi ve sellem-’ın: "Arş da suyun üzerindedir..." [Bu da zikredilen üçüncü hadistir.] hadisine gelince, bu hadiste hem yüce ALLAH’ın arşının üstünde oluşuna, hem ilminin bütün varlıkları kuşatmasına iman birarada zikredilmektedir. Yakınlığı halinde bile yüce olan, yüceliğinde bile yakın olan ALLAH’ın şanı ne yücedir! O bütün eksikliklerden munezzehtir.
Dördüncü hadise [Basılı nushada “ikinci” diye geçmekte ise de doğrusu bizim kaydettiğimizdir. Basılı nüshada dördüncü hadisin açıklaması üçüncü hadisten önce yer almıştır. Biz ise metinde geçtiği sıraya uygun olarak burada kaydetmeyi uygun gördük.] gelince, bu hadis Rasûlullah -sallALLAHu aleyhi ve sellem-’ın yüce ALLAH’ın yarattıklarının üzerinde olduğunu itiraf eden cariyenin mü’min olduğuna tanıklığını ihtiva etmektedir. İşte bu yüce ALLAH’ın yukarıda oluş (uluvv) sıfatının en büyük sıfatlarından birisi olduğunun delilidir. Çünkü Peygamber -sallALLAHu aleyhi ve sellem- diğer sıfatlar arasında özellikle onun hakkında soru sormuştur. Yine yüce ALLAH’ın her bakımdan mutlak olan uluvv’üne (yukarda oluşuna) iman etmenin imanın en büyük esaslarından birisi olduğuna da delildir. O’nu inkâr eden bir kimse sahih bir imana sahib olmaktan da yoksun kalır.
ALLAH’ı, Rasûlunden daha iyi bildiği iddiasını ortaya koyarcasına bu sıfatları nefyeden Muattile diye bilinen bu ahmak kimselere hayret doğrusu! Bu hadiste görüldüğü gibi kimi zaman başkasına soru sormak suretiyle, kimi zaman da: Rabbimiz nerede idi? Diye soru soran kimseye bu şekilde cevab vermek suretiyle bizzat ALLAH Rasûlü bu lafzı kullandığı halde, onlar yüce ALLAH’ın "nerede oluşu" ile ilgili bilgileri kabul etmemektedirler.


Beraber Oluş Sıfatı:

Yine Peygamber -sallALLAHu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmaktadır:
"İmanın en faziletlisi nerede olursan ol, ALLAH’ın seninle beraber olduğunu bilmendir."
[Zayıf bir hadistir. el-Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 60’da şöyle demektedir: “Bunu Taberanî, el-Evsat ve el-Kebir’de rivayet etmiştir ve şöyle demiştir: Bu hadisi sadece Osman b. Kesir rivayet etmiştir. Ben derim ki: “Bu şahıstan sika (güvenilir) olmakla ya da cerh etmek suretiyle sözeden kimseyi görmedim.”
Bu hadis Beyhakî, Esma ve’s-Sıfat, s. 541’de yine Osman b. Kesir’in rivayeti ile yer almaktadır. Fakat bu Taberanî, Musnedu’ş-Şamiyyîn, I, 305’den, Osman b. Said b. Kesir’in rivayeti ile zikredilmektedir ki (İbn Hacer) et-Takrib’de onun hakkında: “Sika (güvenilir) âbid bir ravidir” demiştir.
Yine bu hadisin senedinde Osman’dan hadisi rivayet eden Nuaym b. Hammad'da vardır. Bk. el-Hilye, VI, 124; ez-Zehebî, el-Mizan’da onun hakkında şöyle demektedir: Hadisinde nisbeten bir gevşeklik bulunmakla birlikte ileri gelen önderlerdendir.” Hafız İbn Hacer de et-Takrib’de: “Çokça hata eden, doğru sözlü birisidir” demiştir.
el-Elbanî, Daîfu’l-Camî, 1002’de hadisin zayıf olduğunu belirtmektedir.]
Bu hasen bir hadistir.
Bir başka hadisinde şöyle buyurmuştur:
"Sizden herhangi bir kimse namaza kalktığında yüzünün döndüğü tarafa doğru ve sağına sakın tükürmesin. Çünkü yüce ALLAH onun yüzünü döndüğü taraftadır, ama soluna yahut ta ayağının altına (tükürebilir.)
[Sahih bir hadistir. Farklı lafızlarla: Buharî, Salât, Hakku’l-Buzaki bi’l-yedi, (Fethu’l-Barî, I,507); Sıfetu’s-Salâ ve Edeb bölümlerinde; Müslim, Mesacid, Babu’n-nehyi ani’l-müsaki fi’l-mescid’de (Nevevî, V, 41’de); Malik, Muvatta’da, Ebu Davud ve Nesaî de rivayet etmişlerdir.]
Hadis muttefeku’n-aleyh (Buharî ve Muslim tarafından rivayet edilmiş)'dir.
Bir başka hadisinde şöyle buyurmaktadır:
"Yedi semavatın [ve arzın] [Bu fazlalık ne yazma nüshada, ne de fetvalarda vardır.] Rabbi! Büyük arşın Rabbi olan ALLAH’ım! Bizim Rabbimiz ve herşeyin Rabbi, taneyi ve çekirdeği yaran, Tevrat’ı, İncil’i ve Kur’ân’ı indiren. Ben [nefsimin şerrinden] [Bu da aynı şekildedir.] ve alnından yakaladığın herbir canlının şerrinden sana sığınırım. Sen ilk olansın, senden önce hiçbir şey yoktur. Sen ahirsin, senden sonra da hiçbir şey yoktur. Sen zâhirsin, senin üstünde hiçbir şey yoktur. Sen batınsın, senden öte bir şey yoktur. Benim borcumu öde ve fakirlikten, muhtaçlıktan beni kurtar."
[Bu hadisin kaynakları daha önceden yüce ALLAH’ın evvel, ahir, zahir ve batın olduğuna dair ifadeler açıklanırken geçmiş idi] Muslim’in [rivayeti] [Yazma nüshada “bunu ... rivayet etti” şeklinde olduğu gibi fetvalarda da böyledir.] bu şekildedir.
Yine [ashab-ı kiram] [Yazma nushada: “Onun ashabı” şeklindedir. Fetvalar’da da böyledir.] zikrederlerken seslerini yükselttiklerinde Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Ey insanlar, kendinize acıyınız. Çünkü sizler ne sağır olan birisine, ne de gaib (hazır olmayan) birisine dua ediyorsunuz. Sizler herşeyi işiten [herşeyi gören] [Muslim’in rivayetinde olduğu gibi yazmada da bu ifade yoktur. Basılı nüshada ise yer alan Buharî’deki rivayettir.] ve çok yakın olan birisine dua ediyorsunuz. Sizin kendisine dua ettiğiniz sizden herhangi birinize devenizin boynundan bile daha yakındır."
[Hadisin kaynakları daha önceden yüce ALLAH’ın semî’, basar ve ru’yet sıfatları açıklanırken gösterilmişti.]
Hadis muttefekun aleyh (Buharî ve Muslim tarafından rivayet edilmiş)’dir."

Arş’ın Üzerine İstiva Etmek Sıfatı:

"Daha önce sözünü ettiğimiz ALLAH’a ve ALLAH’ın kitabında haber verdiği hususlara iman etmek ile rasûlunden mutevatir olarak nakledilib, ümmetin selefinin icma ile kabul ettiği şanı yüce ALLAH’ın semavatının üzerinde, arşının üstünde, mahlukatına âlî [Bu lâfzı el-Ensarî Dâru’l-iftâ baskısında kayd etmiş ve dediğine göre bu lafzı, el-Akîdetu’l-Vâsitiyye’nin çeşitli nüshalarında da tespit etmiştir. Zuheyr eş-Şâvîş de hazırladığı baskısında bu lafzı tespit etmiştir. Fetâvâdaki şekil de böyle olup; el-Camiatu’l-İslâmiyye, el-İftâ ve Abdullah eş-Şerîf’in talihi ile yapılan Dâru Taybe baskılarında yer alan “bâin: ayrı” kelilmesinin yerine kayd edilmiştir. Yazmada ise bu lafz bulunmamaktadır.] yüce oluşuna iman etmek de sözünü ettiğimiz bu hususların kapsamı içerisine girmektedir. O şanı yüce ALLAH nerede olursa olsunlar, kulları ile birliktedir. Onların neler yapmakta olduklarını bilir. Nitekim bu hususları şu buyruğunda bir arada zikretmiş bulunmaktadır:
"O, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da arş üstüne istivâ edendir. O yere gireni de, ondan çıkanı da, gökten ineni de, oraya yükseleni de bilir. Nerede olursanız O, sizinle beraberdir. ALLAH yaptıklarınızı çok iyi görendir." (el-Hadid, 57/4)
Yüce ALLAH’ın: "O sizinle beraberdir" buyruğu yaratılmışlar ile karışık ve içiçedir demek değildir. Dil böyle bir anlamayı gerektirmez. [el-Camiatu’l-İslamiyye baskısında: “Bunun yerine: Onu yönlendirmez, tercih etmez” anlamında bir kelime vardır.] [Ayrıca bu ummetin selefinin icma ile kabul ettiğine muhaliftir. Yüce ALLAH’ın mahlukatı üzerinde yaratmış olduğu fıtrada da aykırıdır.]
[Bu fazlalık yazma nüshadan. Bu fazlalık aynı şekilde fetvalarda da yer aldığı gibi eş-Şaviş ile eş-Şerif baskılarında da yer almaktadır. Fakat şerh ile birlikte yapılmış baskıda bulunmamaktadır]
Aksine (mesela) ay ALLAH’ın âyetlerinden ve yarattıklarının en küçüklerinden olan bir âyettir. O semada yerleştirilmiştir. Bununla birlikte o yolcu nereye giderse gitsin, onunla beraberdir, fakat ondan başka bir şeydir.
Şanı yüce ALLAH arşının üstündedir. Mahlukatının üzerinde rakib (gözetleyici)dir. Onların üzerinde egemendir ve onlara muttalidir... ve buna benzer O’nun rububiyetinin diğer hususiyetlerine de sahibtir.
"Yüce ALLAH’ın sözkonusu ettiği arşının üzerinde olması, O’nun bizimle birlikte olması gibi bütün bu hususlar gerçektir ve hakikati üzeredir. Herhangi bir tahrife ihtiyacı yoktur. Bununla birlikte yalan zanlardan korunması gerekir. Mesela "gökte" (el-Mulk, 67/7) buyruğunun zahiri kabul edilerek semanın onu gölgelediği yahut ta onu taşıdığı söylenemez. Bu ilim ve iman ehlinin icmaı ile batıldır.
"Şubhesiz ALLAH’ın Kürsîsi gökleri ve yeri kuşatmıştır." (el-Bakara, 2/255)
"İzni ile olması dışında ALLAH gökleri ve yeri zeval bulmasınlar diye (Fâtır, 35/42) ve semada yerin üzerine düşmesin diye tutar. (el-Hacc, 22/65); Göklerin ve yerin emri ile ayakta durması da O’nun âyetlerindendir."

"Sözünü ettiğimiz... imanın kapsamına... da girmektedir" ifadeleriyle müellif yüce ALLAH’ın uluvv (yücelik) ve arşı üzerinde yarattıklarından ayrı olmak üzere istiva ettiğini açıkça söz konusu etmektedir. Nitekim bu hususu yüce ALLAH Kitab-ı Kerîm’inde böylece haber verdiği gibi, rasûlünden gelen haberler de böylece mutevatir olarak gelmiştir. İlim ve iman bakımından bu ümmetin en mükemmelleri olan selef de bu husus üzerinde bu şekilde icma etmişlerdir. Müellif buradaki ifadeleriyle daha önce bu hususta geçmiş açıklamaları pekiştirmekte ve bunları kabul etmeyen Cehmiye, Mutezile ile Eş’arîler’ onlara tabi olanlara karşı tepkisini ağırlaştırmaktadır.
Daha sonra yüce ALLAH’ın arşı üzerinde istiva etmesinin, O’nun yarattığı kulları ile birlikte olup onlara yakın olmasına aykırı düşmediğini açıklamaktadır. Çünkü birlikte oluşun anlamı maddi olarak hissedilen karışık ve birlikte oluş ile yakınlık demek değildir.
O buna semada bulunan ay’ı misal olarak vermektedir. Ay yolcularla ve başkalarıyla nerede olurlarsa olsunlar birliktedir. Bu birlikte oluşu, onun görünmesi ile ışığının ulaşması iledir. Ay’a nisbetle böyle bir şey mümkün olduğuna göre -ki o ALLAH’ın yarattıklarının küçüklerindendir- acaba ilim ve kudreti ile kullarını kuşatmış bulunan, herşeye tanık ve onlara muttali bulunan, sözlerini işiten, durumlarını gören, gizlediklerini ve fısıldaşmalarını bilen, herşeyden haberdar ve latif olan hakkında böyle bir şey caiz olmaz mı? Semavatıyla, arzı ile arştan ferşe kadar kainatın tümü yüce ALLAH’ın önündedir. Bunların durumu adeta bizden herhangi birimizin elindeki yuvarlak bir taş gibidir.
[İbn Abbas -radiyALLAHu anh-’den şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Yedi sema ile yedi arz ile onların içindekilerle, onların aralarında bulunanlar Rahman’ın elinde ancak sizden herhangi birinizin elinde bulunan bir hardal tohumunu andırırlar.” Şerhu’t-Tahâviye, s. 281.]

Acaba bu durumda olan kimsenin hakkında: O, arşının üzerinde, kullarından ayrı ve kullarının üstünde olmakla birlikte yarattıklarıyla birliktedir, denilmesi mümkün olmaz mı?
Elbetteki mümkündür. Şanı yüce ALLAH’ın yüceliğine, kullarıyla beraber oluşuna iman etmek gerektiği gibi; bütün bunlar yanlış anlaşılma sözkonusu olmaksızın yahut doğru olmayan anlamlara çekilmeksizin gerçek şekliyle haktır. Yüce ALLAH’ın: "O sizinle beraberdir" buyruğundan Hulûliye [Hululiye: Yüce ALLAH muayyen birtakım şahısların içine hulûl etmiştir, diyen kimselerdir. Yüce ALLAH onların söylediklerinden munezzehtir. Bunlar Muşebbihe’nin gulât’ı (aşırı gidenleri)dirler]’nin iddia ettiği şekilde karışıklık ve iç içe oluş birlikteliğinin anlaşılması yahut ta "(O) semadadır" buyruğundan semanın O’nu kuşatan ve O’nu içine alan bir zarf olduğu manasının çıkartılması, bu yanlış yorum ve kötü anlayışlara bir örnektir. O’nun kursîsi bütün gökleri ve arzı kuşatmış iken böyle bir anlayış nasıl doğru olabilir! İzni ile olması hali dışında semayı arzın üzerine düşmesin diye tutan O iken, bu anlayış nasıl doğru olabilir?
Vehmedenlerin vehminin hakkında doğruya ulaşamadığı, âlemlerin kavrayışının kendisini idrâk edemediği o yüce zat, her türlü eksiklikten münezzehtir

"Bu türden bir örnek Peygamber -sallALLAHu aleyhi ve sellem-’ın şu buyruğu gösterilebilir:
"Rabbimiz her gece, gecenin son üçte biri geriye kaldığında dünya semasına iner ve: "Yok mu bana dua eden, duasını kabul edeyim. Yok mu benden istekte bulunan, ona vereyim. Yok mu benden mağfiret dileyen ona mağfiret edeyim", der.
Hadisi Buharî ve Muslim rivayet etmiştir.

[Buharî, Tevhid, Kavlullahi Teala: Yurîdune en yubeddilu... (Fethu’l-Bârî, XIII, 464); Teheccud, ed-Duau ve’s-Sâlâtu fi Ahiri’l-Leyl (Fethu’l-Barî, III, 29), Deâvat, ed-Duau Nisfe’l-Leyl; Müslim, Salatu’l-Musafirin, et-Terğibu fi’d-Dua (Nevevî, VI, 282)’de rivayet ettikleri gibi Malik, Muvatta’da, Tirmizî ve Ebu Davud da rivayet etmişlerdir.]

Yukarıda ve Üstte Oluş:

Yine Peygamber -sallALLAHu aleyhi ve sellem- hasta olanın rukye (okumak suretiyle) tedavisi hakkında şöyle buyurmuştur:

"Ey semada olan Rabbimiz ALLAH, ismin pak ve munezzehtir. Emrin hem semada, hem yerde geçerlidir. Nasıl ki semada rahmetin varsa, yeryüzünde de rahmetini ihsan et. Günahımızı bağışla, hatalarımızı bağışla. Sen iyilerin Rabbisin. Rahmetinden bir rahmet, şifandan bir şifayı bu ağrıya indir.
[156] [O vakit bu hasta iyileşir.]"
[Yazma nushada bu ifade yok.] [Hasen bir hadistir.][Yazma nushada yok.] Bu hadisi Ebu Davud [ve başkaları] [Yazma nushada yok.] rivayet etmiştir.

Yine Peygamber şöyle buyurmaktadır:
"Semada bulunanın emini olduğum halde bana güvenmez misiniz?"
[Sahih bir hadistir. Buharî, Meğazî, Ba’su Aliyyin ve Halidin ile’l-Yemen (Fethu’l-Barî VIII, 67); Müslim, Zekat, Zikru’l-Havarici ve Sıfatihi, (Nevevî, VII, 168) de rivayet edilmiştir]
[Sahih bir hadistir.] [Yazma nüshada: “Sahih bir hadistir” ifadesi yerinde: “Bunu Buharî ve başkaları rivayet etmiştir” denilmektedir.]

Yine Peygamber şöyle buyurmaktadır:
"Ve arş [suyun] [El yazması nüshada “su” yerine “bu” anlamındaki lafız kullanılmıştır.] üstündedir. ALLAH da arşın üstündedir ve O sizin neyin üzerinde (halinizin ne olduğunu) bilir."
[Hadis mevkuf olarak sahihtir. Bu lafızla merfu olarak tesbit edemedim. İbn Mes’ud’a mevkuf bir rivayet olarak tesbit edebildim. Şu lafızla merfu hükmündedir: “Arş suyun üzerindedir. ALLAH arşın üzerindedir. Amellerinizden hiçbir şey O’na gizli kalmaz.”
ez-Zehebî, el-Uluvv’de: “İsnadı sahihtir” demiştir. el-Elbanîde onunla aynı kanaati paylaşmıştır.
Bk. Muhtasaru’l-Uluvv, s. 103; İbn Huzeyme, et-Tevhid, I, 243; ed-Darimî, er-Reddu ale’l-Cehmiyye, Tahkik: Bedr el-Bedr s. 46.
Ebu Davud’un, Sünen’inde, (Avnu’l-Ma’bud, XIII, 14’de) şu lafız ile yer almaktadır: “Muhakkak ALLAH arşının üzerindedir. Arşı da semavatının üzerindedir.”] [Hasen bir hadistir. Bunu Ebu Davud ve başkaları rivayet etmiştir.][1“Bunu Ebu Davud, Tirmizi ve başkaları rivayet etmiştir” denilmekte ve orada: “Hasen bir hadistir” ifadesi bulunmamaktadır. ]

Yine Peygamber cariye’ye:
"ALLAH nerede?" diye sormuş,
o: Semadadır, diye cevap vermiş.
Bu sefer: "Ben kimim?" diye sormuş,
yine cariye: Sen ALLAH’ın Rasûlusün deyince,
Peygamber -sallALLAHu aleyhi ve sellem-: "Sen bunu azad et, çünkü o mu’min birisidir." demiştir.
[Sahih bir hadistir. Muslim, Mesacid, Tahrimu’l-Kelamî fi’s-Salah, (Nevevî, V, 25); ayrıca Malik, Ebu Davud ve Nesaî de rivayet etmişlerdir.]
Bu hadisi de Muslim rivayet etmiştir.
Peygamber efendimizin: "Ey semada olan Rabbimiz ALLAH..." diye başlayan ilk hadisi ile [ikinci hadisi] [İfadeler arasında yerleştirilmesi gereken bir fazlalıktır.] yüce ALLAH’ın uluvv ile fevkıyyeti (yani yukarıda ve üstte oluşu) hususunda açık ifadeler taşımaktadır. O bakımdan bu yüce ALLAH’ın: "Gökte olanın sizi yere geçirmesinden emin mi oldunuz?" (el-Mulk, 67/16) buyruğuna benzemektedir.

Daha önceden şöyle demiştik:
Bu nasslardan kasıt semada yüce ALLAH’ı ihtiva eden bir zarfın bulunduğunu anlatmak değildir. Aksine: "fi: ...de, da" birçok ilim ehli ve dil bilginlerinin söyledikleri gibi "ala: üzerinde, ...e, a" anlamındadır ve birçok yerde "fi" edatı "alâ" anlamında da kullanılmaktadır.
Yüce ALLAH’ın: "Ve andolsun hurma dallarına asacağım." (Tâ-hâ, 20/71) buyruğunda olduğu gibi; yahut ta semadan kasıt üst cihettir. Her iki anlama göre de bu buyruklar yüce ALLAH’ın yarattıklarının üstünde oluşuna dair açık bir nass teşkil etmektedir.
Sözü geçen rukye (okumak yoluyla hastaya şifa talebinde bulunmak, tedavi etmek) hadisinde rububiyeti, uluhiyeti, isminin takdisi, yarattıklarının üstünde oluşu, şer’î ve kaderî emrinin umumi oluşu belirtilerek O’na senada bulunulmak suretiyle tevessülde bulunulmaktadır. Daha sonra da bütün semavattakileri kuşatan rahmeti vesile olarak zikredilip yeryüzünde bulunanlara da bu rahmetinden bir pay ayırması istenmektedir. Arkasından büyük ve küçük günahların bağışlanması için yalvarılmaktadır. Sonra da yüce ALLAH’ın kulları arasından hoş ve temiz kimseler olan peygamberler ile onlara tabi olanlar hakkındaki özel anlamıyla rububiyeti vesile kılınmaktadır. Bu rububiyetinin eserleri arasında ise onları din ve dünyanın gizli ve açık nimetlerine garketmiş olmasıdır.
Yüce ALLAH’a bu çeşitli vesileler ile yapılan bir duanın hemen hemen reddi söz konusu olmaz. Bundan dolayı Peygamber -sallALLAHu aleyhi ve sellem- bu duadan sonra ne kadar hastalık varsa, mutlaka ortadan sildiği ALLAH’ın şifasını istemek için dua etmiş bulunmaktadır. Bu duasında da yüce ALLAH’tan başkasına yalvarmak söz konusu değildir. Bu duada ALLAH’tan başkasına yapılan herhangi bir yalvarıp yakarma yoktur.
Birtakım zatlarla, şahıslarla, filanın hakkı, filanın yüzü suyu hürmeti ve buna benzer ifadeler ile vesileler kılan, aracılar koyan, kabir abidleri acaba bunun farkına varırlar mı?

EL-AKÎDETÜ'L-VASITIYYE VE ŞERHİ
Allah’ın arşa istivâ etmesini, oturmak olarak tefsir etmek doğru mu?


Soru

Bir Müslüman'ın Allah'ın Arş’ta oturduğunu söylemesi caiz midir? Allah Arş’ta otururken şöyle şöyle yapıyor demesi caiz midir? Bunu söyleyen kimsenin Allah ile alay etmek istemediğini bilinmesini istiyorum ama Arş’ta oturmak kelimesini kullandı. Allah'tan af dilemek ve bir daha yapmamaya söz vermesi yeterli mi? sorum; Allah hakkında uygunsuz bir şekilde konuşmanın tehlikesini biliyorum ve bazı durumlarda insan dinden çıkabiliyor, peki yukarıda bahsettiğim durumda insan dinden çıkıyor mu?
Cevap metni

Allah’a hamd olsun.

Birincisi:

Cenâb-ı Allah hakkında sabit olan şey, celâl ve kemaline uygun olarak Arş’ta istiva etmesidir.

Bu konu, Yüce Allah'ın şu sözü de dahil olmak üzere, Allah'ın Kitabında yedi yerde zikredilmiştir: “Şüphesiz ki rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arşa istivâ eden; geceyi, durmadan kendisini kovalayan gündüze bürüyüp örten; güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğmiş durumda yaratan Allah’tır.” ( A'râf Suresi - 54 . Ayet)

İstiva ile ilgili meşhur olan tefsir yücelmek (العلو) ve yükselmektir(الارتفاع).

El-Buhari Sahih'inde şöyle demiştir: "Bab (Bölüm) : (Arşı su üzerindeydi), (O, Büyük Arş'ın Rabbidir)

Ebu'l-Aaliyah dedi ki: Göklere çıktı: Yükseldi... Mücahid dedi: Yükseldi: Arş'ın üzerine çıktı.

El-Bağâvî -Allah ona rahmet etsin- şöyle demiştir: “Sonra göğe yükseldi”: İbn Abbas ve selef müfessirlerinin çoğu: ‘Yani göğe yükseldi.’ dediler. Bağâvî Tefsiri(1/78). Hafız bunu El-Fetih'te (13/417) nakletti ve şöyle dedi: Ebu Ubeyde ve El-Farra ve diğerleri bu konuda benzer şeyler söylediler.

Oturmaya(الجلوس) gelince: Sahih olmayan hadislerde zikredilmiştir.

Ancak selef alimlerinden bazıları bunu istivâya tefsir olarak kabul etmişlerdir. İmam Harice bin Musab el-Dabai'den rivayet edildiğine göre Abdullah bin Ahmed tarafından es-Sünne’de tahricini yapmıştır. (1/105).

El-Hafız el-Darakutni: Al-Qa'ud’un(القعود) meşhur dizelerinde istiva olduğunu tespit etmiştir.

Bu ifadenin (القعود) sabit olduğunu varsaymak ile birlikte, Allah’ı (cc) bir şeye benzetmekten uzak durmak gerekir.

Şeyhu'l-İslâm -Allah ona rahmet etsin- şöyle buyurmuştur: "Meleklerin ve insanların ruhlarının tavsif edildiği, hareket, yükseliş, iniş vb. İnsan vücudunun hareketine ve dünyada gözlerle şahit olduğumuz diğer şeylere benzemiyor. Ve insan bedenlerinde mümkün olmayan şey onda mümkündür = Bunlardan Rabbin vasfedildiği şey olmaya daha uygun ve nesnelerin inişine benzemekten daha uzaktır.

Bilakis O'nun inişi, meleklerin ve Âdem oğullarının ruhlarının inişi ile aynı değildir. Ancak onların bedenlerinin inişinden daha yakındır.

Ve eğer ölünün kabrinde oturması, vücut oturması gibi değilse, o zaman Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'den rivayet edilen rivayetler, Cenab-ı Hakk'ın hakkında olan (oturan ve oturan) (القعود والجلوس) kelimenin, Cafer ibn Ebi Talib'in hadisi Allah ondan razı olsun ve Ömer ibn el-Hattab'ın hadisi Allah ondan razı olsun. Ondan ve diğerlerinden = uymaması daha uygundur. İnsanların vücutlarının özelliklerine benzememesi daha uygundur.” Mecmu'l-Fetava (5/527).

Bu ifade ile ilgili en uygun şey tavakkuftur yani görüş bildirmemektir. Çünkü ne Kur’an’da, ne Sahih Sünnette ne de sahabenin sözlerinde -Allah onlardan razı olsun- zikredilmemektedir.

Şeyh İbn Usaymin -Allah ona rahmet etsin- şöyle demiştir: " Cenâb-ı Hakk'ın Arş'a istiva etmesinin tefsirine gelince, Arş'ı üzerindeki istikrarıdır. Bu görüş Selef tarafından nakledilen meşhur görüştür ve İbnü'l-Kayyim tarafından el-Nuniyyah ve diğer eserlerinde nakledilmiştir.

Ve Şeyh el-Barrak -Allah onu korusun- şöyle demiştir: "Bazı rivayetlerde oturmanın(الجلوس) Cenab-ı Hakk'a isnat edildiği ve onun dilediği gibi kürsüye oturduğu zikredilmektedir. Belki imamlardan bazıları bu tabiri kullanmışlardır.

Şeyh'in [ Şeyh El-İslam İbn Teymiyye] sözlerinin bağlamı, İstiva'nın oturmayı(القعود) içerdiğini hissettiriyor.

Ama en uygun olan kanıtlanana kadar bu kelimeyi kullanmayı bırakmaktır (tavakkuf etmekti). Şerhu er-Risaleti t-Tedmir(s. 188)

Yukarıdakilere dayanarak:

Oturma(الجلوس) kelimesindeki ibareyi uygun görmüyoruz ama 'Arş’ı üzerinde İstiva etti deniyor ve İstiva yükseklik (الارتفاع) ve yükseklik(العلو) ile açıklanıyor.

Her kim bazı selef alimlerinden rivayet edilene uyarsa ona karşı gelinmez.

Ama ona denilir ki: Bu, sıradan insanların önünde söylenmemelidir, çünkü onları benzetme yapmaya sevk ederek fitneye sebep olabilir.

Böylece bu ifadenin küfür olmadığı, daha ziyade, görüş ayrılığı bulunan İstivâ kelimesinin bir izahı olduğu ortaya çıktı.

Bu konuda en uygun olan şey bu kelimeyi kullanmayı bırakmaktır.

En iyisini Allah bilir.
SECDE SURESİ 4. AYET MEALİ VE TEFSİRİ

Cenab-ı Hak şöyle buyurur:

“O Allah ki, gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunan her şeyi altı günde yarattı, sonra da arş üzerine istivâ etti. Sizin O’ndan başka ne bir dostunuz ne de bir şefaatçiniz vardır. Hâlâ düşünüp ders ve öğüt almayacak mısınız?” (Secde suresi, 4)

“Altı gün”den maksat, süresini akılla idrak etmemiz mümkün olmayan altı uzun zaman dilimidir. Gökler, yer ve onlarda bulunan varlıkların yaratılması bu uzun zaman dilimleri içinde gerçekleşmiştir. Cenâb-ı Hak, kâinatın yaratılışını tamamladıktan sonra arşa istivâ etmiş yâni varlıkları kendi hâline bırakmayıp, onların saltanat, hâkimiyet, tedbir ve tasarrufunu kudret elinde tutmuştur. Her şey O’nun kudret ve iradesine bağlı olduğu ve ancak O’nun izni ile hareket ettiği için, gerçek mânada bizim için Allah’ın dışında bir dostun veya bir şefaatçinin olması imkân dışıdır. Buna göre Allah’tan başka dost ve şefaatçi aramak boşuna bir uğraş olduğu gibi, putların ve putperestliğin de bir mesnedi olmadığı anlaşılır.

Cenâb-ı Hakk’ın kâinat ile münâsebeti çok boyutlu ve inkıtâsız bir şekilde devam etmektedir. Pek çok âyet-i kerîmede bu hususa yer verildiği gibi, bu açıdan bakıldığında Âyete’l-Kürsî daha derin bir mâna ifade eder:

“Allah ki, O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, ebedî diridir. Varlığı kendinden olup bütün kâinatı yönetendir. O’nu ne bir uyuklama ne de bir uyku yakalayabilir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. İzni olmadan O’nun huzurunda kim kalkıp da şefaat edebilir? O, kullarının geleceğini de bilir, geçmişini de. Kullar ise, dilediği dışında O’nun ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar. O’nun kürsüsü, gökleri ve yeri kuşatmıştır. Dolayısıyla her ikisini de koruyup gözetmek O’na asla ağır gelmez. En yüce ve en büyük yalnız O’dur.” (Bakara 2/255)

Tefsir edilmekte olan 5. âyette, Allah Teâlâ’nın kâinatı nasıl yönettiği ve oradaki işleri nasıl sevk u idâre ettiği anlatılır. Rabbimiz işleri ve olayları gökten yere doğru “tedbîr” etmektedir. “Tedbîr”, bir işin arkasını görerek ona göre gereğini tâyin etmektir. Allah Teâlâ’nın tedbîri ise hikmetine uygun olarak irade buyurmasıdır. Anlaşılan o ki, bizim dünya şartları içinde bin yıl zaman alan hâdiseler, Cenâb-ı Hakk’a göre bir günlük iştir. Rabbimiz, âdetâ günlük “iş programı”nı, o işlerle vazîfeli meleklerine havale eder. Onlar da o günün çalışma raporunu huzuruna çıkıp kendisine takdîm ederler ve yine bizim hesâbımıza göre bin yıl tutacak ertesi güne ait emirleri alırlar. Bu, böylece devam eder gider.

Kur’ân-ı Kerîm’in iki yerinde daha bu hususa yer verilir. Bu âyeti, o iki âyetle birlikte değerlendirdiğimiz takdirde mes’elenin anlaşılması daha kolay olacaktır. Peygamberimiz (s.a.s.)’in ilk muhatapları olan müşrikler ona şöyle diyorlardı: “Muhammed kaç yıldır peygamber olduğunu iddia ediyor. Davetini reddettiğimiz takdirde Allah’ın azâbının tepemize ineceği tehdidinde bulunuyor, yıllardır bu tehdidini sürdürüyor. Fakat onu kaç defâdır inkâr etmemize rağmen üzerimize azap filan indiği yok. Eğer söylediklerinde bir doğruluk payı olsaydı bizim binlerce kez azaba uğratılmamız gerekirdi.” İşte bu âyetlerin, onların bu tür itirazlarını cevaplandırmak için indiği anlaşılmaktadır. Nitekim Hac sûresindeki âyette şöyle buyrulur:

“Rasûlüm! Onlar senden tehdit edildikleri azabı hemen getirivermeni istiyorlar. Şunu bilsinler ki Allah verdiği sözden aslâ dönmez. Bununla beraber Rabbinin katında öyle bir gün vardır ki, sizin hesabınıza göre bin yıl gibidir.” (Hac 22/47)

Meâric sûresinde ise şöyle buyrulur:

“Birisi kalkıp gerçekleşeceği kesin olan bir azabın hemen gelmesini istedi. Kâfirler için bir azap ki, geldiğinde onu önleyecek hiçbir güç yoktur. Çünkü o, yükselme derecelerinin sahibi olan Allah’tandır. Melekler ve Ruh, miktarı dünya senesiyle elli bin yıl uzunluğundaki bir günde O’na yükselirler. Öyleyse sen, güzel bir şekilde sabret! Doğrusu onlar, kıyâmeti ve cezayı uzak görüyorlar. Ama biz onu gerçekleşmesi kesin ve pek yakın görüyoruz.” (Meâric 70/1-7)

Bu âyetlerin beyânına göre Allah Teâlâ’nın her türlü iş ve oluş hakkında belli bir plânı vardır. İşler o plâna göre vuku bulur. Dolayısıyla münkirlerin acele azap taleplerinin hemen karşılık bulma şartı yoktur. Çünkü kötü amellerin cezasının hemen verileceği şeklinde bir hüküm bulunmamaktadır. Yalnız bu, peygamberin uyardığı azabın hiç gerçekleşmeyeceği anlamına da gelmez. Aksine, ilâhî plan dâhilinde şartlar oluşup vakit girince netice mutlaka hâsıl olacaktır. Duyuların algı alanına girmeyeni de, duyuların algı alanına gireni de aynı şekilde bilen Allah Teâlâ, neyi ne zaman yapacağını çok iyi bilmektedir. Bir şeyin olmasını isteyince, O’nu bundan vazgeçirecek hiçbir güç yoktur. Fakat O, aynı zamanda sonsuz merhamet sahibidir. O’nun murâdı kullarını cezalandırmak değildir. Onların küfürden vazgeçip, günahlarından tevbe ederek ilâhî rahmetine ermelerini istemektedir.

Kaynak: kuranvemeali.com