Thread Rating:
  • 13 Vote(s) - 3.38 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
HÂRİKA VE HÂRİKULÂDE NE DEMEKTiR ?
#1
Dini-1 
   

HÂRİKA VE HÂRİKULÂDE NE DEMEKTiR ?

(دةﺎﻌﻟرق اﺎﺧ)

Alışılmışın dışında tabiattaki işleyişi belirli zamanlarda bozan tabiat üstü
olaylar için kullanılan terim.
Sözlükte “delmek, yırtmak; aşmak” mânalarına gelen hark kelimesinden
sıfat olan hâriķ ile “alışılmış olan şey” anlamındaki âdet kelimesinden
meydana gelen bir tamlama olup “alışılmışı ve normal telakki edileni aşan,
olağan üstü” mânasına gelir. Kur’ân-ı Kerîm’de âdet kelimesi yer almazken
hark kavramı fiil sigalarıyla “delmek, yırtmak, yarmak, bozmak, gerçeğe
aykırı olarak hükmetmek” anlamlarında dört yerde geçmektedir (Râgıb el-
İsfahânî, el-Müfredât, “ħrķ” md.; M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “ħrķ” md.).
Tabiatta gözlenen düzenli işleyiş, etki-tepki mekanizması içinde kendi
kendine bir süreklilik ve tekrarlanış gibi görünürse de gerçekte düzeni
kuran ve işletenin Allah olduğu inancının sonucu olarak İslâmî
terminolojide fizik âlemi idare eden ilâhî kanuna “âdetullah” veya kısaca
“âdet” denilmiştir. Aynı mânaya gelen “sünnetullah” ise Kur’an’da sosyal
hayatı idare eden ilâhî kanunu ifade etmek üzere kullanılmıştır (bk. a.g.e.,
“sünnet” md.).
İslâm filozoflarının tabiat kanunlarının değişmezliği tezine karşı kelâmcılar
Allah’ın kendi koyduğu âdeti değiştirebileceği, dolayısıyla söz konusu
kanunların zorunlu olmadığı görüşünü savunmuşlardır (bk.
DETERMİNİZM). İlk kelâmcılardan olup akılcılığıyla tanınan Nazzâm’ın
da tabiatta hârikulâde olayların meydana gelebileceği görüşünde olduğu
nakledilir (Câhiz, IV, 73). İbn Hazm’a göre bir şeye nisbet edilen âdetle
tabiat arasında fark vardır. Âdetin değişmesi söz konusu iken ilâhî bir
müdahale olmaksızın tabiatın değişmesi mümkün değildir. Çünkü tabiatlar
ait oldukları nesnelerden ayrılmayan ana özelliklerdir. İnsanın şuur sahibi
veya şarabın sarhoş edici oluşu gibi tabiattan gelen özellikler ortadan
kalktığı takdirde insan hayvana, şarap da sirkeye dönüşür. Bu sebeple âdetin
değişmesi değil tabiatın değişmesi hârikulâdedir. Bununla beraber bazan
yanlış olarak âdet kelimesi tabiat mânasında da kullanılmıştır (el-Faśl, V,
15-16). Nesefî ise tabiatların değişmemesi fikrini zayıf ve temelsiz bulur.
Zira âlemdeki değişiklik müşahede ile sabittir. Bunu inkâr etmek, onun
yönetimini ilâhî kudret ve iradenin dışına çıkarmaktır (Tebśıratü’l-edille, I,
476-477). Teoride mümkün fakat realitede mümteni‘ sayılan hârikulâde
olaylar (Teftâzânî, Şerĥu’l-Maķāśıd, V, 15) Allah’ın iradesiyle vâki
oldukları takdirde âdet dışı kabul edilirler. Bazı mümkünler hiç vukua
gelmeyebilir, buna karşılık bazıları nâdiren vâki olsa da bir kanun (âdet)
haline gelmez; birçok mümkünler ise alışılagelen, süreklilik kazanan bir
şekle dönüşür. Ancak bu sonuncular vuku bulmayanları inkâr etme hakkını
doğurmaz (Elmalılı, IV, 2239).
İslâm literatüründe tartışma konusu yapılan hârikulâdeleri iki grupta
incelemek mümkündür.

A) Dinî Yönü Bulunan Hârikulâdeler

1. Mûcize
Peygamberlik iddiasında bulunan bir kimsenin gösterdiği, iddiasını
doğrulayan fevkalâde olaydır. Nübüvvet iddiası taşıdığı için mûcizenin sihir
ve hayal ürünü diğer şeylerle karıştırılması ihtimali yoktur. Kur’ân-ı
Kerîm’de geçen mûcizeler arasında yer alan ölüleri diriltme, doğuştan
körleri ve alaca hastalığına yakalananları iyileştirme (meselâ bk. Âl-i İmrân
3/49) veya asâyı yılana dönüştürmenin (el-A‘râf 7/107, 117) beşerî güç ve
kapasite çerçevesinde bulunmadığı zaruri olarak bilinir (bk. MÛCİZE).

2.İrhâs

Peygamberden nübüvvet öncesi dönemde sâdır olan hârikulâdeler
için kullanılır. Bu tür olayların nübüvvete bir nevi hazırlık oluşturduğu
kabul edilmiştir. Hz. Îsâ’nın doğduktan hemen sonra konuşması (Meryem
19/30-33), Hz. Muhammed’in üzerinde gölge yapmak üzere bulutun
dolaşması ve benzeri olaylar irhâs grubu içinde mütalaa edilmiştir. Bir
görüşe göre irhâs olayları kerâmet türüne dahildir; çünkü peygamberlerin
nübüvvetlerinden önceki dereceleri velâyet mertebesinden aşağı değildir
(et-TaǾrîfât, “irhâś” md.; Resûl-i Ekrem’e nisbet edilen irhâs olayları için
bk. MÛCİZE). Mu‘tezile âlimleri mûcizenin nübüvvet iddiasıyla birlikte
gerçekleştiğini, dolayısıyla irhâs diye bir şeye ihtiyaç bulunmadığını, eğer
böyle bir şey vuku bulmuşsa bunun bir önceki peygamberin mûcizesi
sayılabileceğini ileri sürerler (Cürcânî, Şerĥu’l-Mevâķıf, VIII, 226; Kādî
Abdülcebbâr, XV, 213-216).

3. Kerâmet

Salih amel işleyen bir müminin elinde zuhur eden fevkalâde olaydır. Kerâmette mûcizenin aksine herhangi
bir iddia, meydan okuma ve bir şeyi kanıtlama özelliği yoktur. Teftâzânî’nin
de belirttiği gibi mûcize gösteren kimsenin kendisinin peygamber olduğunu
bilmesi, hârikulâde olaylar göstermeye azmetmesi ve bunların sonuçlarını
kesin telakki etmesi gerektiği halde kerâmet gösteren velînin böyle bir
konumu yoktur (Şerĥu’l-ǾAķāǿid, s. 177). Ehl-i sünnet âlimleri, kerâmetin
aklen mümkün olmasının yanında fiilen vuku bulduğunu, naslara dayanan
delillerin de bunu desteklediğini söylerken Mu‘tezile kelâmcıları mûcize ile
karışabileceği ve dolayısıyla nübüvvet müessesesini zedeleyeceği
endişesiyle kerâmeti reddederler (bk. KERÂMET).

4. Maûnet

Allah’ın herhangi bir mümine yardım etmek üzere gerçekleştirdiği hârikulâde
durumlardır. Maûnet, Allah’ın kulunu maddî ve mânevî âfetlerden koruması
şeklinde olabileceği gibi dünyevî ve uhrevî alanda ona fevkalâde nimetler
lutfetmesi suretiyle de olabilir.

5. İstidrâc

“Derece derece yükseltmek, yavaş yavaş sonuca ulaştırmak” anlamındaki kelime Kur’ân-ı Kerîm’de fiil
sigasıyla geçer ve Allah’ın âyetlerini, özellikle Kur’an’ı yalanlayanların
bilemeyecekleri yollarla yenilgiye ve azâba mâruz
bırakılacaklarını ifade eder (el-A‘râf 7/182; el-Kalem 68/44). İstidrâc zalim,
kâfir ve azgın kişilerin tedrîcî olarak felâkete yaklaştırılması ve bu esnada
kendilerine bazı geçici imkân ve başarıların sağlanmasıdır. Firavun
örneğinde olduğu gibi (ez-Zuhruf 43/46-56) istidrâc sahibi kişiler elde
ettikleri başarıları kendi gayretlerinin ürünü zanneder, kibirlenir ve
azgınlıklarını alabildiğine arttırırlar, nihayet ilâhî azâba mâruz kalıp yok
olurlar. Nitekim Kur’an’da genel bir ifade kullanılarak önceki milletlere de
peygamberler gönderildiği, bu milletlerin hakka boyun eğmelerini sağlamak
amacıyla bir süre sıkıntılar ve hastalıklarla denendikleri, daha sonra bütün
imkân kapılarının kendilerine açıldığı, nihayet alabildiğine şımardıkları bir
sırada ansızın yakalanıp helâk edildikleri ifade edilerek (el-En‘âm 6/42-45)
istidrâca dair eski toplumların hayatından örnekler verilmiştir. Bazı
hadislerde deccâl için zikredilen hârikulâde yetenek ve imkânlar da (DİA,
IX, 69) istidrâc kabilinden sayılmıştır. Ayrıca bir rivayette, günahlarına
rağmen kişinin istediklerine kavuşmasının da istidrâc olduğu
bildirilmektedir (Müsned, IV, 145). Hâris el-Muhâsibî, terimin anlamını
genişleterek mal ve servetleriyle ya da başka nimetlerle gururlanıp bunları
Allah yolunda harcamamak suretiyle müminlerin de istidrâca mâruz
kalabileceğini belirtir (Ħalve, s. 44-45; ayrıca bk. Brunschvig, LVIII [1983],
8-31). Kur’ân-ı Kerîm’de istidrâc ile anlam yakınlığı içinde bulunan başka
kavramlar da vardır. Bunların başlıcaları mekr, keyd, hud‘a ve muhâdaa ile
(hile ve tuzak kurmak, hile yapmak, aldatmak) imlâ ve imhâl (mühlet
vermek) kavramlarıdır.

6. İhanet

Ulûhiyyet veya nübüvvet iddiasında bulunan veya büyü yapan bir kimsenin misyonunu yalanlayacak olaylarla
karşılaşmasıdır; başka bir ifadeyle kâfirin elinde iddiasının aksini
kanıtlayan hârikulâdelerin vuku bulmasıdır (Tehânevî, “ħâriķ” md.).
Nübüvvet iddiasında bulunan Müseylimetülkezzâb’ın tek gözü kör olan
birini iyileştirmek isterken diğer gözünü de kör etmesi, az olan kuyu suyunu
çoğaltmak isterken suyun tamamen çekilmesine sebep olması gibi olaylar
ihanete örnek olarak zikredilir (Bâcûrî, s. 298-299). Mu‘tezile âlimlerine
göre yalancı peygamberin elinde iddiasına aykırı da olsa herhangi bir
hârikulâde olayın vuku bulması mümkün olmadığı gibi gerekli de değildir.
Onun iddiasının veya yapmak istediği fiilin gerçekleşmemesi yeterlidir
(Kādî Abdülcebbâr, XV, 239; İbnü’l-Murtazâ, s. 114). İhanet, sahtekârları
yalanlamaya ve dini bozma girişimlerini başarısız kılmaya yönelik ilâhî bir
müdahaledir.

B) Dinî Olmayan Hârikulâdeler

1. Sihir

Başkasından öğrenilen, bazı vasıtalarla icra edilip temrinlerle geliştirilen ve âdet dışı bir görünüm
taşıyan etkilemelerden ibaret olup daha çok güç gösterisinde bulunmak,
çıkar sağlamak ve toplumda hâkimiyet kurmak için uygulanır. İslâm
filozofları ve Mu‘tezile’nin aksine sihrin varlığını kabul eden Ehl-i sünnet
âlimleri bunun bazı alet ve vasıtalar, astrolojik bilgiler, hile ve maharetlerle
gerçekleştirilebileceğine kanidirler (Bâkıllânî, s. 77-78; Fahreddin er-Râzî,
el-Meŧâlibü’l-Ǿâliye, VIII, 143-146; Abdüllatîf Harpûtî, s. 275). İlk bakışta
hârikulâde gibi görünürse de sihrin gerçekte öyle olmadığı ileri sürülmüştür.
Çünkü sebep ve vasıtalara başvurularak gerçekleştirilen şeyler âdettendir.
Meselâ bir hastanın dua ile iyileşmesi âdet dışı, tıbbî yöntemlerle iyileşmesi
tabiidir. Ancak başka bir görüşe göre zaman ve mekân itibariyle başkaları
tarafından güç yetirilemediği için sihir de hârikulâde sayılır (Tehânevî,
“irhâś” md.). Kur’an’da Bâbil’de sihrin yaygın olduğuna işaret edilmekte
(el-Bakara 2/102) ve Hz. Mûsâ zamanına ait bazı sihir örnekleri (el-A‘râf
7/109-126) bulunmaktadır (bk. SİHİR).

2. Şa‘beze (şa‘veze)

“El çabukluğu ile bir şeyi olduğundan başka türlü gösterme” mânasında olup halk dilinde
hokkabazlık olarak adlandırılan bir maharettir (Bâkıllânî, s. 77-78).
Günümüzde illüzyonistler tarafından icra edilen bu tür oyunlar, İslâmî
kaynaklarda genellikle sihir türü bir gösteri kabul edilip hârikulâde dışında
tutulmuştur. İslâm âlimleri, nübüvvet iddiasında bulunan bir yalancının
insanları şaşırtıp gerçeği anlamalarına engel teşkil edecek bir fevkalâdelik
göstermesinin mümkün olmadığını söylerler. Çünkü bu takdirde hak
peygamberle yalancı peygamber birbirine karışır (Nesefî, s. 477-478).

3.Kehanet

Fal açmak, yıldızlara bakmak, yazı çizi türünden şekiller (tılsım)
kullanmak vb. yöntemlerle bilhassa gelecek hakkında haberler verme ve
bazı sırları çözme iddiasında bulunmaktır. Medyumlar tarafından ortaya
atılan ve çok defa isabetsiz tahminlerden ibaret olan iddialar bu tür içinde
mütalaa edilebilir (bk. FAL; KÂHİN).
Kur’ân-ı Kerîm’de semâların, arzın ve bunların arasındakilerin Allah
tarafından yaratıldığı vurgulanmakta, tabiatın yönetimiyle ilgili ilâhî
kanunlara da (tabiat kanunları) birçok âyette temas edilmektedir. Fâtır
sûresinde (35/41) tabiatta hâkim bulunan düzenin Allah tarafından
korunduğu, bu düzende herhangi bir şekilde değişiklik yapma ve bu yeni
düzeni sürdürme yetkisinin de O’na mahsus olduğu ifade edilir. Kur’an’da
Allah’ın yüceliğinin, engin kudret ve iradesinin tabiattaki nizamın
bozulmasıyla, yani hârikulâdeliklerin meydana gelmesiyle değil mevcut
düzenin fevkalâde karmaşık, fakat hesaplı ve âhenkli münasebetler
sayesinde işleyişinin incelenmesiyle anlaşılacağı ilkesi üzerinde durulur.
Ayrıca geçmiş peygamberlerin maddî-hissî mûcizelerine yer verildiği halde
son peygamberin muhataplarından gelen bu tür taleplere karşı menfî bir
tavır takınılmış, insan zihninin ve psikolojik yeteneklerinin ulaştığı seviye
dikkate alınarak nübüvvetin haklılığını göstermek için artık mânevî-aklî
deliller kullanılmıştır (meselâ bk. el-En‘âm 6/7-10; el-İsrâ 17/59, 88-96; el-
Kehf 18/54; el-Furkān 25/7-8, 50).
Hârikulâde olarak literatürde yer alan hadiselerden dinî nitelikte olmayanlar
dikkatle incelendiğinde bunların genellikle tabiat üstü bir özellik taşımadığı
görülür. Dinî nitelik taşıyanların ise en belirgin türünü mûcize
oluşturmaktadır. Tabiat kanunlarını aşan maddî-hissî mûcizeler son
peygamberle nihayet bulmuştur. Bunların asıl fonksiyonu, kendilerini
müşahede edenler için daha çok maddî veya mânevî problemleri çözmeleri,
kısmen de hidayet vesilesi olmalarıydı. Tevâtür yoluyla sabit olmayan bu
mûcizeler sonraki nesiller için birer tarihî hâtıra niteliği taşır. Bu nesiller,
İslâm gerçeğini anlayıp benimseme vasıta ve kaynakları olarak mânevî-aklî
mûcizeleri oluşturan Kur’ân-ı Kerîm’i, Hz. Peygamber’in sîretini ve on dört
asırlık İslâm gerçeğini inceleyip tanımak mecburiyetindedir.

BİBLİYOGRAFYA

et-TaǾrîfât, “irhâś”, “istidrâc”, “muǾcize” md.leri; a.mlf., Şerĥu’l-Mevâķıf
(nşr. M. Bedreddin Na‘sânî), Kum 1991, VIII, 226; Râgıb el-İsfahânî, el-
Müfredât, “ħrķ” md.; Lisânü’l-ǾArab, “ħrķ” md.; Ebü’l-Bekā, el-Külliyyât,
s. 433, 730; Tehânevî, Keşşâf, “ħâriķ”, “irhâś” md.leri; M. F. Abdülbâkī, el-
MuǾcem, “ħrķ”, “sünnet” md.leri; Müsned, IV, 145; Tirmizî, “Tefsîr”, 15/6;
Hâris el-Muhâsibî, el-Ħalve ve’t-tenaķķul fi’l-Ǿibâde ve derecâti’l-Ǿâbidîn
(nşr. A. Abduh Halîfe el-Yesûî, el-Meşrıķ, XLIX/1, Beyrut 1955 içinde), s.
44-45; Câhiz, Kitâbü’l-Ĥayevân, IV, 73; Kādî Abdülcebbâr, el-Muġnî, XV,
183, 213-216, 239; Bâkıllânî, el-Beyân (nşr. R. J. McCarty), Beyrut 1958, s.
51-53, 77-78; Bağdâdî, Uśûlü’d-dîn, s. 170, 175-177; İbn Hazm, el-Faśl, V,
15-16; Cüveynî, el-İrşâd (Temîm), s. 261, 264; a.mlf., el-ǾAķīdetü’n-
Nižâmiyye
(nşr. M. Zâhid Kevserî), Kahire 1412/1992, s. 64; Gazzâlî, el-İķtiśâd (nşr.
İbrahim Agâh Çubukçu - Hüseyin Atay), Ankara 1962, s. 198-201;
Şehristânî, Nihâyetü’l-iķdâm, s. 420-433; Nesefî, Tebśıratü’l-edille
(Salamé), s. 469-470, 476-478, 536-538; Sâbûnî, el-Kifâye fi’l-hidâye (nşr.
Muhammed Aruçi, yüksek lisans tezi, 1982), Câmiatü’l-Kahire, Külliyyetü
dâri’l-ulûm, I, 547-548; Fahreddin er-Râzî, el-Muĥaśśal (nşr. Tâhâ
Abdürraûf Sa‘d), Kahire, ts., s. 207; a.mlf., el-Meŧâlibü’l-Ǿâliye mine’l-
Ǿilmi’l-ilâhî (nşr. Ahmed Hicâzî es-Sekkā), Beyrut 1407/1987, VIII, 143-
146; Âmidî, Ġāyetü’l-merâm, s. 334; İbn Teymiyye, Kitâbü’n-Nübüvvât,
Beyrut 1405/1985, s. 47-48; Teftâzânî, Şerĥu’l-Maķāśıd (nşr. Abdurrahman
Umeyre), Beyrut 1409/1989, V, 15; a.mlf., Şerĥu’l-ǾAķāǿid, s. 177; İbnü’l-
Murtazâ, el-Ķalâǿid fî taśĥîĥi’l-Ǿaķāǿid (nşr. A. N. Nader), Beyrut 1985, s.
114; Kādızâde Şemseddin Ahmed, Ferâidü’l-fevâid, Bulak 1262, s. 110-
111; Bâcûrî, Şerĥu Cevhereti’t-tevĥîd, Dımaşk 1392/1972, s. 298-299;
Abdüllatîf Harpûtî, Tenķīĥu’l-kelâm, İstanbul 1330, s. 274-275; Elmalılı,
Hak Dini, IV, 2239, 2249-2250; H. A. Wolfson, The Philosophy of Kalam,
Cambridge 1976, s. 544-558; R. Brunschvig, “De la fallacieuse prospérité-
Makr Allah et Istidraj”, St.I, LVIII (1983), s. 8-31.

M. Sait Özervarlı

Tabiat Kanunları ve Hârikulâde

Tabiattaki olaylar belli bir ölçü ve denge içinde meydana gelmektedir. Bu
hadiselerdeki düzen gündelik hayatta gözlemlendiği gibi, atom altı seviyeye
inebilen ve galaksilere kadar uzanan gözlem kudretiyle bilim de muayyen
bir düzenliliği tesbit etmiş durumdadır. Söz konusu düzen insan aklının şu
veya bu yönüyle açıklayabildiği bir kanunluluk gösterir ve sosyal olayları
da kapsar. Kur’ân-ı Kerîm’de bu değişmez kanunluluk “sünnetullah”
tabiriyle ifade edilir (el-Ahzâb 33/38, 62; Fâtır 35/43; el-Feth 48/23). Ancak
tabiat ve toplum planındaki kanunluluğu koyan ve sürdüren ilâhî iradenin
dilediğinde onu kaldırması veya değiştirmesi de mümkün görülmektedir
(yk. bk.).
İnsana herhangi bir hadisenin olağan üstü olduğunu hissettiren şey,
vukuunun teorik olarak mümkün olup olmaması değil beklenenin veya
alışılanın dışında cereyan etmesidir. Meselâ daha önceki nesillerin
hârikulâde kabul ettiği birçok olay, artık günlük hayatta her zaman görülen
sıradan hadiseler konumuna gelmiştir. İnsanların çok kısa zamanda uzun
mesafelere yolculuk etmesi, ses veya resimlerin bir yerden başka bir yere
aktarılması önceki nesillere mûcize gibi görünen, günümüzde ise herkesin
alıştığı ve bu sebeple de nasıl meydana geldiği hususunda hiç düşünmediği
sıradan olaylar durumundadır. Bu açıdan bakıldığında insanlığın ufkunu
alabildiğine genişleten bilim karşısında, her toplumda ve her çağda nâdiren
de olsa vuku bulduğu hususunda hiç kimsenin göz ardı edemeyeceği
delillerin bulunduğu hârikulâde olaylara karşı çıkılması anlaşılması güç bir
durumdur.
İngilizce extraordinary kelimesiyle karşılansa da Batı dillerinde hârikulâde
teriminin bir kavram olarak tam karşılığını bulmak oldukça güçtür. Bu
kavramı meselâ “mûcize ve kerâmet” anlamına gelen miracle, “mûcizevî ve
hayret verici” anlamlarına gelen miraculous, “tabiat üstü” anlamına gelen
supernatural kelimeleriyle karşılamak mümkündür. Batı’da “tabii” (natural)
ve “tabiat üstü” (supernatural) arasında ayırım yapılmasının gerekliliğine
inanan Aydınlanma ekolü, düşüncede sekülerleşmenin bir sonucu olarak
mûcize dahil bütün hârikulâde hadiselerin olabilirliğini rasyonel bakımdan
sorgulamıştır. Sekülerleşme sürecinin olmadığı geleneksel toplumlarda ise
tabiat ve tabiat üstü ayırımı tam yerleşmemiş ve kâinattaki her şey kutsalla
bağlantılı olarak mütalaa edilmiştir. Bugün Batı’da hârikulâdenin vuku
bulup bulamayacağı hususu daha çok mûcizenin mümkün olup olmadığı
tartışmaları çerçevesinde değerlendirilmektedir. Mûcize ve kerâmet gibi
hârikulâde olayların dışında, günümüzde modern psikolojinin kendine konu
edindiği parapsikolojik, telepatik, telekinezik hadiselerin ve
“tanımlanamayan uçan nesne” (unidentified flying object, UFO) görme, ruh
çağırma gibi müsbet bilimin izah etmekte güçlük çektiği tabiat kanunlarına
aykırı düşen bazı olayların müşahede edildiği de bir gerçektir. Ancak Batı
fikir dünyası, mûcize ve kerâmet gibi dinî terminoloji çerçevesinde
tanımlanan hârikulâde olaylara karşı tavır alırken parapsikolojik ve diğer
modern tabiat üstü olayları incelemeyi bilimselliğin bir gereği saymaktadır.
Hârikulâdenin imkânı meselesinde bilimin hakem olup olamayacağı hususu
oldukça tartışmalı bir felsefî problemdir. Bilimsel bilgi, madde planında
gerçekleşen hadiseler arasındaki ilişkinin temsilî bir ifadesidir. Henri
Bergson ve Alfred North Whitehead gibi filozofların iddialarına bakılacak
olursa aslında tabiat denilen şey insan dışında mevcut bulunan varlıkların
bir toplamı değil daha çok bunların ve aralarındaki münasebetin insandaki
yansımasıdır. Bilim madde dünyasındaki belli olayların keyfiyetini deneyler
yoluyla açıklamayı hedef aldığı için bu olayların daha küllî bir izahını
mevcut metodolojisiyle veremez. Bunu felsefe ve dine bırakmak
durumundadır. Aslında insanın tabiatın ne olduğu hususundaki bilgisi
tabiatın kendisi olmayıp onun hakkındaki yorumudur. Diğer bir ifadeyle
tabiat insanın tabiat hakkındaki yorumudur. Buna göre bilimin tabiat
hususunda genel geçer bir hakikat olarak iddia ettiği şey, mümkün olan tek
hakikat değil mümkün olan yorumlardan biridir.
Bu bakış açısından hareketle C. S. Lewis, deney ve gözleme dayalı bilimin
hârikulâdenin imkânı hususunda bir karar verme hakkına sahip olmadığını
ileri sürer. Ona göre hârikulâde bizzat tabiattaki düzeni yani âdeti bozan ve
nakzeden bir hadisedir. Tabiattaki düzenden hareketle çıkarılan genel
kanunlar ve bu kanunlara dayanan bilim, hiçbir zaman bu kanunların bir
istisnası olup olmayacağı hakkında sağlıklı bir kanaat ortaya koyamaz.
Meselâ tabiatla ilgili gözlemlerimiz bize A kuralının mevcudiyetini söyler.
Fakat biz buna aykırı bir B gözleminde de pekâlâ bulunabiliriz. Olaylar
zincirinin tamamına baktığımızda kuralın A olmasıyla birlikte istisnaî bir
hadise olarak B’nin de imkân dahilinde bulunduğunu görürüz. Ancak bu
imkânı A grubundan edindiğimiz tecrübeye dayanarak söylememiz ve bir
bakıma onu kurallaştırmamız isabetli değildir. Dünyada yüzlerce kişinin B
gibi istisnaî ve âdeti bozan olaylar tecrübe ettiği iddialarını göz önünde
bulundurursak B olayını izah için bilimin ötesinde teoloji gibi daha geniş
bir platforma ihtiyaç duyulacağı meydana çıkar (Miracles, s. 56).
Batı’da, Türkiye’de ve sekülerleşme süreci geçirmiş diğer İslâm ülkelerinde
mûcize gibi din merkezli hârikulâde olaylara itirazın temel kaynağı, bu
olayların bilime ve bilimin tesbit ettiği tabiat kanunlarına aykırı olduğu
iddiasıdır. Fakat Batı fikir dünyası hârikulâdenin vukuunun
imkânsızlığından ziyade bu olayların gerçekten ve tarihî olarak vuku
bulmadığı üzerinde durur. Bu temel yaklaşımın altında yatan sebeplerin en
önemlisi, hıristiyan ilâhiyatında mûcizenin ve mûcizeye dayalı olayların
oynadığı roldür. Sekülerleşmeyle birlikte hıristiyan ilâhiyatının da sağlam
temellere dayanmamasının sonucu olarak Batı fikir dünyası dine ve dinle
alâkalı temel meselelere karşı olumsuz tavır takınmıştır. Bu tavrın daha çok
din ve bilimi değerlendiren eserlerde ortaya çıktığı görülmektedir.
Aydınlanma çağından önce genelde din ve özelde
Hıristiyanlık dokunulmaz bir otorite hüviyetine sahipti. Bu zırha bürünerek
din adına birçok hârikulâde olay uydurulmuş ve bu olayların gerçekten
vuku bulup bulmadığı hususunu sırf dinî olduğu için kimse araştırıp tenkit
etmemiştir. Aydınlanma zihniyetine göre artık din otoritesini kaybetmişti ve
bu tür uydurma hadiselerin olup olmadığı hakkında ciddi mütalaaların
başlaması gerekiyordu. Böyle bir noktadan hareketle mûcize, kerâmet gibi
dinî nitelikli hârikulâde olaylara itiraz edenlerin başında İskoçyalı filozof
David Hume geliyordu. Ona göre kendi gözlem ve tecrübelerimiz sürekli
olarak mûcizenin olmadığını telkin ederken başkalarının gözlem ve
tecrübelerine dayanarak onun mevcut olduğuna hükmetmemiz için hiçbir
sebep yoktur (Enquires, s. 111).
Hume, mûcizeye ilişkin tenkidini daha çok onun vuku bulamayacağı değil
vuku bulmadığı noktasında yoğunlaştırır. Bu aslında, onun mûcizenin
imkânına karşı olan itirazının psikolojik arka planını vermektedir. Hume’un
mûcizenin olabilirliğine itirazı reaksiyonerdir. Filozof, “Mûcize Üzerine”
adlı çalışmasının büyük bir bölümünde onun bilimsel açıdan mümkün
olamayacağını tartışmaktan çok tarihte vuku bulmadığını örnekleriyle
anlatmaya çalışır. Filozofun kanaatine göre dinin bizzat kendisi tabiat üstü
olayları ve varlıkları konu aldığı için dinde hârikulâdeye devamlı olarak yer
vardır ve bu nevi hadiseler yadırganmamalıdır. Dinin bu özelliği, insanların
din adına bu tür olaylar uydurmaları ve onları nakletmeleri için gerekli
ortamı hazırlamaktadır. Aslında bu olaylar tarihte olmamıştır ve dolayısıyla
olması da mümkün değildir. Bununla birlikte dinî otoritenin gücünden
dolayı bu mûcizevî hadiselerin gerçekten vuku bulduğuna kimse itiraz
edememiş ve belli bir süre geçtikten sonra yaygın kabullere birer hakikat
gibi bakılmıştır (Miracles, s. 23-28).
Charlie Dunbar Broad bu konuda daha temel bir noktaya dikkat
çekmektedir. Ona göre Hume ve onun gibi düşünenler zihinle tabiatın
işleyişi arasında bir uyum olduğuna inanırlar. Oysa dış dünyada A’nın B’yi
meydana getirdiğinin tecrübesi bizim gerçekten bunun bir kanun olduğunu
kabul etmemizi gerektirmez (Proceedings of the Aristotelian Society, s. 25).
Devamlı olarak ateşin yaktığını tecrübe etmemizden hareketle ateşin
yakmasının zorunlu bir kanun olduğunu mantıkî bir mecburiyet şeklinde
ileri süremeyiz. R. L. Purtill de benzer bir itirazı şöyle yöneltir: Hume bizim
geçmiş tecrübelerimizin, tabiat kanunlarının ihlâl edilemeyeceğini, yani
hârikulâdenin olmadığını ve olamayacağını kanıtladığını söylemektedir.
Hume bunu iddia edemez, zira tecrübe değil aslında bizim o tecrübeyi
yorumumuz hârikulâdenin mümkün olamayacağını söylemektedir
(Miracles, s. 192).
Dinî nitelikli hârikulâde olayların vukuu hususunda çok ciddi tenkitler ileri
sürmesine rağmen Hume’un tabiat kanunları ve determinizmle ilgili
felsefesi bu olayların mümkün olduğunu söylemektedir. Ninian Smart’ın
işaret ettiği gibi Hume’un bu husustaki fikirleri aykırı (paradoksal) bir
sonuca ulaşmaktadır. Hume, bir yandan mûcizenin tabiat kanununun ihlâli
olduğunu söylerken, öte yandan tabiat kanununun, yani sebep-sonuç
ilişkisinin zorunlu bir ilişki olmadığını, daha çok alışkanlık niteliği
taşıdığını iddia etmektedir. Meselâ ona göre belli bir ısı derecesinde her
zaman donan suyun bir gün aynı derecede donmayacağını düşünmek bir
çelişki değildir. Bu ise tabiat kanununu ihlâlin mümkün olduğunu
söylemekten başka bir anlama gelmez (Philosophers and Religious Truth, s.
29).
Esasen Tanrı’ya inandıktan sonra mûcize, kerâmet ve buna benzer
hârikulâde olayların imkânını dinî bakış açısından hareketle savunmak
mümkündür. Zaten Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâmiyet gibi semavî dinler
inanç sistemlerini tek bir tabiat üstü varlığa dayandırmışlardır. Meseleye
pozitif bilim ve seküler kültür açısından bakılacak olursa Tanrı’nın varlığı
bile tartışma alanına girmiş olur. Şu halde mûcize ve kerâmet gibi olayları
dinî niteliklerinden soyutlayarak yalnızca tabii varlık düzeni içinde
açıklamaya çalışmak hataya yol açar. Başka bir deyişle her şeye hâkim ve
kādir bir yaratıcının varlığı bir defa kabul edildiğinde O’nun kendi koyduğu
tabiat kanunlarını istisnaî de olsa ihlâl edebileceğini kabul etmek mümkün
olacaktır.
Değişik noktalardan hareket etmekle birlikte Hume ile Gazzâlî’nin
ulaştıkları sonuç aynıdır. Gazzâlî’nin determinizmi inkâr etmesinin temel
sebebi, tabiat kanunlarının zorunlu kabul edilmesi halinde bunun Allah’ın
fâil-i mutlak olduğu inancıyla çelişeceği kanaatidir. Hume ise empirist
felsefe geleneği çerçevesinde Descartes’ın öncülük ettiği rasyonalist
filozofların sebeple sonuç arasında mantıkî bir zorunluluk olduğu
şeklindeki iddialarını çürütmek için tabiat kanunlarının zorunsuzluğu fikrini
ortaya atmış, rasyonalist felsefenin temel meselelerinden olan determinizm
ilkesine ciddi tenkitler yöneltmiştir. Filozof, bir şeyin başka bir şeyin
sonucu olduğu fikrine ulaştıran sebep-sonuç ilişkisini ispat etmenin
mümkün olmadığını ileri sürmüştür. Hume’a göre, “Her hadisenin bir
sebebi vardır” veya “Şu hadise şunun sebebidir” gibi önermeleri gerçek
anlamda ispat edemeyiz. Aslında sebep ve sonuç gibi terimler olaylara
uygulandığında onların birbirini takip ettiğini söylemekten başka bir anlam
taşımaz. Bizi sebep-sonuç ilişkisi kurmaya götüren şey, aynı olayların
sürekli peş peşe gelmesi ve zihnimizde bu sürekliliğe dair bir alışkanlığın
oluşmasıdır. Bu da olaylar arasında sebep-sonuç ilişkisi olduğunu ispat
etmez. Meselâ tecrübe bize A’nın B tarafından takip edildiğini ve B’siz hiç
olmadığını söylemektedir. Bunun sonucu olarak zihin her ne zaman A fikri
meydana gelirse B fikrine hemen geçmeye alışır. Bu aslında A’dan sonra
B’nin olduğunu değil zihnin böyle şartlandığını ispat eder (Enquires, s. 85-
99). Hume’a göre böyle bir sebep-sonuç ilişkisine aykırı görünen istisnaî bir
olayın vukuunu düşünmek her zaman mümkündür. Dolayısıyla filozof,
sebep-sonuç ilişkisi bakımından mûcizenin ve buna benzer hârikulâde
olayların imkânını aslında kabul etmiş durumdadır. Ancak Hıristiyanlığa ve
dine karşı olan tutumundan dolayı kendi felsefesiyle çatışmak pahasına da
olsa mûcize gibi hârikulâde olayların meydana gelmediği hususunda ısrar
etmiştir.
Tabiat kanunu ve onun ihlâl edilmesi meselesiyle ilgili olarak çağdaş din
felsefecilerinden Richard Swinburne önemli görüşler ileri sürmektedir. Ona
göre hârikulâdenin mümkün olup olmadığı konusunda göz önünde
bulunduracağımız kriter tabiat hakkındaki gözlemlerimizden çıkarılabilir.
İnsanoğlu tabii olarak kendi gözlemlerini ve onlardan elde ettiği sonuçları
genelleştirmeye yatkındır; gözlemlerinden hareketle olayların nasıl cereyan
ettiğine dair küllî önermeler oluşturur ve bu olayların ileride de aynı şekilde
cereyan edeceği sonucuna ulaşır. Meselâ ömrü boyunca daima beyaz
kuğular gören biri, “Bütün kuğular beyazdır” gibi küllî bir önermeye
ulaşma eğilimindedir. Oysa bu gözlem kendi başına küllî bir önermeye
ulaşmaya kâfi gelmez, yahut bu önermenin doğruluğunu garanti etmez.
Bu noktadan hareket eden Swinburne meseleye şöyle yaklaşır: Bizim tabiat
kanunu diye nitelendirdiğimiz hususlar daima geçmişle sınırlı kalmakla
birlikte gelecekte de aynı olayların vuku bulacağını da gösterir, ancak
bunların istisnasının olamayacağı hakkında kesin bir şey söylenemez. Başka
bir deyişle tabiat kanunları olayların nasıl vuku bulacağını tasvir eder. Eğer
nizam dışı bir hadise olacaksa bunu önceden haber vermesi mümkün
değildir. Swinburne’e göre hârikulâde, tabiatta şimdiye kadar olanların
aksine bir hadisenin vuku bulmasından ibarettir. Hârikulâde istisnaî olarak
tarihte var olduğuna (olabileceğine değil) göre tabiat kanunu fikriyle tabiat
kanununun ihlâl edilmesi fikri mantıken çelişkili değildir. Swinburne, bizim
tabiat kanunu diye formüle ettiğimiz sebep-sonuç ilişkisinin evrensel değil
istatistiksel olduğunu söylemektedir. Meselâ “ateş yakar” önermesi, bunu
gözlemleyen insanların tecrübeleriyle ulaştıkları geçmişe ait ve geleceği de
kapsayan bir sonuçtur. Fakat bu sonuç evrensel değildir. Şöyle ki: Bir
kimsenin ateşin her zaman ve her yerde yaktığına kesinlikle
hükmedebilmesi için onu var olalı beri bütün zaman ve mekânlarda tecrübe
etmiş olması gerekir. Bunun ise imkânsız olduğu açıktır. Swinburne’in bu
fikri, aynı zamanda tabiat kanununun tashih edilebilir olmasının da bir
işareti sayılmıştır (Miracles, s. 75-84).
Batı felsefesinde tabiat kanunlarının zorunsuzluğu fikrini savunan bir diğer
düşünür de Fransız filozofu Emile Boutroux’dur. Boutroux’yu Hume’dan
ayıran en önemli özellik, varlığın hiyerarşik bir yapısının bulunduğuna ve
bu yapıda zorunsuzluğun esas olduğuna inanmasıdır. Filozofun tabiat
kanununun zorunsuzluğunu ileri sürmesi insanın hür olduğunu savunabilme
amacına yöneliktir. Boutroux üç türlü zorunluluk üzerinde durmaktadır:
Mantık aksiyomlarının taşıdığı mutlak zorunluluk, apriori sentezlerde
görülen kozal (illî) zorunluluk, ampirik sentezlerin doğurduğu tecrübî
zorunluluk. Bu sonuncusu deneyden çıkan aşağı derecede bir zorunluluktur
(Bolay, s. 12). Aslında tabiat kanunu, birtakım olay grupları arasında
düzenli bir ilişkiyi tesbit eden bir önermeden ibarettir (a.g.e., s. 64).
Boutroux sebep-sonuç ilişkisindeki zorunluluk bağını kaldırır ve bunu
kendi doktrininin temeli sayar (a.g.e., s. 193). Boutroux’nun felsefesinin
temelinde insan ve onun ahlâkî ve fikrî hürriyeti vardır. Tabiatta ve tabii
bilimlerde olduğu iddia edilen determinizmin insanı mahkûm edeceğine
inanan Boutroux, olayların düzeninde determinizm ve mekanizmin
bulunmadığını ileri sürer; ruhu hürriyetin kaynağı kabul etmek suretiyle
insanı ve onun dünyasını determinist baskılardan kurtarmaya çalışır. Bu
noktada filozof kozalite hakkındaki bazı fikirleriyle Hume’a yaklaşır.
Çünkü Hume da kozalite fikrinin zihnin alışkanlıklarından ibaret olduğunu
ileri sürüyor ve kozal zorunluluğa karşı çıkıyordu (a.g.e., s. 195).
Böyle bir zorunsuzluk fikrinin mûcizenin imkânına zemin hazırladığı
ortadadır. Ayrıca kâinatta bir hadisenin meydana gelişini tek bir sebebin
varlığına bağlamak da mümkün değildir. Meselâ ateşin pamukla temasında
onu yaktığını görür ve buradan ateşi yanmanın yegâne sebebi kabul ederiz.
Halbuki yanmanın tek sebebi ateş değildir. Zira yanmanın oluşacağı yerde
oksijen miktarının belli bir seviyede bulunması, bunun için de atmosferde
belli miktarda oksijenin mevcut olması, daha önemlisi yer çekimi
kuvvetinin, enerjinin ve evrenin şu andaki konumunu sağlayan bütün
şartların gerçekleşmesi gerekir. Şu halde yanma hadisesinin sebebi yalnızca
ateş değil bütün bir kâinatın şu andaki konumudur. Meseleye bu noktadan
bakılacak olursa tabiat olaylarını doğuran şartları hazırlayan tabiat üstü bir
gücün mevcut olduğuna inanmak kaçınılmaz hale gelir.
Esasen her zaman müşahede edilen ve sıradan imiş gibi gözüken tabiat
olayları, var oluşlarını tabiat üstü bir güçten aldıkları için yeterince
hârikulâdedirler. Bütün bir kâinatın böyle bir nizama bağlı bulunması veya
dünyanın insan ve diğer canlıların yaşayabileceği şartlarda düzenlenmesi
bir anlamda mûcizedir. Her gün müşahede ettiğimiz tabiat olaylarının bize
sıradan imiş gibi görünmesinin sebebi, Hume’un da dediği gibi onları
devamlı olarak öyle görme alışkanlığından başka bir şey değildir. Halbuki
bu olayların gerçekleşmesi için lüzumlu olan şartlar göz önünde
bulundurulduğu takdirde onların hiç de sıradan hadiseler olmadıkları
görülecektir.
Kâinatın nizamını yaratan Allah’ın, bize sıradan görünen olaylarının
sürekliliğini zaman zaman kesintiye uğratıp zihnî alışkanlıklarımızı altüst
edecek bir hârikulâdeyi yaratabileceği fikri son derece mâkuldur. Fizikî
determinizm veya zorunlu tabiat kanunları gibi kavramlar esasen insan
zihninin birer inşası olup genelde hârikulâdenin, özelde de mûcizenin inkârı
için tartışılmaz bir gerekçe teşkil edemez.

BİBLİYOGRAFYA

C. S. Lewis, Miracles, London 1947, s. 56, 213; R. P. Wolf, The Essential
David Hume, New York 1969, s. 85-99; N. Smart, Philosophers and
Religious Truth, London 1969, s. 29; D. Hume, Enquires Concerning the
Human Understanding, Oxford 1972, s. 85-99, 111; a.mlf., “Of Miracles”,
Miracles (ed. R. Swinburne), Macmillan 1989, s. 23-40; R. Swinburne,
“Violatiom of a Law of Nature”, a.e., s. 75-84; R. L. Purtill, “Miracles:
What If They Happen?”, a.e., s. 189-205; E. Boutroux, Tabiat Kanunlarının
Zorunsuzluğu Hakkında (trc. Hilmi Ziya Ülken), İstanbul 1988; Süleyman
Hayri Bolay, Emile Boutroux’da Zorunsuzluk Doktrini, İstanbul 1989, s.
12, 64, 95, 193, 195; C. D. Broad, “Hume’s Theory of the Credibility of
Miracles”, Proceedings of the Aristotelian Society, XVII, Oxford 1916-17,
s. 25; D. G. C. Macnabb, “Hume, David”, The Encyclopedia of Philosophy,
London 1972, III-IV, 74-90.
Adnan Aslan

Parapsikoloji

“Psikoloji ötesi” anlamına gelen parapsikoloji, bilinen tabiat kanunları ile
açıklanamayan normal ötesi (paranormal) olayları inceler. UFO görme
iddialarından hayalet görmeye, reenkarnasyon iddialarından mûcizevî şifa
hadiselerine kadar birçok olay bu dalın ilgi alanına girer.
Psikoloji ve benzeri disiplinler, geçmişte pozitivizmin etkisiyle
parapsikolojik olayları tecrübe etmeyi bir patolojik durum olarak görmekte,
hadiseyi zihin fonksiyonlarında meydana gelen bir rahatsızlık olarak
saymaktaydı. Ancak bilim günümüzde bu anlayıştan bir ölçüde sıyrılmış ve
bu tür olayların bir vâkıa olarak kabul edilmesi, açıklanamadığı için
reddedilmemesi gerektiği kanaati yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Bu
kanaate göre parapsikoloji, klasik psikoloji çerçevesine alınamayan
birtakım olayları incelemeli ve psikolojinin ufkunu genişletmelidir. Birçok
Batı ülkesinde ve geçmişte mânevî alanın varlığını reddetmeyi politika
haline getirmiş olan Rusya’da bile parapsikoloji araştırma merkezleri
faaliyet göstermekte, parapsikoloji üniversitelerde ders olarak
okutulmaktadır.
Bilim ancak tekrarlanabilir olayları bilimsel veya gerçek olarak kabul eder.
Parapsikolojik olayların en önemli özelliği ise istenildiği zaman tekrar
edilememesidir. Fakat bu onların hiç gerçekleşmediği anlamına gelmez. Bu
tür olayların istenildiği zamanda ve yerde tekrarlanamaması, onların oluş
şartlarının ve kanunlarının tam olarak bilinmemesinden kaynaklanmaktadır.
Parapsikoloji tabirini ilk defa kullanan bilim adamı, Duke Üniversitesi’nde
1930’da ilk parapsikoloji laboratuvarını kuran Joseph B. Rhine’dır. Ondan
önce 1912 yıllarında Fransız fizyolog Charles Richet, metapsişik kavramını
kullanarak o güne kadar “ruh çağırma” (spiritizma) adı verilen olayların
gözlemlenerek bilime dahil edilmesini savunmuştu. Rhine ise telepati veya
kriptestezi (gizli duyu) olaylarını açıklayabilecek bir duyu ötesi algı
yeteneğinin varlığını kanıtlamaya çalıştı. Gerek Rhine tarafından yapılan
gerekse ondan bu yana gerçekleştirilen laboratuvar çalışmalarında,
“medyum” adı verilen deneklerin normal ötesi duyumlara sahip oldukları ve
bundan dolayı hem telepati hem de uzaktaki olay, nesne veya insanları
zihinsel olarak tesbit etme, onlar hakkında bilgi verme anlamına gelen
“duru görü” (clairvoyance) gibi vak‘alarda başarılı oldukları ortaya çıktı.
Kendisi inançlı olmamakla birlikte hayatını olağan üstü hadiseleri
incelemeye adayan Kuzey Carolina Durham Parapsikoloji Enstitüsü başkanı
Richard S. Broughton, 1991 yılında yazdığı parapsikoloji kitabında
enstitüde yapmış oldukları yüzlerce deneyden göz ardı edilemeyecek
sonuçlar çıktığını, fakat ruhî güçlerle alâkalı hâlâ izah edilemeyen birçok
şeyin bulunduğunu söyler.
Parapsikolojik olaylar, normal yollar dışında bilme (parapsişik hadiseler),
normal yollar dışında eşyayı hareket ettirme (parafizik hadiseler) ve
psikofizyolojik hadiseler olmak üzere üç grupta mütalaa edilebilir. Birinci
grup, zaman ve mekânı aşarak iki insan arasında fikir intikali anlamına
gelen telepati yoluyla olmuş, gerçekleşmekte olan veya olacak bir hadiseyi
bilme (duru görü veya telestezi) gibi hadiseleri, ikinci grup, bilinen hiçbir
fiziksel temas olmaksızın mânevî kuvvetle eşyayı hareket ettirme
anlamında kullanılan “psikokinezi” (telekinezi) ve bir değnek vasıtasıyla su
veya maden arama anlamına gelen “radyestezi” gibi olayları kapsar.
Üçüncü grupta ise geleneksel tıbbın iyileştiremediği bazı hastalıkları
mûcizevî şifa ile tedavi etme (psychic healing), Hint fakirlerinin kor
halindeki kömür üzerinde yürümeleri, şiş batırma gibi olaylar yer alır.
Başka bir sınıflandırma ile parapsikolojik olaylar, hangi takımın şampiyon
olacağını rüyada görme gibi kendiliğinden vuku bulan (spontane) olaylarla,
bir yerde duran cismi uzaktan hareket ettirme gibi istekle gerçekleştirilen
olaylar şeklinde iki grupta incelenebilir. Spontane olaylardan yüzyıllardır
söz edilmekte ve bunların bir kısmı kaydedilmektedir. Fakat bunları bilimin
gözleminden geçirmek oldukça zordur. Meselâ bir kimse yarışı hangi atın
kazanacağını rüyasında görebilir, bu arada birçok kişi de yanlış atın
kazandığını görmüş olabilir. Halbuki yanlış atı görme değil doğru atı görme
hadisesi gündeme gelir. Bilim bu tür bir olaya istatistiksel ihtimaliyet
açısından baktığı için doğru atın rüyada görülmesi hadisesini önceden bilme
olarak telakki etmez.
Parapsişik Olaylar. Telepati, duru görü gibi olağan üstü hadiseleri izah
etmek için temel alınan teknik terim duyular dışı idrak (extrasensory
perception: ESP) kavramıdır. Bu kavramı parapsikolojiye Joseph B. Rhine
kazandırmıştır. Duyular dışı idrak, kendisiyle paranormal hadisenin zuhur
ettiği bir araçtır. Bu yetenek bazılarınca altıncı his şeklinde de adlandırılır.
Altıncı hissin varlığını savunanlar bunun insanda her zaman bulunduğunu,
ancak bazı özel uyarımlarla harekete geçtiğini ve bazı kimselerde güçlü
olduğunu ileri sürerler. Bazıları da beş duyudan bağımsız bir altıncı hissin
mevcut olmadığını, altıncı his denilen şeyin beş duyu içinde bulunduğunu,
beş duyunun kapasitesinin birçok kişinin kavrayabildiğinden ve
kullandığından daha güçlü bir nitelik taşıdığını söylerler. Hatta duyular dışı
idrakin insan yapısında normal bir durum arzettiğini, buna sahip
olmayanların bu özelliklerini geliştirmemeleri veya kaybetmeleri
sonucunda özlerinde var olan tabii bir kabiliyetten mahrum kaldıklarını
savunurlar. Dolayısıyla duyu dışı idraki gerçekleştirenlere Allah tarafından
seçilmiş kerâmet sahibi insanlar nazarıyla bakmazlar (Holzer, s. 10, 16, 24).
Bu anlayışa göre beş duyunun söz konusu güçlü kapasitesi normal bir
durum olduğu halde insanların çoğu bunun farkında olmaz ve duyularını
daha yüksek kapasitede kullanabilen kişilerden zuhur eden hadiseleri
olağan üstü gibi algılar. Parapsikoloji uzmanı Hans Holzer bu konudaki
görüşünü şöyle belirtir: “Hiçbir olağan üstü hadise tabiat kanunlarını ihlâl
etmez. Eğer ihlâl eder gibi görünürse de bu bizim tabiat kanunlarını tam
olarak bilmeyişimizden kaynaklanmaktadır. Olağan üstü telakki ettiğimiz
bütün hadiseler daha geniş olan tabiat kanunları çerçevesinde cereyan eder
ki biz onları belki bir gün anlayabileceğiz” (a.g.e., s. 58). Yine Holzer,
zaman kavramını fiziksel hayatımızı düzenlemek için belki de bizim
uydurduğumuzu, olağan üstü hadiselerde ise zamanın dışına çıkıldığını,
medyumların trans halindeki dünyalarında zamandan söz edilemeyeceğini,
objektif realite açısından zaman denen bir şeyin bulunmadığını kabul edince
de olağan üstü olayların tabiat üstü telakki edilmesine gerek kalmayacağını
söyler (a.g.e., s. 58-59). Bu konuda gündeme getirilen bir başka husus da
“normal” veya “olağan” kavramındaki izâfîliktir. Bugün olağan diye
nitelenen bir hadise belki de 100 yıl önce olağan üstü kabul edilmekteydi.
Günümüzde olağan üstü sayılan bir hadise birkaç yıl sonra olağan
görülebilir ve duyu dışı idrak alanında kabul edilen şeyler duyuların idrak
alanına girebilir.
Paranormal olaylara karşı insanların iki farklı tavır ortaya koyduğu
görülmektedir. Bir grup, bu tip olayları hemen kabullenerek hadiseleri tabiat
üstü kuvvetlere bağlar ve konuyu bir inanç meselesi haline getirir. İkinci
grup bu olayları bir tesadüf, hile, hallüsinasyon veya marazî görünüm
olarak niteler ve hemen reddeder. Bu tavrın, kişinin açıklayamadığı bir şeyi
reddetme temayülünün yanında haklı görülebilecek başka yönleri de vardır.
Meselâ bazı olağan üstü hadiselerin maksatlı kişilerce kandırmaya yönelik
olarak düzenlenmesi, tesadüfün rol oynaması, bu tür olayları tecrübe ettiğini
söyleyenlerin kolay etki altında kalabilen ve illüzyona müsait kişiler
olabilmesi bu tavrın oluşmasında rol oynayan faktörlerdir.
Parapsikolojik olaylarla ilgili olarak bilimin ortaya koyduğu açıklamalar
hadiseyi tam anlamıyla aydınlatmaktan uzak görünmektedir. Meselâ eşyaya
dokunarak onun sahibi hakkında bilgi verme olayı (psikometrik
clairvoyance), nesnelerin etraftaki maddelerden gelen imajları kaydettiği ve
medyumların da bu imajları nesneye yüklenen radyasyonlar vasıtasıyla
okuduğu şeklinde yorumlanabilmektedir. Yaşamak için gerekenden çok az
bir hava rezervi bulunmasına rağmen Hint yogilerinin saatlerce toprak
altında kalabilmeleri veya şiş batırma gibi hünerler de bazı insanların
iradeleriyle vücudun işleyişine hükmedebildikleri şeklinde açıklanmaktadır.
Bunun yanında bilim, peygamberlerin ve büyük mistiklerin geleceğe dair
bilgi vermeleri hakkında kesin bir yoruma bugüne kadar ulaşabilmiş
değildir. Bilimi en fazla şaşırtan şey de rüya ile geleceğe ait olaylardan
haberdar olma hadisesidir. Meselâ Amerika Birleşik Devletleri
başkanlarından Abraham Lincoln bir suikaste kurban gideceğini bir gece
önce rüyasında görmüş ve bunu eşine anlatmıştı.
Telepatiyi kabul eden bilim bu hadiseyi, suikaste hazırlanan kişiden
Lincoln’e ulaşan bir telepatik intikal şeklinde yorumlamaktadır. Telepati ve
duru görü gibi hadiseler üzerine yapılan ve en çok rağbet gören yorum, bir
elektriklenme ile zihinden zihine enerji akışının gerçekleştiği şeklindedir.
Gelecekten haber verme olaylarına tarih boyunca rastlanmıştır. Bu
hadiselerle adı en çok özdeşleşen kişi Fransız kâhini Nostradamus’tur.
Birçok kehanetinin gerçekleştiğine inanılan Nostradamus, bunlara 1555’te
yayımlanan Centuries adlı eserinde yer vermiştir. Meselâ Fransız Kralı IV.
Henry’nin 1610 yılında öldürüleceğini, katilin ismini, mesleğini ve olay
yerini olaydan altmış beş yıl önce söylemiştir (Holzer, s. 54).
Nostradamus’un İran ve Irak üzerine söyledikleri de İran devrimi ve Körfez
Savaşı ile ortaya çıkmış gibi görünmektedir. İran hakkında şunları
yazmıştır: “İran yağmuru, açlığı, sonsuz savaşları iyi bilir. Aşırı dincilik
hükümdarı yerinden edecek ve Fransa’da başlayan orada son bulacak.
Kader dokunduğunu başa geçirecek”. Irak üzerine yazdıkları da şöyledir:
“Kötü şöhretli ve iğrenç bir adam olan Irak zorbası hızlı davranacak. Hepsi
Bâbil’in büyük fahişesine inanacak. Ülke kapkaranlık bir yüzle dehşete
bürünecek” (Lemesurier, s. 62).
Geleceğe dair bu tür kehanetlerin nasıl gerçekleşebildiği konusunda bugüne
kadar tatminkâr bir açıklama yapılamamıştır. Yalnız yukarıda Hans
Holzer’den aktarılan “zamanın dışına çıkma” yorumu bir izah şekli
oluşturabilir. Kehanetin nasıl gerçekleştiğini bilimin ve dinin
açıklayamaması ilk anda her ikisi için de olumsuz bir durum arzeder. Ancak
normal bilgi vasıtalarını aşacak biçimde bilgiye ulaşma olayı, her şeyi
planlayıp yöneten bir gücün varlığına delâlet eder ki bu güç Allah’tır. Eğer
olay önceden planlanmamış, üzerinde karar verilmemiş olsaydı medyumun
onu bir vizyon olarak görmesi mümkün olmazdı.
Parafizik Hadiseler. Parapsikolojik olaylardan psikokinezi, bilinen hiçbir
fiziksel temas olmadan zihin gücüyle eşyanın hareket ettirilmesidir. Duru
görü hadisesinde eşya zihni etkilerken psikokinezide zihnin eşyayı
etkilemesi söz konusudur. Psikokinezi başlığı altında yer aldığı kabul edilen
olaylar, bir medyumun belirli bir mesafeden konsantre olarak bir nesneyi
yerinden oynatması, çiçeklerin sahiplerinin ruh hallerinden etkilenmesi, göz
değmesi (nazar), bir saatin akrep ve yelkovanının zihin konsantrasyonu ile
durdurulması, zar atarken istenilen rakamın düşürülmesi gibi birçok hususu
kapsar.
Psikokinetik olaylar, canlı bir bedenin elektromanyetik güç alanına sahip
bulunduğu ve bazı insanların bu güç alanının kuvvetli olduğu şeklinde
açıklanmaktadır. Zihin gücünün tesiri yanında psikokinetik tesirde kişinin
keskin bakışından çıkan kesiksiz enerji akımı da eşya üzerinde etkili
olmaktadır. Göz güçlü bir enerji alanına sahiptir ve bu güç konsantrasyonla
arttırılabilmektedir. Nazar hadisesine halk arasında göz değmesi
denilmesinin sebebi de gözün tesirinin öneminden kaynaklanmaktadır.
Nazar boncuklarının mavi renk taşıması, gözü yeşil veya mavi olanların
daha çok psikokinetik güce sahip bulundukları inancından kaynaklanır.
Mavi nazar boncuğu asmakla, bakan gözlerin dikkati kişinin vücudundan
çok boncuğa yönelir ve özellikle mavi gözden gelebilecek enerji akımı
nazar boncuğu tarafından yansıtılarak gücü kırılır. Bu tıpkı güneş ışınlarını
yansıtmak veya çekmek amacıyla yaz mevsiminde beyaz, kış mevsiminde
siyah renkli elbise giymeye benzer.
Psikokinetik olaylar laboratuvar denemelerine tâbi tutulmuştur. Duke
Üniversitesi’nde gerçekleştirilen saat durdurma denemesi literatüre
psikokinezi gücünün bir zaferi olarak kaydedilmiştir. Yine aynı üniversitede
Rhine’nın gözetiminde gerçekleştirilen zar deneyinde de psikokinetik
yeteneği bulunan bir kişi başarılı olmuştur. Psikokinezi denemelerinin en
meşhur ismi 1990’da ölen Leningradlı Nina Kulagina’dır. Kulagina
üzerinde yapılan denemeler, onun psikokinetik yeteneğinin yanı sıra bazı
ruhî yeteneklere de sahip bulunduğunu göstermiştir. Ayrıca psikokineziyi
gerçekleştirme anında Kulagina’da fiziksel değişimlerin olduğu
gözlenmiştir. Bir denemede, dağınık vaziyetteki kibrit çöplerini
psikokinetik güçle bir araya toplayarak kibrit kutusuna koymayı başarmış,
bu esnada yaklaşık 1 kilogramlık bedensel kayba mâruz kalmıştır. Onun
beyin aktivitesini kaydeden cihazlar, kafasının arka kısmının ön kısmına
göre elli kat daha fazla voltaj ürettiğini göstermiştir. Kilo kaybıyla birlikte
kalp atışlarının dakikada 240’a kadar ulaşması, vücut ısısının artması,
soluma güçlüğünün baş göstermesi, ayrıca beyin dalgalarının ve kan
şekerinin had safhaya ulaşması gibi fiziksel değişimlerin gözlenmesi,
psikokinetik gücün içsel bir güçle kanalize edildiği zaman ortaya çıkacağını
ve zihin tarafından üretilen bu gücün herhangi bir fiziksel faaliyet gibi
enerji tükettiğini ortaya koymuştur.
Diğer parapsikolojik olaylarda olduğu gibi telekinezik hadiselerin de
laboratuvarda denenmeyen, kendiliğinden meydana gelenleri vardır.
Bunların en önemlisi, “tekinsiz olay” veya “poltergeist aktivitesi” adı
verilen hadiselerdir. Poltergeist Almanca bir kelime olup “belâlı, gürültücü,
eşyaları sağa sola fırlatan ruh veya hortlak” anlamına gelir. Tekinsiz
hadiselerin hemen hepsi gürültülü, patırtılı, can sıkıcı ve baş ağrıtıcıdır. Cin
veya ruhların istilâsı altında vuku bulan, yahut bir velîye ait mezarın üstüne
yapıldığı zannıyla bazı binaları terketmeye sebep olan tekinsiz hadiselerden
söz edilmektedir. Ancak parapsikoloji bu tür olayların cin veya ruhlardan
kaynaklandığına inanmaz. Parapsikoloji, bu deneyimleri yaşayanların
genelde olayın mahiyetini bilmediklerini ve bu tür hadiselerde kendilerinin
de farkında olmadıkları psikokinetik enerjinin harekete geçtiğini ileri sürer.
Psikokineziyi araştıranların kayda geçirdiği en önemli spontane psikokinezi
hadisesi, 1967 yılında Almanya’nın Bavyera eyaletine bağlı Rosenheim
şehrinde gerçekleşmiştir. Çok sayıda kişinin çalıştığı bir hukuk bürosunda
ampullerin kendiliğinden patlaması, tabloların sallanması, büroda bulunan
telefonların birden çalmaya başlaması gibi garip olaylar meydana gelmeye
başlamış, büronun sahibi polise, elektrik mühendislerine, telefon
uzmanlarına müracaat etmiş, fakat her türlü kontrole rağmen sonuç
alınamamıştı. Bunun üzerine olay, Freiburg Üniversitesi’nden poltergeist
araştırmacı Hans Bender ve arkadaşları tarafından incelenmeye alınmış ve
bütün bu hadiselerin orada görev yapan bir sekreterin etkisiyle meydana
geldiği tesbit edilmişti. Hans Bender’e göre sekreter kendisinin de farkında
olmadığı birtakım psikokinetik güçlere sahipti. Nitekim sekreter bir süre
tatile gönderilince olaylar sona ermiştir.
Psikokinetik hadiselerin incelenmesinde diğer olağan üstü hadiselerde
olduğu gibi parapsikologlar ve fizyologlar hadiselerin gerçek olup
olmadığını, olayda bir kandırmacanın bulunup bulunmadığını tesbit etmeye
büyük önem vermişlerdir. Meselâ Kulagina’nın seanslar esnasında gizli
mıknatıs veya ince teller kullanıp kullanmadığı defalarca araştırılmış, hatta
Kulagina, II. Dünya Savaşı’nda
Leningrad savunması sırasında bir tank bölüğünde çavuş olarak görev
yaptığından, onun savaşta vücuduna saplanabilecek bir şarapnel parçasını
mıknatıs gibi kullanıp kullanmadığını öğrenmek için bütün vücudunun
röntgenleri çekilmişti. Ne var ki Kulagina’yı gözlemleyen Batılı ve Rus
araştırmacıların hiçbiri onun otantik bir telekinezi gücüne sahip olmadığını
iddia edemedi. Kulagina, 1978-1984 yılları arasında Leningrad Mekanik ve
Optik Enstitüsü’nde, Moskova’da Radyo Mühendisliği ve Elektronik
Enstitüsü’nde incelemeye alındı. Amaç, onun bu kabiliyetini sağlayan
muhtemel fiziksel mekanizmayı keşfetmekti. Fakat incelemeler sadece,
Kulagina’nın elleri etrafında kuvvetli manyetik ve akustik alanların
bulunduğu keşfiyle sonuçlandı. Bugün de parapsikologlar veya fizyologlar
bu tür olayların psikokinetik olduğunu söylemekle yetinmektedirler.
Psikokinezinin nasıl meydana geldiği veya nasıl bir mekanizmaya sahip
olduğu sorusuna henüz bir cevap bulunamamıştır.
Psikofizyolojik Hadiseler. Parapsikolojinin bu türünü oluşturan mûcizevî
şifa hadiselerinde hastaya yapılan telkinin iyileşmeyi sağladığı öne sürülse
de şifa verici kişinin hasta üzerinde psikokinetik tesir oluşturması da söz
konusudur. Bu hükme varanlardan biri, bizzat parapsikolojinin kurucusu
sayılan Joseph B. Rhine’dır. Rhine, İrlanda köylülerinin ineklerdeki siğilleri
dua ile yok ettiklerini, ineklere ise telkin yapılamayacağını belirterek
psikokinetik bir etkinin varlığından söz etmiştir.
Bugün parapsikoloji çerçevesinde incelenen olağan üstü hadiseler, farklı
isimlerle tarihin her döneminde insanoğlunun gündeminde yer almıştır.
Şuurlu canlı kendisini “insan” olarak tanımladığı andan itibaren idrakini
aşan şeylerin mevcudiyetini farketmiş ve bunları ilâhî güçlere atfetmiştir.
Hârikulâde olayları gerçekleştirenlerin her zaman başarı göstermeleri söz
konusu olmadığı gibi çeşitli din ve telakkilere bağlı bulunan bu kişilerin
olayları gerçekleştirirken ilâhî bir kaynakla irtibat halinde bulundukları da
söylenemez. Bu bakımdan olağan üstü hadiseleri belirli bir dine veya
kültüre hasretmek mümkün görünmemektedir. Meselâ hayaletlerin, ruhların
veya cinlerin tesiri altında bulunduğuna inanılan tekinsiz evlere işaret eden
tabirler birçok kültürde mevcuttur. Filipinler’de bıçaksız ameliyatlar,
Avrupa ve Güney Amerika’da Hz. Meryem vizyon olarak görüldüğü için
hıristiyanların hac merkezi haline gelen ve hem bedenî hem ruhî
hastalıklara şifa aranılan yerler (bunların en meşhurlarından biri, yılda
yaklaşık 50.000’i hasta ve özürlü olmak üzere 3 milyon insanın ziyaret
ettiği Fransa’daki Lourdes kasabasıdır), Rifâî şeyhlerinin icra ettikleri ve
Asya’da birçok ülkede yaygın olan şiş batırma gösterileri, Hint fakirlerinin
uçları çok keskin çiviler üzerinde acı duymadan yatması gibi birçok hadise,
farklı din ve telakkilere mensup kişilere ait olaylara örnek gösterilebilir.

BİBLİYOGRAFYA

Recep Doksat, “Parapsikoloji ve Paranormal Fenomenlerin Şuur Anlayışı
Bakımından Önemi”, Sinir Sistemi Fizyolojisi (haz. Ayhan Songar),
İstanbul 1960, III, 708-871; a.mlf., Tatbikatı ve Nazariyatı ile Hipnotizma,
İstanbul 1962, s. 235-247; H. Holzer, The Handbook of Parapsychology,
Los Angeles 1972, s. 9-36, 54, 58-59; P. Krafchik, Parapsikoloji Dersleri
(trc. Selman Gerçeksever), İstanbul 1985, s. 7-23, 28-38, 78-87; A. S.
Reber, The Penguin Dictionary of Psychology, London 1985, s. 516-517,
761-762; J. De Vires, Do Miracles Exist, Edinburgh 1986; J. H. Rush,
“Parapsychology: A Historical Perspective”, Foundations of
Parapsychology (ed. H. L. Edge), London 1987, s. 9-44; G. K. Zollschan
v.dğr., Exploring the Paranormal, New York 1989; R. S. Broughton,
Parapsychology: The Controversial Science, New York 1991, s. 141-155,
216-219; P. Lemesurier, Nostradamus: Gelecek 50 Yılın Kehanetleri (trc.
Mehmet Harmancı), İstanbul 1996; Kerem Doksat, “Dinî ve Mistik
Yaşantıların Psikolojisi”, Türkiye Günlüğü, sy. 45, İstanbul 1997, s. 27-46.

Ali Köse

Kaynak

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi





Signing of RasitTunca
[Image: attachment.php?aid=107929]
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply


Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)