Thread Rating:
  • 6 Vote(s) - 2.67 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Fıkıh Ansiklopedisi N Harfi İle Başlayanlar
#1
Oku-1 
Fıkıh Ansiklopedisi N Harfi İle Başlayanlar

NAFAKA

İnfak edilen şey, azık, yiyecek, ev reisinin sağlamak zorunda olduğu yiyecek, giyecek, mesken ve benzeri şeyler. "Nafaka" kökünden infâk; hayır yolunda mal sarfetmek demektir. Nafakanın çoğulu "nafakât"tır. Bir terim olarak yiyecek, giyecek ve meskenden kişiye yetecek miktarı ifade eder.

Nafaka genel olarak ikiye ayrılır: 1. Kişinin kendisine gerekli olan nafaka. Bu, başkasına vereceği nafakadan önde gelir. Çünkü Hz. Peygamber; "Önce kendi nefsine, sonra nafakası sana gerekli olan kimselere tasadduk et" buyurmuştur (Müslim, Zekât, 95, 97, 106; Ebû Dâvud, Zekât, 39, 40; Ahmed b. Hanbel, II, 94).

2. Kişinin başkalarına vermesi gereken nafaka. Bu çeşit nafakanın üç sebebi vardır. Evlilik, hısımlık ve mülkiyet bağı.

Islâm`da aile reisi olarak kadının ve çocukların geçimini sağlamak görevi erkeğe verilmiştir. Ayrıca, anne, baba, kardeşler ve diğer hısımlar bakıma muhtaç duruma düşünce, "geçimi sağlama yükümlülüğü" onları da kapsamına alır. Hattâ Islâm`da mâlik veya zilyed olunan hayvanların bile yedirilip içirilmesi görevi aile reisinindir (el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyi, IV, 40). Hayvanın açlık veya susuzluk nedeniyle ölümüne sebep olmak sorumluluğu gerektirir. Nitekim Allah`ın Rasûlü bir kedinin ölümüne sebep olan bir kadın için şöyle buyurmuştur: "Açlıktan ölünceye kadar hapsettiği bir kedi için bir kadın azap olundu. Ona kendisi yedirmediği gibi, toprak haşaratın yiyebilmesi için serbest de bırakmadı" (Buhârî, Enbiyâ, 54; Şirb, 9; Müslim, Selâm, 151, 152; Birr, 133, 134; Küsûf, 9; Nesâî, Küsûf, 14, 20; Ahmed b. Hanbel, II, 159, 188, 286, 424).

Hayvana gücünün yetmeyeceği yükün taşıtılması haramdır. Köleye de böyle yük yükletilemez. Mâlik, hayvana infaktan kaçınırsa, çoğunluğa göre kazâen ve diyâneten buna zorlanır. Hanefilere göre ise buna kaza yoluyla zorlanamaz (el-Kâsânî, â.g.e., IV, 40; eş-Şîrâzî, el-Muhezzeb, II,168 vd.; ez-Zühaylî, el-Fıkhul-Islâmî ve Edilletüh, Dimaşk 1405/1985, VII, 763, 764).

Insanlardan nafaka hakkı sahipleri sırasıyla şöyledir:

NÂFİLE

Bağış, hibe, ganimet malı, zorunlu olmaksızın yapılan iş. Farz veya vacib namazlar dışında kalan ve Resûlullah (s.a.s)`ın kıldığına dair rivayet bulunan namazlar demektir. Bunlar da sünnet olan nâfileler ve mendup olan nafileler olmak üzere ikiye ayrılır. Sünnet olan nâfile, Allah elçisinin yapmağa devam ettiği ve ancak nâdir olarak yapmadığı kuvvetli işlerdir. Kimi zaman bu işleri yapmamasının sebebi insanlara farz olmadığını göstermektir. Mendup olan nâfile ise, Hz. Peygamber`in bazan yapıp, bazan yapmadığı, kuvvetli olmayan sünnetlerdir. Menduba müstehap da denir.

Fıkıh usûlünde nâfile, sünnet, tatavvu, müstehap ve ihsan terimleri "mendup"la eş anlamda kullanılır. Nâfile ibadetleri aşağıdaki şekilde tasnif etmek mümkündür:

Müekked olan sünnetler:

Beş vakit namaza ve cuma namazına bağlı olarak kılınan namazların bir bölümü müekked sünnettir. Bir hadiste bu nitelikteki sünnetler şöyle belirlenmiştir: "Her kim bir gün ve gecede, farz namazlar dışında on iki rekat namaz kılarsa, Allah Teâlâ ona cennette bir ev bina edecektir. Bunlar şu namazlardır: Sabah namazından önce iki rekat, öğleden önce dört rekat, öğleden sonra iki rekat, akşamdan sonra iki rekat ve yatsıdan sonra iki rekat" (Tirmizi; Salât, 189; Nesâî, Kıyâmül-Leyl, 66; Ibn Mâce, Ikâme, 100).

Namazlara bağlı olan müekked sünnetleri şu şekilde sıralayabiliriz:

1. Sabah namazının farzından önce kılınan iki rekatlık sünnet: Bu namaz en kuvvetli bir sünnettir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Sizi atlar kovalasa da sabah namazının iki rekat sünnetini terketmeyin" (Ahmed b. Hanbel, II, 405). "Sabah namazının iki rekatısünneti dünyadan ve dünyada bulunan herşeyden daha hayırlıdır" (Müslim, MiŞâfirîn, 96, 97; Tirmizî, Salât, 190). Hz. Âişe şöyle demiştir: "Hz. Peygamber, sabah namazının iki rekatıgibi başka hiç bir nâfile namaza devam etmemiştir" (Buhâri, Teheccüd, 27; Müslim, MiŞâfirîn, 94; Ebû Dâvûd, Tatavvu`, 2; Ahmed b. Hanbel, VI, 43, 54, 170).

Başka bir sünnet kaza edilmezken, yukarıdaki hadisler sebebiyle, sabah namazını kılamayan kişi aynı gün zevalden önce onu kaza ederken sünnetini de birlikte kılar. Diğer yandan ikinci rekatta bile imama yetişebileceğini anlayan kimse önce sünneti kılar, daha sonra imama uyar.

2. Öğle veya cuma namazından önce kılınan dört rekat namaz. Hz. Âişe şöyle demiştir: "Resûlullah (s.a.s) öğleden önce dört, sabah namazından önce de iki rekat namaz kılmayı terketmezdi" (Nesâî, Kıyâmü`l-Leyl, 56).

3. Öğle namazından sonraki iki rekât namaz. Bu iki rekat, müekked sünnet olup, bunun dörde tamamlanması ise menduptur. Cuma namazından sonra tek selâmla kılınan dört rekat nâfile namaz da müekked sünnetlerdendir. Hadiste şöyle buyurulur:

"Hz. Peygamber cuma namazından önce dört, cuma namazından sonra dört rekat namaz kılar, rekatlar arasını selâm ile ayırmazdı" (Zeylaî, Nasbur-Râve, II, 206).

4. Akşam namazından sonra iki rekât. Bu da Allah elçisinin devam ettiği sünnetlerdendir.

5. Yatsı namazından sonra iki rekat. Bunun delili; Gün ve gecede on iki rekat nâfile namaza devam eden için Allah Teâlâ`nın cennette bir köşk bina edeceğini bildiren hadistir (Tirmizî, Salât, 189; Nesâî, Kıyâmül-Leyl, 66; Ibn Mâce, Ikâme, 100).

6. Terâvih namazı: Bu namaz erkek ve kadın için müekked sünnettir. Çünkü terâvih namazına hem Hz. Peygamber, hem de ondan sonra raşid halîfeler ve ashab-ı kirâm devam etmişlerdir. Terâvih namazını cemaatle kılmak sünnettir. Çünkü Resûlullah (s.a.s), Ramazanın üçüncü, beşinci, yedinci ve yirminci gecelerinde bu namazı mescitte cemaatle kılmıştır. Sonra müminlere farz olur endişesiyle mescide çıkıp kıldırmamıştır (Zeylaî, a.g.e., II, 152; eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, III, 50 vd.; ez-Zühayli, el-Fıkhul-Islâmî ve Edilletüh, Dimaşk 1405/1985, II, 43).

Terâvih namazı Ramazan ayına mahsus olup, yatsı namazından sonra ve vitirden önce kılınır. Bu namazın gece yarısından veya gecenin üçte birinden sonraya bırakılması müstehaptır. Terâvih namazı tek başına kılınabilir, fakat cemaatle kılınması daha faziletlıdır.

Hanefilere göre, terâvih namazının rekat sayısı yirmi olup bu sayı Hz. Ömer`in uygulamasına dayanır. Çünkü Hz. Ömer halîfeliğinin sonuna doğru bu namazı Mescid-i Nebevî`de Devlet başkanı olarak yirmi rekat kıldırmıştır. Bu miktara sahabeden karşı çıkan olmamıştır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Benden sonra, benim sünnetimden ve raşid halîfelerimin yolundan ayrılmayın" (Ebû Dâvûd, Sünnet, 5; Tirmizî, Ilim, 16; Ibn Mâce, Mukaddime, 6; Dârimî, Mukaddime, 16). Ebû Hanîfe`ye, Hz. Ömer`in yaptığı uygulama sorulunca şöyle demiştir:

"Teravih kuvvetli bir sünnettir. Hz. Ömer onu kendiliğinden çıkarmış değildir. O, bu konuda yeni bir şey de icad etmedi. O, bunu ancak kendi bildiği bir delile dayanarak yapmıştır. Resulullah (s.a.s)`den bir ahid olarak yapmıştır" (ez-Zühaylî, a.g.e., II, 44).

Bazı hadis bilginleri ise Allah el-çisinin Ramazanda terâvihi sekiz rekat olarak kıldığını tesbit etmişlerdir. Bunun delili, Buhârî`nin ve başkalarının Hz. Âişe`den naklettikleri şu hadistir:

"Hz. Peygamber ne Ramazanda ve ne de Ramazan dışında on bir rekattan fazla nâfile namaz kılmamıştır" (Buhârî, Teheccüd, 16; Terâvih, 1; Müslim, MiŞâfirîn, 125; Tirmizî, Mevâkît, 208). Yine Ibn Hibbân, Sahîh`inde Câbir (r.a)`den şu hadisi rivayet etmiştir: "Hz. Peygamber kendilerine sekizrekat namaz kıldırdıktan sonra vitir namazını kıldırmıştır" (eş-Şevkânî, a.g.e., III, 53). Bu duruma göre, terâvih namazının sekizrekatının müekked sünnet olduğunda şüphe yoktur. Ibnül-Hümâm gibi bazı bilginler ise sekizrekattan fazlasının müstehap olduğunu söylemişlerdir. Bu durum yatsı namazının farzından sonra dört rekat nâfile namaz kılmaya benzer ki, bunun da ilk rekatımüekked sünnet, iki rekatıda müstehap olur (Ibnül-Hümâm, Fethul-Kadîr, Mısır 1316/1898, I, 333, 334).

Gayrı Müekked Sünnetler:

Hz. Peygamber`in kesintisiz devam etmediği ve bazan terkettiği sünnetler olup bunlara mendup da denir. Bu namazlar şunlardır:

1. Ikindi namazından önce tek selamla kılınan dört rekat namaz. Resulullah (s.a.s) bu namaz hakkında şöyle buyurmuştur: "Ikindi namazından önce dört rekat namaz kılan kimseye Allah rahmet etsin" (Tirmizî, Salât, 301).

2. Yatsı: namazından önce kılınan dört rekat namaz. Hz. Âişe (r.anha)`den şöyle dediği nakledilmiştir:

"Hz. Peygamber, yatsıdan önce dört rekat namaz kılardı" (Zeylaî, a.g.e., II, 145 vd.; eş-Şevkânî, a.g.e., III, 18).

3. Evvâbîn namazı: Evvâbîn, evvâb kelimesinin çoğulu olup, Allah Teâlâ`ya çokça yönelen kişi anlamına gelir. Iki ilâ altı rekata kadar kılınabilir. Bir, iki veya üç selâmla kılmak mümkündür. Hz. Peygamber, akşam namazından sonra altı rekat namaz kılınan evvâbînden sayılacağını bildirmiş ve arkasından şu ayeti okumuştur: "Eğer siz iyi olursanız, şunu iyi bilin ki Allah kötülükten yüz çevirerek tevbeye yönelenleri (evvâbîn) son derece bağışlayıcıdır" (el-Isrâ,17/25; Ibn Kesîr, Tefsîr; Istanbul 1985, V, 64, 65; eş-Şürünbülâlî, Merâkıl-Felâh, Istanbul 1984, s. 74).

Bunlar farz namazlara tabi olan nafile namazlardır.

Bağımsız Nâfile (Mendup) Namazlar:

Beş vakitteki farz namazların sünnetlerinden başka bir takım nâfile namazlar daha vardır ki bunlar, müstehap, mendup veya tatavvu` adı verilen nâfilelerdir:

1. Kuşluk namazı

En az iki rekat olup, sağlam görüşe göre, dört veya sekize kadar kılınabilir. Mendup bir namazdır. Vakti, güneşin bir mızrak boyu yükselmesi ile başlayıp, zeval vaktine yirmi dakika veya yarım saat kalıncaya kadar devam eder. Hz. Âişe`den şöyle dediği nakledilmiştir: "Resulullah (s.a.s) kuşluk namazını ikiser ikiser, dört rekat olarak kılar, birinci selâmdan sonra dünya sözleri konuşmazdı" (es-San`ânî, Sübülü`s-Selâm, Kahire 1950, II, 16). Müslim`in rivayeti ise şöyledir: "Hz. Peygamber kuşluk namazını dört rekat olarak ve Allah`ın dilediği kadar ilâvede bulunarak kılardı".

2. Teheccüd namazı

Yatsı namazından sonra daha uyumadan veya kısa bir uykudan sonra kalkıp kılınacak nâfile namaza "gece namazı (salatül-leyl)" denir. Bir süre uyuduktan sonra, gecenin yarısından imsak vaktine kadar kalkılıp kılınırsa "teheccüd" adını alır. Teheccüd namazı iki rekattan sekizrekata kadardır. Her iki rekatta bir selam verilmesi daha faziletlidır.

Teheccüd namazı Hz. Peygamber`e farzdır. Kur`an-ı Kerim`de şöyle buyurulur: "Ey Muhammed! Gecenin bir bölümünde uyanıp, sırf sana mahsus fazla bir ibadet olmak üzere, Kur`an`la gece namazı kıl. Rabbinin seni Makam-ı Mahmuda erdireceğini umabilirsin" (el-Isrâ,17/79). Bu namaz diğer müslümanlara sünnet veya müstehap derecesindedir.

Teheccüd namazına diğer müminleri de teşvik eden ayet (bk. el-Müzzemmil, 73/20; es-Secde, 32/16; el-Furkân, 25/63, 64; ez-Zâriyât, 51/17, 18; Âli Imrân, 3/16, 17) ve hadisler vardır. Abdullah b. Ömer (r.a)`nın kendisini rüyada cehennemde görmesi ve bir meleğin yaklaşarak "korkma" demesini Resulullah (s.a.s)`a anlatması üzerine, Allah elçisi şöyle buyurmuştur:" Abdullah ne iyi adamdır. Fakat kalkıp gece namazı kılmayı âdet edinseydi ne iyi olurdu ". Abdullah b. Ömer, bundan sonra gece uykusunu azaltmıştır. Buradan teheccüd namazına devam eden her ferdin iyi olarak anılmaya lâyık olduğu anlaşılır (ez-Zebîdî, Sahîh-ı Buhârî Muhtaşarı Tecrid-i Sarıh Tercemesi, Ankara 1982, IV, 29, 30, H. No: 576). Başka bir hadiste şöyle buyurulur:

"Gece namazına devam edin. Çünkü gece namazı kılmak sizden önceki salih kulların âdetidir. Rabbinize karşı bir taattır, kötülükleri örtücü ve günah işlemekten alıkoyucudur" (Tirmizî, Deavât, 101).

3. Abdest namazı

Abdestten veya gusül abdestinden sonra vakit elverişli ise, yaşlık kuruyacak kadar bir süre geçmeden iki rekat namaz kılınması menduptur. Hadiste şöyle buyurulmuştur:" Her kim abdest alır, abdesti güzel yapar, sonra kalkıp iki rekat namaz kılarsa ve bu iki rekata kalbiyle yönelirse, o kimseye cennet vacib olur" (Buhârî, Vüdû, 24; Müslim, Tahâre, 5, 6,17; Ebû Dâvûd, Tahare, 65).

4. Tahiyyetül-Mescid namazı Tahiyye, selâm vermek demektir. Tahiyyetül-Mescid de; mescide selâm vermek anlamına gelir. Mescide ilk giren kimsenin, Mescidin Rabbine selâm vermek ve O`nu yüceltmek amacıyla iki rekat namaz kılması menduptur. Bir günde, ta`lim, teallüm vb. sebeplerle bir kaç kere mescide girmek zorunda olan kimselerin bu namazı ilk girişte bir kere kılması yeterlidir.

Hadiste şöyle buyurulur: "Sizden her kim mescide girerse iki rekat namaz kılmadan oturmasın" (Buhârî, Salât, 60, Teheccüd, 35; Müslim, MiŞâfirîn, 69, 70; Tirmizî, Salât, 118).

Bir mescide girip meşguliyetinden veya vaktin darlığından ya da kerahetinden ötürü tahiyyetül-mescid yapamayacak kimse şu duayı okumayı yeterli ve müstehap görülmüştür:

Sübhânellah vel-Hamdûlillah ve la ilahe illallahü vellahu ekber"

Anlamı: "Allahı her türlü noksan sıfatlardan tenzih ederim. Hamd Allah`a mahsustur. Allah`tan başka hiç bir ilah yoktur. Allah herşeyden yücedir". Diğer yandan, bir mescidde her hangi bir namazı kılmak veya orada bir farzı kılmak için imama uymak niyetiyle girmek de tahiyyetül-mescid yerine geçer.

5. Istihare namazı

Istihâre; bir şeyin hayırlı olanını istemek demektir. Istihâre namazı, nasıl hareket edileceği bilinemeyen mübah işlerde manevi bir işarete nail olmak için kılınan iki rekatlık bir namazdır. Cabir b. Abdullah (r.a) şöyle demiştir: "Hz. Peygamber bütün işlerde bize Kur`an`dan bir sûre öğretir gibi istihâreyi öğretir ve şöyle buyururdu: "Sizden biri bir iş yapmak istediği vakit, farz dışında iki rekat namaz kılsın ve istihâre duasını okusun" (bk. Buhârî, Teheccüd, 25; Deavât, 49; Tevhîd,10; Tirmizî, Vitr, 18; Ibn Mâce, Ikâme, I, 18; Ahmed b. Hanbel, III, 344).

Istihâre duasından sonra kıbleye yönelerek yatılır, (Dua için bk. "istihare" maddesi; Hamdi Döndüren, Delilleriyle Islâm Ilmihali, Istanbul 1991, 350, 351).

6. Tesbih namazı

Dört rekatlı bir namaz olup her rekatta Fâtiha ve bir sûre okunur. Bir veya iki selâmla tamamlanır. Bu namazda üç yüz kere şu tesbih duası okunur: "Sübhanallahi vel-hamdü Lillâhi ve lâ ilâhe illallâhü vellahü ekber ve !â havle velâ kuvvete illâ billâhil-aliyyıl-azîm "

Anlamı: "Allahı her türlü noksan sıfatlardan tenzih ederim. Hamd Allah`a mahsustur. Allah`dan başka hiç bir ilâh yoktur. Allah herşeyden yücedir. Büyük ve yüce olan Allah`dan başka hiç bir güç ve kudret sahibi yoktur ".

Hz. Peygamber amcası Abbas (r.a)`a kendisini Allah`a yaklaştıracak bir ameli bildirmek için tesbih namazını talim buyurmuş ve eğer bu namazı kılarsa, günahları kum yığınları kadar çok olsa bile Allah`ın bunları mağfiret edeceğini bildirmiştir. Bu namazı her gün, bu olmazsa cuma günü, bu olmazsa ayda veya yılda bir kere, başka rivayette, ömründe bir defa kılmasını tavsiye etmiştir (Tirmizî, Vitr,19; Ibn Mâce, Ikame,190; Ebû Dâvûd, Tatavvu`, 14 ve "Namaz" maddesi).

7. Hâcet namazı

Dünyevî ve uhrevî isteği olan kimse abdest alır, yatsı namazından sonra iki veya dört rekat, başka bir görüşe göre on iki rekat namaz kılar, sonra Allah Teâlâ`ya senâda ve Hz. Peygambere salatü selâmda bulunur, bundan sonra hâcet duasını okuyup, isteğinin gerçekleşmesini Yüce Allah`dan ister.

Abdullah b. Ebî Evfâ (r.a)`dan nakledildiğine göre, Rasûlüllah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: Her kimin Allah`dan bir dileği olursa veya insanlardan bir isteği olursa, önce abdest alıp iki rekat namaz kılsın, sonra Allaha hamd ve senada bulunsun ve Hz. Peygambere salatü selâm getirsin. Sonra şu duayı okusun: "Lâ ilâhe illallahul-halîmül-kerîm. Sübhânellahi Rabbil-arşil-azîm. el-Hamdü lillâhi Rabbil-âlemin, nes`elüke mûcibâti rahmetike ve azâime mağfiretike vel-ganîmete min külli birrin ve`s-selâmete min külli ismin. Lâ teda`lî zenben illâ gafertehû ve lâ hemmen illâ mezahtehû ve lâ hâcete hiye leke rızan illâ kadaytehâ yâ erhamerrâhimîn ".

Anlamı: "Halîm ve kerîm olan Allah`dan başka ilâh yoktur. Yüce arşın Rabbi olan Allah`ı tesbih ederim. Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah`a mahsustur. Allah`ım! Rahmetini gerektiren şeyleri, kesin affını, her iyıliği elde etmeyi, her günahtan uzak olmayı senden dilerim. Affetmediğin hiç bir günah, feraha çıkarmadığın hiç bir tasa, senin rızana uygun olan hiç bir ihtiyacı da karşılamadan bırakma. Ey merhametlilerin en merhametlisi olan Allahım" (Tirmizî, Vitr,17; Ibn Mâce, 189; Hamdi Döndüren, a.g.e., s. 352, 353).

8. Yolculuk namazı

Bir müslümanın yola çıkacağı veya yoldan döndüğü zaman iki rekat namaz kılması menduptur. Hz. Peygamber yolculuktan gündüz kuşluk vakti döner, Mescid-i Nebevî`ye giderek iki rekat namaz kılar, orada bir süre otururdu" (bk. Buhârî, Salât, 59; Cihâd, 198).

9. İstiska (Yağmur İsteme) namazı

Şiddetli kuraklık hüküm süren zamanlarda yağmur duası yapılır. Çünkü Kur`an`da Nûh, Mûsâ ve Hûd peygamberlerin kavimlerine su verilmesi için yaptıkları dualardan söz edilir (bk. Nûh, 71/10-12;.el Bakara, 2/60).

Enes b. Malık (r.a)ten rivayete göre, Allah Rasûlü cuma hutbesi irad ederken, şiddetli kuraklığın hüküm sürdüğünü, ürünün ve hayvanların telef olduğunu söyleyen bir adamın isteği üzerine; Allahım bize su ver, Allah`ım bize su ver" diye dua etmiştir. Bunun üzerine gökte hiç bulut yokken, birden bulutlar belirmiş ve yağmur yağmaya başlamıştır. Bir hafta süren yağmurlar âfet halini almaya başlayınca, ertesi hafta aynı adamın yağmurun kesilmesini istemesi üzerine Allah`ın Resulü şöyle dua etmiştir: Allah`ım! Yağmuru üzerimize değil, çevremize, dağlara, tepelere, vadilere ve ağaçlı yerlere ver". Bu dua ile yağmur kesilmiştir (Buhârî, Istiskâ, 6; Müslim, Istiskâ, 8).

Ebû Hanîfe`ye göre istiska; dua ve istiğfardan ibarettir. Bu yüzden bu dua özel bir namaz kılmadan ve hutbe okumadan yerine getirilebilir. Ebû Yûsuf ve Imam Muhammed`e göre ise, yağmur duası namazının, ihtiyaç varsa, hazarda veya seferde kılınması menduptur. Yağmur gecikirse bu dua günler boyu tekrarlanır. Çünkü Allah Teâlâ duada ısrarlı olanları sever (bk. el-Kasânî, el-Bedâyi`, I, 282; Ibnül-Hümâm, Fethul-Kadîr, I, 437; Ibn Abidîn, Reddül-Muhtar, I, 790 vd.; Hamdi Döndüren, Delilleriyle Islâm Ilmihali, Istanbul 1991, s. 353 vd.).

10. Küsûf namazı Güneş tutulmasına "küsûf", ay tutulmasına "husûf" denir. Güneş tutulduğu zaman, bir beldede cuma namazını kıldıran imam, ezansız ve kametsiz olarak en az iki rekat namaz kıldırır. Ebû Hanife`ye göre bu namaz gizli, Ebû Yusuf ve Imam Muhammed`e göre açıktan kıraatla kılınır.

Hz. Peygamber güneş tutulduğu zaman iki rekat namaz kıldırmış ve arkasından şöyle buyurmuştur: "Bu olaylar Allah`ın büyüklüğünü gösteren delillerdir. Allah Teâlâ bunlarla kullarını korkutmak istiyor. Bunları gördüğünüz zaman, en son kıldığınız farz namaz gibi namaz kılın " (Buhârî, Küsûf, 1,17; Ebû Dâvûd, Istiskâ, 4, 9, Sünnet, 9; Nesâî, Küsûf, 5, 12, 14, 16, 24).

11. Husüf namazı Ay tutulduğu zaman müslümanların evlerinde teker teker bir halde ve küsûf namazı gibi gizli veya açıktan iki ya da dört rekat namaz kılmaları menduptur. Ebû Hanîfe`ye göre, bu namazın camide cemaatle kılınması sünnette yoktur. Imam Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel ile bazı hadis bilginlerine göre, cemaatle kılınır.

Ay tutulması gece olabileceği için cemaatin camide toplanıp toplu namaz kılmasında güçlük vardır (el-Kâsânî, a.g.e., I, 282; eş-Şürünbülâlî, Merâkı`f-Felâh, 92).

Nâfile veya mendup sayılan amellerin amacını eş-Şatıbî şöyle açıklar:

1. Hz. Peygamber`den sünnet olarak gelen her mendup, farz ve vacib ibadetlerin ikmali ve korunması için yardımcıdır. Çünkü nâfile ibadetler insanı farzları edaya hazırlar. Nâfile ibadetleri ihmal eden farzları da ihmale maruz kalır. Bazı mendupların kendi cinsinden farklı ibadet vardır. Beş vakit namazın sünnetleri, nâfile oruç, nâfile hac ve sadakalar gibi. Bazılarının da benzeri ibadet bulunmaz. Namaz için güzel elbise giyinmek, iftarı acele yapmak, sahuru geciktirmek gibi. Bunların da farz ibadeti desteklediği görülür. Sözgelimi, iftarı acele yapmak, sahuru geciktirmek orucu kolaylaştırır ve şahsın bu ibadeti sürekli olarak yapmasını sağlar. Allah katında, az da olsa, ibadetin sürekli olanı makbuldür.

2. Mendup tek tek değil, bütünüyle yapılması gereken bir sünnettir. Nitekim sünnet-i müekkedeleri Hz. Peygamber ara sıra terketmiştir. Bu yüzden insan bazı darlık zamanlarında terkedebilir. Kaza edilmemeleri de bunu gösterir. Ancak toptan terkedemez. Meselâ; ezanı sürekli olarak terketmek caiz değildir. Bir ülkenin insanları ezanı sürekli olarak bırakmışlarsa, onlara bunu zorla okutmak gerekir. Yine bir kimse tamamen cemaati terkedemez. Çünkü Hz. Peygamber; "Bir kimse üç günden fazla cemaati terk ederse kalbi mühürlenir" (Ibn Mâce, Mesâcid, 17) buyurmuştur. Evlenme de böyledir... Bazı hallerde fertler evlenmeyebilir, ancak toplum olarak bunu bırakamazlar, aksi takdirde toplum yok olur (eş-Şâtıbî, el-Muvâfakât, Ticariye baskısı, Kahire, t.y., I, 132, 133, 151; M. Ebû Zehra, Usûlül-Fıkh, t.y., 40 vd.).

NÂFİLE NAMAZDA BİRDEN ÇOK MAKSAT

Kuşluk namazı vaktinde abdest alan birisi, iki rekât "Abdest şükür namazı`na, aynı anda kuşluk namazı olarak niyyet etse, ikisini birden kılmış olur mu?

Fıkıh kitaplarındaki ifadelere göre, niyyet edilmiş olması halinde; bir nâfile namaz, birden çok nâfile namaz yerine geçebilir: Nûru`l îzâh serhinde; mescidi selâmlama namazı (tahiyyatü`l-mescid) oturmadan kılacağı bir farz namazla, hattâ Zeylanî ve Kasânînin dediğine göre herhangi bir namazla yerine getirilmiş olur. (58 Tahtavı 320; Molla Hüsrev, Dürer I/116 (Surunbil0lî hâsiyesi);Nemenkânî I/146) Tahtâvî Miskât şerhinden naklen; abdestin arkasından bir farz kılmış olsa, bununla "abdest sükrü namazı" da yerine getirilmiş olur, der. (59 Tahtavî 321; M. Zihni Efendi 404) Nafilenin yerine geçecek namazın farz olması da şart değildir. (60 Abdülhalım (Durer hâsiyesi) I/79; Konu hakkında daha geniş bilgi için bk. Âbidin N/18-19) Buna göre işrak vakti abdest alan birisi, abdestin arkasından kılacağı iki rekât namaza, aynı anda hem abdest şükrü için, hem işrak namazı için, hem de meselâ hacet namazı için niyet etse, hepsi yerine gelmiş olur. Imam es-Sindî hac için ihrama girildiğinde sünnet olan iki rekat namazın, o ana rastlayan bir farzla da karşılanmış olacağını söylerken Aliyyu`I-Kârî bu konuda tereddüdünü bildirir. Ona göre: Ihram namazı, istihare ve benzerî namazlar gibi müstakil bir sünnettir, binaenaleyh, bir başka namaz zimminda ödenmiş olmaz. "Tahiyyetü`1-mescid` ve "Abdest şükür" namazı ise başlı başına bir namaz olmadıklarından her hangi bir namaz onların yerine geçmiş olabilir.

Hasiye sahibi el-Mekkî ise; bu tereddüde yer olmadığını, "el-Bahru`r-râik" gibi mezhebini önemli kaynakların çoğunda, durumun Sindî`nin dediği gibi olduğunu, bir farzın dahi o sünnetten müstagnî kılınacağını söyler. (60a)

Ibn Nüceym de niyyet bahsini işlerken, iki nafileye birden niyet edilirse, ikisinin birden ödenmiş olacağını söyler. (60b )

NAKID

Akçe, madenî para, para olarak bulunan servet, peşin para, altın ve gümüş için kullanılan bir Islâm hukuku terimi. Çoğulu nukud gelir. Vezni ve ayarı düzgün, gerekli özellikleri taşıyan paraya da nakid denir. Bir mastar olarak, paranın züyûfunu hâlisinden, sahtesini hakikisinden ayırma anlamında da kullanılır. Bir islâm hukuku terimi olarak altın ve gümüşü ve bunların madrûb ve meskûkünü ifade eder. Diğer yandan Islâm hukukçuları altın ile gümüşten başka madenden basılıp kabul edilen fels ve kâğıt paralara, ancak kıyas ve benzetme yoluyla nakid tabirini kullanırlar.

İktisatçılar, alış-verişlerde mübâdele aracı olan her şeyi gerçek anlamda nakid saymışlardır. İslâm hukukçularına göre ise, satış bedelinin (semen) geçerli olması için, onun şer`an kullanımının caiz ve helâl olan eşyadan bulunması şarttır. Bu yüzden rakı, şarap gibi sarhoş edici şeylerin ve domuz etinin nakid yerinde mübâdele vâsıtası olarak kullanılması caiz değildir. Fakat ekonomi ilmi kendisini dinî bir kayıtla bağlı saymadığı takdirde eşyanın helal veya haramlığını dikkate almaz. Ancak islâm`la, çağdaş egemen ekonominin birleştiği nokta şudur: Piyasada satış bedeli ve mübâdele aracı olarak kullanılan, toplum tarafından ittifakla kabul ve itibar olunan her şey altın ve gümüş gibi mübâdele aracı sayılır. Çünkü Islâmî açıdan ölçü, tartı veya standard olup sayı ile alınıp satılan şeylerin (misliyât) satış bedeli (semen) yapılması mümkün ve câizdir. Bir ton buğday karşılığında on tane koyun satın almak gibi (el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sânayı`, V, 234; Ibnül-Hümâm, Fethul-Kadir, V, 368; el-Fetâvâ`l-Hindiyye, IV,12,13; K. Miras, Sahih-i Buhari Tecridi Sarîh Tercemesi, Ankara 1978, V, 71, 72).

İslâm fıkhı kaynaklarında kullanılan nakdeyn (iki nakid) tabiri altın ve gümüş parayı ifade eder. Çünkü gerek Hz. Peygamber ve Râşid halîfeler ve gerekse büyük müctehidler dönemlerinde tedavülde bulunan para, altın ve gümüşten ibarettir. Islâm`dan önce kullanılan İran, Roma, Bizans ve Yemen sikkeleri Emevî hükümdarı Abdülmelik b. Mervan`ın H. 75 tarihindeki para basımına kadar piyasaya hâkim olmuştur. Hz. Ömer`den itibaren, Hz. Osman (Ö. 35/655), Muaviye (Ö. 60/679) ve Abdullah b. Zübeyr (Ö. 72/691) para basmışlarsa da bu paralar mevziî kalmış ve ülke çapında yayılmamıştır. Hz. Ömer, gümüş para birimi olan dirhemle, altın para birimi olan miskal (dinar) arasında standard bir oran tesis etmiştir. Hz. Peygamber devrinde ağırlık bakımından 10 dirhem (10 miskal), 10 dirhem (6 miskal), 10 dirhem (5 miskal) olmak üzere üç çeşit dirhem vardı. Hz. Ömer`in kurduğu para komisyonu, standardızasyon çalışması sonunda üç çeşit dirhemi toplayarak, çıkan ayı üçe böldü. Bu duruma göre, 10 dirhem (7 miskal) ağırlığı esas alındı. 1 Şer`î dirhem 2,8 gr.; 1 dinar (miskal) yaklaşık 4 gr. olunca,10 dirhem gümüş 28 gr.; 7 dinar altın da 28 gr. olur. Bu oran, daha sonraki devirlerde de genellikle korunmuştur (Ibnül-Hümâm, a.g.e., II, 522; el-Mâverdî, Ahkâmûs-Sultâniyye, Kahire 1298, s. 148; K. Miras, a.g.e., V, 40, 48, 49; Ö. Nasuhî Bilmen, Istilâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, Istanbul 1967, 120, 121, 124; I. Artuk, "Sikke", I.A. X, 622; Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre Alım Satımda Kâr Hadleri, Balıkesir 1984, s. 62, 68; çağdaş Ekonomik Problemlere İslâmî Yaklaşımlar, Istanbul 1988, s. 24, 46).

NAKL-I KUBÛR(KABİRLERİ BAŞKA YERE NAKLETME MESELESİ)

Kabırleri başka yere nakletmek, önemli bir sebep bulunmadıkça caiz görülmemiştir. Bir kabristan ne kadar eski olursa olsun, artık kendisine ihtiyaç kalmamış olsa bile yine bunun kabristan olarak korunması asıldır. Burasının satılarak veya üzerine binalar yapılarak, ölü kemiklerinin başka bir kabristana nakli, ölülerin hakkını çiğnemek olarak değerlendirilmiştir. Çünkü İslâm`da, ölülerin hakları dirilerin hakları kadar koruma altına alınmıştır.

Ancak su basması, yol geçmesi veya düşman tarafında kalması gibi nedenlerle kabristanı başka yere nakletmek caizdir.

Cenaze, kabre konulup üzerine toprak atıldıktan sonra, artık cemaatın elinden çıkmış, yüce Allah`a teslim edilmiş sayılır. Artık zaruret bulunmadıkça kabrin açılmaması gerekir. Cenazenin gasbedilmiş yere veya gasbedilmiş bir elbise ile gömülmesi veya bu yere başkasının sonra şûf`a yoluyla mâlik olması, zaruret hallerine örnek verilebilir. Bu takdirde, arazi veya elbise sahibinin isteği üzerine kabır açılır. Elbise alınınca kabır kapatılır, ya da cenaze bu mülkten başka yere nakledilir. Bu yapılmadığı takdirde mülk sahibi toprağı düzelterek ekim yapabilir. Elbise sahibi de isterse elbisenin kıymetini alabilir.

Bir ölünün cesedi tamamen toprak kesilip kemikleri de kalmamış olmadıkça kabri açılarak yerine başkası defnedilemez. Ancak cenazeyi defin için başka bir yer kalmamışsa bu taktirde kemikleri toplanır, kendisiyle, yeni gömülecek olan ölü arasına toprak vb. şeyler engel olarak doldurulur ve kabır kapatılır.

Zaruret bulunmadıkça iki ve daha fazla cenaze bir kabre gömülmez. Zaruret olursa, aralarına toprak gibi bir engel konularak toplu mezar kullanımı caiz olur. Nitekim Uhud şehitleri için uygulama böyle olmuştur. Cabir b. Abdullah`tan şöyle dediği nakledilmiştir: "Uhud savaşında şehit düşen babam, başka bir şehit olan Amr İbnü`l-Cümûh ile birlikte bir kabre gömülmüştü. Babamı bu şekilde başkası ile bir kabırde bırakmaya gönlüm razı olmadı. Altı ay sonra kabri açtım. Babamı, kulağından başka, hemen hemen kabre koyduğum gündeki gibi taze bir halde buldum; çıkardım ve başka bir kabre yalnız başına gömdüm ".

İslâm ülkesinde bulunan zimmîlerin (hristiyan ve yahudiler) kabırleri de, müslüman kabırleri gibi koruma altındadır. Onlara hayatlarında eziyet edilmesi haram olduğu gibi, ölümlerinden sonra da kemiklerinin kırılması, kabırlerinin dümdüz edilmesi yasaklanmıştır. Ancak, müslümanların yeni ele geçirdikleri bir yerde, ihtiyaç görülürse, düşmana ait kabırleri açmak, kemiklerini kaldırıp, burasını müslüman kabristanlığı veya mescid yapmak gibi başka bir amaçla kullanmak mümkün ve caizdir (İbn Âbidin, Reddü`l-Muhtâr, İstanbul 1984, II 233-246; el-Fetevâ`l-Hindiyye, Beyrut 1400/1980 I, 165-167; Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, İstanbul 1985, s. 259-267).

Nakl-i kubûr: Kabirleri başka yere taşımak
İsa Sevgili
İsa Sevgili
Kurucu



Namaz Zamanı

B2B Toptan Satış Pazaryeri

Kral Yolu
kralyolu.com
Gusül (boy) abdesti nasıl alınır?
Gusül abdesti yada boy abdesti nasıl alınır? Ayrıntılarıyla gusül abdestini öğrenin
Namaz nasıl kılınır?
Namaz nasıl kılınır? Namaz kılmayı öğrenmek hiç bu kadar kolay olmamıştı.
Abdest nasıl alınır?
Abdest nasıl alınır? Namaz kılmak için kadınlar ve erkekler nasıl abdest alırlar?
İhlas Suresi
İhlas suresi, İhlas suresinin anlamı, tefsiri, yazılışı ve okunuşu videolu anlatım
İhlas Suresi
Hüvallahüllezi: Haşr Suresi 22, 23 ve 24 ayetlerin yazılışı, okunuşu ve anlamı
Çocuğunuz için namaz etkinlikleri
Çocuğunuzun namazı sevmesi için neler yapmalısınız? Örnek etkinlikler
Cenaze namazı nasıl kılınır? Cenaze namazı kılınışı
Cenaze namazı nasıl kılınır? Cenaze namazı kılınışı, Resimli ve Özet maddeler halinde anlatım

Kabirleri başka yere nakletmek, önemli bir sebep bulunmadıkca caiz görülmemiştir. Bir kabristan ne kadar eski olursa olsun, artık kendisine ihtiyaç kalmamış olsa bile yine bunun kabristan olarak korunması asıldır. Burasının satılarak veya üzerine binalar yapılarak, ölü kemiklerinin başka bir kabristana nakli, ölülerin hakkını çiğnemek olarak değerlendirilmiştir. Çünkü Islâm`da, ölülerin hakları dirilerin hakları kadar koruma altına alınmıştır.

Ancak su basması, yol geçmesi veya düşman tarafında kalması gibi nedenlerle kabristanı başka yere nakletmek caizdir.

Cenaze, kabre konulup üzerine toprak atıldıktan sonra, artık cemaatın elinden çıkmış, yüce Allah`a teslim edilmiş sayılır. Artık zaruret bulunmadıkça kabrin açılmaması gerekir. Cenazenin gasbedilmiş yere veya gasbedilmiş bir elbise ile gömülmesi veya bu yere başkasının sonra şûf`a yoluyla mâlik olması, zaruret hallerine örnek verilebilir. Bu takdirde, arazi veya elbise sahibinin isteği üzerine kabir açılır. Elbise alınınca kabir kapatılır, ya da cenaze bu mülkten başka yere nakledilir. Bu yapılmadığı takdirde mülk sahibi toprağı düzelterek ekim yapabilir. Elbise sahibi de isterse elbisenin kıymetini alabilir.

Bir ölünün cesedi tamamen toprak kesilip kemikleri de kalmamış olmadıkça kabri açılarak yerine başkası defnedilemez. Ancak cenazeyi defin için başka bir yer kalmamışsa bu taktirde kemikleri toplanır, kendisiyle, yeni gömülecek olan ölü arasına toprak vb. şeyler engel olarak doldurulur ve kabır kapatılır.

Zaruret bulunmadıkça iki ve daha fazla cenaze bir kabre gömülmez. Zaruret olursa, aralarına toprak gibi bir engel konularak toplu mezar kullanımı caiz olur. Nitekim Uhud şehitleri için uygulama böyle olmuştur. Cabir b. Abdullah`tan şöyle dediği nakledilmiştir: "Uhud savaşında şehit düşen babam, başka bir şehit olan Amr Ibnü`l-Cümûh ile birlikte bir kabre gömülmüştü. Babamı bu şekilde başkası ile bir kabırde bırakmaya gönlüm razı olmadı. Altı ay sonra kabri açtım. Babamı, kulağından başka, hemen hemen kabre koyduğum gündeki gibi taze bir halde buldum; çıkardım ve başka bir kabre yalnız başına gömdüm ".

İslâm ülkesinde bulunan zimmîlerin (hristiyan ve yahudiler) kabirleri de, müslüman kabirleri gibi koruma altındadır. Onlara hayatlarında eziyet edilmesi haram olduğu gibi, ölümlerinden sonra da kemiklerinin kırılması, kabırlerinin dümdüz edilmesi yasaklanmıştır. Ancak, müslümanların yeni ele geçirdikleri bir yerde, ihtiyaç görülürse, düşmana ait kabırleri açmak, kemiklerini kaldırıp, burasını müslüman kabristanlığı veya mescid yapmak gibi başka bir amaçla kullanmak mümkün ve caizdir (İbn Âbidin, Reddü`l-Muhtâr, Istanbul 1984, II 233-246; el-Fetevâ`l-Hindiyye, Beyrut 1400/1980 I, 165-167; Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, İstanbul 1985, s. 259-267).

NAMAZ

Namaz, tekbir ile başlayıp selâm ile son bulan, belli fiil ve sözleri içine alan bir ibadettir. Allah`a karşı tesbîh, ta`zîm ve şükrün ifadesidir.

Namaz, Kur`an`da doksandan fazla ayette zikredilir. Önceki şeriatlerde beş vakit namaz yoktu. Ancak vakitleri belirsiz genel anlamda namaz vardı. Namaz, hicretten bir buçuk yıl kadar önce Mi`rac (Isrâ) gecesinde farz kılınmıştır. Enes b. Mâlik`ten rivâyete göre özet olarak şöyle demiştir:

"Hz. Peygamber (s.a.s)`e İsrâ gecesi, namaz elli vakit olarak farz kılındı. Sonra azaltıldı ve beş vakte düşürüldü. Sonra şöyle seslenildi: Ey Muhammed, şüphesiz bizim nezdimizdeki söz bir değişikliğe uğramaz. Senin için bu beş vakit namaz, elli vakit namazın karşılığıdır" (Buhâri, Salat, 76, Enbiya, 5; Müslim, Iman, 263; Ahmed b. Hanbel, V,122,143). Her güzel amele on katıecir verileceği şu ayetle sabittir: "Kim bir iyilik yaparsa, ona bunun on katı ecir vardır" (el Enam, 6/160; ayrıca bk. en-Neml, 27/89; el-Kasas, 28/84). Beş vakit namaz farz kılınmadan önce, Hz. Peygamber`in ibadet tarzı Cenâb-ı Hakk`ın yaratıklarını düşünmek, Allah`ın yüceliğini tefekkür etmek şeklinde idi. Sabah ve akşam ikişer rekat hâlinde namaz kıldığı da nakledilir. Daha önceki ümmetlerin de namaz ibadeti vardır. Kur`an-ı Kerim`de Lokman aleyhisselâmın oğluna namazı emretmesi (Lokman, 31/17), Hz. Ibrahim`in Hicaz`ın güvenliği için dua ederken namazdan söz etmesi (Ibrâhim,14/37), Yüce Allâh`ın, Tur dağında ilk vahiy sırasında Hz. Mûsa`dan namaz kılmasını istemesi (Tahâ, 20/14) örnek verilebilir.

İslâmda namazın meşrûluğu Kitap, Sünnet ve İcmâ`ya dayanır.

Kur`an-ı Kerim`in birçok yerinde; namazı kılınız ve zekâtı veriniz" buyurulur. "Bütün namazları ve orta namazı muhafaza edin" (el-Bakara, 2/238). "Şüphesiz namaz, müminlere, vakitle belirlenmiş olarak farz kılınmıştır" (en-Nisa, 4/103).

"Oysa onlar, tevhid inancına yönelerek, dini yalnız Allah`a tahsis ederek O`na kulluk etmek, namazı kılmak ve zekatı vermekle emr olunmuşlardır. Işte doğru din budur" (el-Beyyine, 98/5). "Namazı kılın, zekâtı verin ve Allah`a samimiyetle bağlanın. O, sizin mevlânızdır. O, ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır" (el-Hacc, 22/78).

Sünnetten delil: Bu konuda rivâyet edilmiş çok sayıda hadis vardır. Bu Hadislerden bazıları şunlardır: "Ibn Ömer (r.a)`den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Islâm beş temel üzerine kurulmuştur: Allah`tan başka bir ilâh bulunmadığına, Hz. Muhammed`in Allah`ın elçisi olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, haccetmek ve Ramazan orucunu tutmaktır" (Buhârî, Iman,1, 2; Müslim, Imân, 19-22).

Hz. Peygamber (s.a.s), Muaz b. Cebel (r.a)`i Yemen`e gönderirken ona şöyle buyurmuştur: "Sen ehli kitap olan bir topluma gidiyorsun. Onları ilk önce Allah`a kulluk etmeğe çağır. Allah`ı tanırlarsa, Allah`ın onlara gecede ve gündüzde beş vakit namazı farz kıldığını söyle. Namazı kılarlarsa; Allahın onlara, zenginlerinden alınıp yoksullara verilmek üzere zekâtı farz kıldığını söyle. İtaat ederlerse, bunu onlardan al, insanların mallarının en iyisini alma, mazlumun bedduasından sakın. Çünkü onun duasıyla Allah arasında perde yoktur" (Buhârî, Zekât, 41, 63, Meğâzî, 60, Tevhîd, 1; Nesâî, Zekât, 1; Dârimî, Zekât, I ).

Diğer yandan İslâm ümmeti, bir gün ve gecede beş vakit namazın farz olduğu konusunda görüş birliği içindedir.

Namaz ergenlik çağına gelmiş, akıllı her müslümanın üzerine farzdır. Fakat yedi yaşına gelmiş olan çocuklar da namaz kılmakla emredilir. On yaşına geldikleri halde namaz kılmazlarsa el ile hafifçe dövülebilirler. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Çocuklarınıza yedi yaşında namaz kılmalarını emredin, on yaşına girince bundan dolayı dövün ve o yaşda yataklarını ayırın" (Ebû Dâvûd Salât, 26; Ahmed b. Hanbel, II, 180, 187).

Bir günle gece içinde farz olan namazların sayısı beştir. Yalnızca, vitir veya bayram namazları vacib hükmündedir. Bir bedevi ile ilgili olarak rivayet edilen şu hadis beş vakit farz namaza delildir: "Bir gün bir gecede farz olan namazlar beştir " Bedevî; "Benim üzerimde bundan başka bir borç var mıdır?" diye sorunca, Allah`ın Resulu şöyle cevap vermiştir:

"Hayır kendiliğinden nafile olarak kılarsan bu müstesnadır". Bunun üzerine bedevî: "Seni hak olarak gönderen Allah`a yemin olsun ki, bundan ne fazla ne de eksik yaparım" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurdu: "Eğer doğru söylüyorsa bu adam kurtulmuştur" (Buhârî, Imân, 34, Şehâdât, 26; Müslim, Imân, 8,10,15,17,18; Ebû Dâvûd, Salât, 1).

NAMAZ ÇEŞİTLERİ: NAMAZ DÖRT KISMA AYRILIR.

1. Farz-ı ayn olan namazlar. Beş vakit namaz ve cuma namazı gibi. Bunların her yükümlü için bizzat yerine getirilmesi gerekir.

2. Farz-ı kifâye olan namaz. Cenâze namazı gibi. Bu, topluluk tarafından yapılması istenilen bir emirdir. Topluluktan bir kısmı bunu yerine getirince, diğerlerinden sorumluluk kalkar. Eğer bunu hiç kimse yerine getirmezse hepsi günahkâr olur. Allah yolunda cihad, iyıliği emir kötülüğü yasak etme, müslümanlar arasında bir halife seçme de bu çeşit farzlardandır (Şâfiî, er-Risâle, Kahire 1960, s. 54, 55, 363, 364; Ebû Zehra, Usûlül-Fıkh, Terc. AbdulKadir Şener, Ankara 1986, s. 37-39).

3. Vacib olan namazlar. Vitir namazı, bayram namazları gibi. Sübut yönünden kesin, fakat delâlet bakımından zannî olan delile dayalı emirler vâcib hükmündedir. Bu, Hanefilerin benimsediği bir prensiptir. Diğer mezheplerde farz ile vacib aynı anlamda kullanılır. Onlara göre bir şey farz değilse sünnettir. Vacibin işlenmesine sevap, terkine azap vardır. Ancak vacibi inkâr eden dinden çıkmaz.

4. Nâfile namazlar. Farz ve vacipten fazla olarak kılınan namazlara nâfile denir. Cenâb-ı Hakk`ın rızasını kazanmak, amacıyla kendiliğinden kılındığı için bunlara "tatavvu"da denir. Sünnetler de nâfile içine girer. Her sünnet nâfiledir, fakat her nafile sünnet değildir. Peygamberimizin kıldığı nâfile namazlar sünnettir.

Namazların Rekâtları:

Namazların rekatlarını şu şekilde sıralayabiliriz: Sabah namazının iki rek`at sünneti, iki rek`at da farzı vardır. Öğle namazının dört rek`at ilk sünneti, dört rek`at farzı, iki rek`at da son sünneti vardır. Ikindi namazının dört rek`at sünneti, dört rek`at da farz vardır. Akşam namazının üç rek`at farzı, iki rek`at da sünneti vardır.

Yatsı namazının dört rekat ilk sünneti, dört rekat farzı, iki rekat da vaktin sünneti adıyla başka bir sünnet vardır.

Vitir namazı üç rekattır. Bayram namazları ise ikişer rekattan ibarettir. Teravih namazı yirmi rekattır. Diğer nafile namazlar da en az ikişer rekat olur.

Namazın şartları:

Namazın geçerli olması için bazı şartların ve rükünlerin bulunması gereklidır. Şart, sözlükte alâmet demektir. Bir terim olarak şart; varlığı kendisinin varlığına bağlı bulunan, fakat onun gerçek varlığından ve mâhiyetinden ayrı olan şeydir. Rükün ise, sözlükte; en kuvvetli taraf demektir. Bir terim olarak rükün; bir şeyin varlığı kendisine bağlı bulunan ve o şeyin esas unsur ve parçalarını teşkil eden esaslardır. Şer`i hüküm olarak şart ve rükne farz vasfı verilir. Bunların her ikisi de farzdır. Bu yüzden bazı fakihler bu konuya "namazın farzları" başlığını koymuşlardır. Bir de namazın farz olmasının şartları vardır. Bunlar müslüman olmak, büluğ çağına ulaşmak ve akıllı olmak üzere üç tanedir (Şürünbülâlî, Merakul-Felah, s. 28; eş-Şirazî, el-Muhezzeb, 1, 53; Ibn Kudâme, el-Muğni, I, 396-401; ez-Zühâylî, el-Fıkhuul-Islâmî ve Edilletüh, Dimaşk 1405/1985, I, 563 vd)

Namazın farzları on ikidir. Bunlardan altısı daha namaza başlamadan bulunması gereken farzlar olup şunlardır:

1) Hadesten temizlenme 2) Necasetten temizlenme, 3) Avret yerini örtmek, 4) Kıbleye yönelmek, 5) Vakit, 6) Niyet. Bunlara, "namazın şartları" denir.

Diğer altısı da namaza başladıktan sonra bulunması gereken farzlar olup şunlardır: 1) Iftitah tekbiri, 2) Kıyam, 3) Kıraat, 4) Rükû, 5) Sücûd, 6) Son oturuşta "et-Tehiyyâtü"yü okuyacak kadar bir süre oturmak. Bunlara da "namazın rükünleri" denir. Bunlardan başka ta`dîl-i erkân ve namazdan kendi isteği ile çıkmak gibi başka rükünler de vardır. İleride bunları açıklayacağız.

Burada, önce namazın şartları üzerinde duracağız:

1) Hadesten Temizlenme: Abdestsizlik, cünüplük, hayız veya lohusa hallerinde bulunmaya "hades hâli" denir. Abdestsizlik küçük hades, diğerleri büyük hadestir. Küçük veya büyük hadeslerden temizlenmek abdest almak, yıkanmak veya teyemmüm etmekle olur. Allah`ü Teâlâ şöyle buyurur: "Ey iman edenler! Namaza kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklerle birlikte ellerinizi yıkayın. Başınızın bir bölümünü meshedin. Topuklarla birlikte ayaklarınızı da (yıkayın) Eğer cünüp iseniz iyice temizlenin " (el-Maide, 5/6).

Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: Abdest bozan kimse, abdest almadıkça Allah Teâlâ sizden birinizin namazını kabul etmez" (Buhârî, Vüdû ; 2; Müslim, Tahâre, 2; Ahmed b. Hanbel, II, 308). Allah Teâlâ temizlenilmeksizin hiç bir namazı kabul etmez" (Buhârî, Vüdû ; 2; Müslim, Tahâre, 1; Tirmizî, Tahâre, 1; Darimî, Vüdû`, 21; Ahmed Ibn Hanbel, II, 39).

Farz, vacib, sünnet veya nâfile tam namaz veya tilâvet yahut şükür secdesi gibi eksik namaz için hadesten temizlenmiş olmak şarttır. Abdestsiz kılınacak bir namaz sahih olmaz.

Namaz kılarken herhangi bir sebeple abdest bozulsa, namaz da bozulmuş olur. Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Sizden birisi, namazda yellendiği zaman, namazdan ayrılıp abdest alsın ve namazını iade etsin " (Ebû Dâvûd, Tahâre, 81, Salât, 187; Tirmizî, Racıâ, 12).

Hadesten temizlenme, namazın diğer şartları gibi sıhhat şartlarındandır (bk. el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyî`, I, 114 vd.; Ibnül-Hümam, Fethul-Kadîr, I, 179 vd.).

2) Necasetten Temizlenme: Namazdan önce bedende, elbisede veya namaz kılınacak yerde bulunan pisliği temizlemek gerekir. Bu temizlik namazın geçerli olması için ön şarttır. Elbisede ve namaz kılınan yerde, ayak, el ve dizler ile sağlam görüşe göre alnın konulacağı yerde dört gramdan (1 miskal) fazla insan dışkısı gibi katıyahut avuç içinden daha geniş alana yayılan insan sidiği veya şarap gibi sıvı pisliğin bulunması namazın sıhhatine engel teşkil eder. Eti yenen hayvanların veya atların sidiği ve dışkısı ise bulaştığı bedenin veya elbisenin dörtte bir bölümünden az miktarı namaza engel olmaz, affedilmiş sayılır. Bundan fazlasınıise, temizlemeye güç yetince namazın sıhhatine engel olur.

Allah Teâlâ; "Elbiseni temizle" (el-Müddessir, 74/4) buyurmuştur. Ibn Sîrin, bu temizlemenin elbisedeki pisliğin su ile temizlemek olduğunu söylemiştir. Hz. Peygamber Fâtıma binti Ebî Hubeyş (r.anhâ)`nın özür kanının (istihâza) hükmünü sorması üzerine şu cevabı vermiştir: "Bu, kanama yapan bir damardır. Ay başı değildir. Âdet zamanın geldiğinde, namazı bırak. Âdetin kadar bir süre geçtikten sonra kanını yıka, guslet ve namaz kıl" (Buhârî, Vüdû`, 63; Hayz, 24; Müslim, Hayz, 62, 63; Ebû Dâvud, Tahâre, 107). Mescidin içinde küçük abdest bozan bedevî için Resulullah (s.a.s); "Bu bedevinin işediği yere kova ile su dökün " (Buhârı, Vüdû`, 58, Edeb, 35, 80; Müslim, Tahâre, 98-100) buyurmuştur. Yukarıdaki ayet elbiseyi temizlemenin, ilk hadis bedeni, ikinci hadis ise namaz kılınacak yeri temizlemenin farz olduğuna delâlet eder.

3) Avret Yerini Örtmek:

Avret sözlükte; eksiklik, kusur, düşmanın sızmasından korkulan zayıf mevzi, örtülmesi gereken yer ve kadın gibi anlamlara gelir. Şer`î bir terim olarak; bakılması haram olup, örtülmesi farı bulunan uzuvlara "avret yeri" denir. Hanefîlere göre, insanların huzurunda avret yerinin örtülmesi icma ile farzdır. Sağlam olan görüşe göre, tenhada örtmek de farzdır. Bir kimse karanlık bir evde bile olsa, temiz elbisesi bulunduğu halde çıplak olarak namaz kılsa, bu namaz sahih olmaz (Ibn Âbidîn, a.g.e., I, 375).

Yıkanma, tabiî ihtiyaç, taharetlenme gibi ihtiyaçlar dışında, tenha bir yerde de bulunulsa, namazda veya namaz dışında avret yerlerinin örtülmesi farzdır. Bunun delili Kitap ve Sünnettir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: Ey Âdemoğulları! Her mescide gelişinizde güzel elbiselerinizi giyerek gelin" (el-A`râf, 7/31). Ibn Abbas (r.a)`a göre; bundan kastedilen namazda giyilen temiz elbiselerdir.

Hz. Peygamber şöyle buyurur:

"Allah Teâlâ büluğa ermiş kadının namazını başörtüsüz kabul etmez" (Ibn Mâce, Tahâre,132; Tirmizî, Salât, 160; Ahmed b. Hanbel, VI,151, 218, 259). Ey Esma! Kadın büluğ çağına ulaşınca, onun şu ve şu uzuvlarından başkasının görünmesi helâl ve caiz olmaz". Hz. Peygamber bu sözleri söylerken, elleri ile yüzünü işaret etmişti" (Ebû Dâvûd, Libâs, 31).

Erkeklerin avret yeri sayılan uzuvları; göbekleri altından dizleri altına kadar olan kısımdır. Sağlam görüşe göre diz kapağı da uyluktan olup avret yeri sayılır. Delil, Hz. Peygamber`in şu hadisidir: "Erkeğin avret yeri, göbeği ile diz kapağı arasıdır", "Göbeğinden aşağısı diz kapaklarını geçinceye kadar olan kısımdır" (Ahmed b. Hanbel, II, 187). Başka bir delil de Darekutnî`den rivayet edilen, Diz kapağı avret yerlerindendir" (Zeylâi, Nasbur-Râye, I, 297) anlamındaki zayıf hadistir.

Hür kadınların yüzleriyle ellerinden başka, sarkan saçları dahil bütün bedenleri avrettir. Yüzleriyle elleri ise ne namazda, ne de bir fitne korkusu bulunmadıkça namaz dışında avret değildir. Ayakları konusunda ise görüş ayrılığı vardır. Daha sağlam görülen görüşe göre, ayakları da avret değildir. Çünkü ayaklarla yolda yürüme zarûreti vardır. Özellikle bunları örtmek yoksullar için güçtür. Başka bir görüşe göre, bir kadının namazı, ayağının dörtte biri nisbetinde açık bulunmasıyla bozulur, diğer bir görüşe göre ise, ayakları namaza göre avret yeri sayılmazsa da namaz dışında avret yeri sayılır. Bu görüş ayrılığından kurtulmak için ayakların örtülmesi daha uygun görülmüştür. Sağlam görüşe göre, hür kadınların kolları ile kulakları ve salıverilmiş saçları da avrettir.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Kadınlar, kendiliğinden görünen dışında, ziynetlerini göstermesinler" (en-Nûr, 24/31). Bundan kastedilen ziynetlerin takıldığı yerlerdir. Kadının kendiliğinden görünen yerleri ise elleri ile yüzdür. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kadın avrettir. Dışarı çıktığı zaman şeytan ona gözünü diker" (Tirmizî, Radâ`, 18). Diğer yandan Allah elçisi, Esmâ (r.anhâ)`ya büluğ çağından sonra el ile yüz ve avuçlarına işaret ederek, bu yerlerin dışındaki kısımların örtülmesini bildirmiştir (Ebû Dâvud Libâs, 31). Hz. Âişe`den nakledilen; "Allah Teâlâ büluğ çağına ulaşan kadının namazını başörtüsüz kabul etmez" (Ibn Mâce, Tahâre, 132; Tirmizî, Salât,160) hadisi de, saçları örtünme kapsamına almaktadır.

Müstehcen avret yerleri olan ön ve arka uzuvlar ile hafif avret yeri sayılan, bu iki yer dışındaki uzuvlardan birinin tamamı veya en az dörtte biri açık bulunur ve bu durum kasıtsız olarak iki rükün eda edecek kadar devam ederse namaz bozulur. Çünkü bir şeyin dörtte biri tamamı hükmündedir.

Cildin rengini gösterecek derecede ince olan elbise ile avret yeri örtülmüş sayılmaz. Bu yüzden derinin rengini belli edecek şekilde bulunan, dolayısıyla derinin beyazlığı veya kırmızılığı belli olan elbise ile namaz sahih olmaz. Çünkü bununla örtünme gerçekleşmemektedir. Eğer elbise kalın olmakla birlikte uzvu belli ederse ve hacmi ortaya koyarsa bu, zemmedilmiş olmakla birlikte namaz sahih olur. Çünkü bundan kaçınmak mümkün değildir (bk. Ibn Âbidîn, a.g.e, I, 375 vd.; Zeylaî, Tebyînül-Hakâik, I, 95 vd.; Ibn Kudame, el-Muğnî, I, 599; Ibn Rüşd Bidâyetül-Müctehid I,111; Bilmen, B. Islâm Ilmihali,109).

4) Kıbleye Yönelmek: Namazı kıbleye doğru yönelerek kılmak şarttır. Mekke döneminde ve Medine döneminin ilk günlerinde müslümanların kıblesi Kudüsteki Mescid-i Aksa idi. Medine döneminde inen şu ayet-i kerime ilk kıble, Mekke`deki Ka`be-i Muazzama`ya çevrildi: "Yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Siz de olduğunuz yerde, yüzünüzü onun tarafına döndürünüz" (el-Bakara" 2/144). Kâbe, Mekke`deki bilinen binadan ibaret değildir. Ancak bu binanın yerini ifade eder. Nitekim bu kutsal yerin göklere kadar üst tarafı ve toprağın derinliklerine kadar alt tarafı kıble yönüdür. Bu yüzden Kâbe-i Muazzamanın yanında veya içinde bulunanlar, bunun herhangi bir tarafına yönelerek namazlarını kılabilirler. Cemaatle namazda imamın önüne geçmemek şartıyla, cemaat Kâbe`nin çevresinde halka olur ve hepsi imamla birlikte namaz kılarlar.

Hz. Peygamber (s.a.s)`in Mekke fethedildiği gün, Kâbe`ye bir kere girip içinde namaz kıldığı nakledilir. Abdullah b. Ömer, Bilâl (r.a)`e, Allah elçisinin Kâbe`ye girdiği zaman namaz kılıp kılmadığını sormuş, Bilâl şu cevabı vermiştir: "Evet Kâbe`ye girince sol taraftaki iki direk arasında namaz kıldıktan sonra çıktı ve Kâbe`nin yönüne doğru iki rek`at namaz kıldı" (Buhârî, Salât, 30; Nesâî, Menâsik, 127; Dârimî, Menâsik, 43; Ahmed Ibn Hanbel, II, 75, III, 410, VI, 12, 13, 14).

Kâbe-i Muazzamadan uzakta bulunanların tam Kâbe`ye yönelerek namaz kılmaları farz değildir, Kâbe tarafına yönelmeleri farz olup, bu yeterlidir (bk. Ibn Âbidîn, a.g.e., I, 397 vd.; el-Meydânî, el-Lübâb, I, 67; eş-Şürünbülâlî, a.g.e., s. 34; Zeylaî, Tebyinül-Hakâik, I,100 vd.; Ibn Kudâme, el-Muğnî, I, 431 vd.). Hz. Peygamber (s.a.s); "Doğu ile batı orası kıbledir"` (Tirmizî, Salât; 139; Nesâî, Sıyâm, 43; Ibn Mâce, Ikâme, 56) buyurmuştur. Eğer kıblede Kâbe`nin kendisine isabet ettirmek farz olsaydı, bir mescidde uzun bir safın sadece Kâbe`nin hizasına rastlayan kısımdaki cemaatin namazlarının sahih olması, diğerlerinin ise sahih olmaması gerekirdi.

NAMAZ KILMAYAN KİMSE DİNEN MÜSLÜMAN SAYILIR MI?

Namaz, imandan sonra İslam`ın en mühim rüknüdür, terkine asla göz yumulmaz. Dinen kesinlikle sabit olmuş olan bir hükmü inkar etmek küfr olduğu gibi, namazın farziyetini inkar etmek de küfürdür. Binaenaleyh namaza inanmayan kimse müslüman değildir. Onunla evlenmek caiz olmadığı gibi kestiğini de yemek caiz değildir. Fakat namazın farziyetini inkar etmez, ancak tenbellikten dolayı namaz kılmazsa günahkar olsa bile müslüman sayılır. İslam hukukuna göre suçlu olduğundan cezaya müstahaktır. Hanefi mezhebine, tevbe edip namaza başlayıncaya kadar hapse mahkum edilir. Şafii mezhebinde ise, terkde ısrar eder ve tevbe etmezse idama mahkum olur.

Ömründe bir kez olsun camiye gelmeyen kişinin cenaze namazı kılınır mı? Eğer kılınmazsa, kıldırmış olanın kıldırmaktan dolayı sorumluluğu İslâm`a göre nedir? Kılanların da bir sorumluluğu var mıdır?

Fıkıh kitaplarımızda bir ölüye cenaze namazı kılınabilmesinin şartları sayılırken birinci olarak müslüman olması zikredilir. (Tahtavî, 479; M.Zihni, Nimet-i İslâm, 532) Bize göre "amel imandan bir cüz olmadığından." yani ibadet ve hayır adına hiç birşey yapmayan birisi dahi Allah`a ve Rasulüne eksiksiz inanmakla müslüman olacağından, ölünce namazı kılınır ve müslümanca defnedilir. Yeter ki, müslüman olduğu bilinsin. Bu da üç yolla olur: Müslüman olduğu ya kendisinden duyulmuş olur, ya ebeveyninden biri müslüman olmuş olur, ya da bir müslüman ülkesinde (halkının kahir ekseriyeti müslüman bir ülkede) bulunmuş olur. Bunların hiçbirisi bilinmese ve mükellef yaşa gelmiş bir gence İslam`ın ne olduğu sorulduğuna birşey söyleyemese ve bu durumda ölüverse, namazı kılınmaz (agk.; Namazı kılınmayanlar konusunda geniş bilgi için bk. Ibrahim el-Halebî, Haleb-i Kebir; 590 vd.; Kâsânî. Bedâyi, I/313). Çünkü ölünün üzerine namaz kılmak, onun için Allah`tan mağfiret ve şefaat dilemek demektir. Halbuki, Allah "yetmiş defa mağfiret dilense dahi onları bağışlamayacağını" (Tevbe (9) 80) söylemektedir. Ayrıca "Onlardan ölen kimsenin üzerine sakın namaz kılma" (Tevbe (9) 80) demektedir. Bu yüzden Ibn Abidîn, Karafi`den naklen, kâfir olarak öldügü bilinen birisi için "mağfiret" duasında bulunmanın küfür olduğunu söyler. Çünkü Allah "bağışlamayacağım" derken, onun hâlâ bağışlama dilemesi, sanki Allah`a "sen iyi yapmıyorsun, gel bu fikrinden vazgeç" demek, dolayısı ile ona eksiklik isnad etmek(Ibn Abidin, Dürrü`l-Muhtâr, I/522-23; Kafire dua ve kafirin duası konularında ayrıca bk. Fetâvây-i Hindiye, V/319, 348; Fetâvâyi Bezzâziye, VI/355, 360) demektir.

Ayrıca ırk üstünlüğüne dayalı kavgalarda ölenin namazı da yıkansa dahi kılınmaz. Ebu Yusuf'a göre, birisinin malını çalarken ya da aşırırken ölenin ve kendini öldürenin (intihar edenin) namazı da kılınmaz. Diğer imamlar, intihar, dayanılmaz bir ağrıdan (ya da müslümanlar aleyhine sır vermemek için) ise namazı kılınır derler. Çünkü bu mü`mindir, olsa olsa günahkâr olmuş olur. (Sır vermemek için intihar eden belki ecir de alır). Ebeveyninden birini kasten öldürenin, meşru idareye isyan halinde öldürülen bâgînin (teröristin), bu suçu işlemekte olduğu halde yol kesicinin, müslümanları pusu kurup öldürenin de namazları kılınmaz. (Tahtâvi, 497-98; M. Zihnî, 541-42; Fetâvây-i Hindiye, I/163)

NAMAZ VAKİTLERI:

Farz namazlar ile bunların sünnetleri, vitr, teravih ve bayram namazları için vakit şarttır. Farz namazlar; sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarından ibarettir. Cuma namazı da öğle namazı yerine geçer. Namazın yükümlüye gerekli olması ve kılındığında da geçerli sayılması kendisine bağlı olan "namaz vakitleri"ni bilmeyi gerektirir. Bu vakitler Kitap ve Sünnetle belirlenmiştir:

1) Sabah Namazının Vakti:

Ikinci fecrin doğmasından güneşin doğmasına kadar olan süre, sabah namazının vaktidir. Ikinci fecir; sabaha karşı doğu ufkunda yayılmaya başlayan bir aydınlıktan ibarettir. Bununla sabah vakti girmiş, yatsı namazının vakti çıkmış ve oruç tutacaklar için bu ibadet başlamış olur. Bu yüzden buna "fecr-i sadık" denir. Bunun karşıtı, birinci fecirdir. Bu, doğu ufkunun ortasında yükseklere doğru, iki tarafı karanlık ve uzunlamasına bir hat şeklinde yayılan bir beyazlıktır. Bu beyazlık kısa bir süre sonra kaybolur ve kendisini bir karanlık izler. Bundan sonra ikinci fecir doğar. Bu birinci fecre, sabahın gerçekten girdiğini göstermemesi ve yalancı bir aydınlık olması yüzünden "fecr-i kâzib" adı verilmiştir. Bu fecir gece hükmündedir. Bununla ne yatsı namazı çıkmış ve ne de sabah namazı vakti girmiş olmaz. Oruç tutacakların bu süre içinde yiyip içmeleri de caizdir.

Zira Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: Fecir (şafak) iki tanedir. Birincisi yemeyi içmeyi haram kılan ve kendisinde namaz kılmayı helal kılan fecirdir. Ikincisi ise, sabah namazını kılmak caiz olmayan, fakat yemek içmek helal olan fecr-i kâzibtir" (es-San`ânî, Sübülüs-Selâm, 2. baskı, t.y., I,115). "Sabah namazının vakti ikinci fecrin doğmasından, güneşin doğuşuna kadardır" (Buhârî, Mevâkît, 27; Ebû Dâvûd Salât, 2; Ibn Mâce, Salât, 2; Nesâî, Mevâkît,15; Ahmed Ibn Hanbel, II, 210, 213, 223).

2) Öğle Namazının Vakti: Öğle vakti, güneşin gökyüzünde çıktığı en yüksek noktadan batıya doğru meyletmesiyle başlar ve her şeyin gölgesinin bir misli uzamasına kadar devam eder. Cisimlerin, güneş tam tepe noktada iken yere düşen gölgesi (fey-i zeval), bunun dışındadır. Öğlenin bu vaktine "asr-ı evvel" denir. Bu, Ebû Yusuf, Imam Muhammed, Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel`in görüşüdür. Ebû Hanîfe`ye göre ise, öğlenin vakti, fey-i zeval dışında, cisimlerin gölgesi, iki misli uzayıncaya kadar devam eder. Bununla öğle namazı vakti çıkmış, ikindi vakti girmiş olur. Buna "asr-ı sânî" denir.

Hac farızasını yerine getirmek için dünyanın her tarafından Mekke ye gelen müslümanlar, namazlarını Harem-i Şerifte kılmaya özen gösterirler.

Cisimlerin gölgesinin mislini hesaplamada, zeval vaktinde bu cisimlerin sahip oldukları gölge, uzunluğu itibar etmede uzayan gölgeye ilâve edilir.

Çoğunluk fakihlerin delili şu hadistir: Cebrail aleyhisselâm, Hz. Peygamber`e namaz vakitlerini öğretirken, ikinci gün her şeyin gölgesi bir misli olduğu zaman öğle namazını kıldırmıştır (Ebû Dâvûd, Salât, 2; Tirmizî, Mevâkît,1; Nesâî, Mevâkît, 6, 10,15; Ibn Hanbel, I, 383, III, 330; Mâlik, Muvatta`, Salât, 9).

Ebû Hanîfe`nin delili ise, Hz. Peygamber`in şu hadisidir: "Öğle namazını hava serinlediği zaman kılınız. Çünkü öğle vaktindeki sıcaklığın şiddeti, cehennemin sıcaklığını andırır" (Buhârî, Mevâkît, 9, 10, Ezân, 18). Arabistan yöresinde sıcağın en şiddetli olduğu zaman, her şeyin gölgesinin bir misli olduğu zamandır. Bu yüzden öğleyi yazın serine bırakmak (ibrâd) müstehap sayılmıştır (el-Mevsilî, el-Ihtiyâr, I, 38, 39; Zühaylî, a.g.e., I, 508).

Cuma namazının vakti de, tam öğle namazının vakti gibidir.

3) Ikindi Namazının Vakti: Ikindi vakti, öğle vaktinin çıktığı andan itibaren başlar ve güneşin batması ile son bulur. Ikindi vakti; çoğunluk müctehidlere göre, her şeyin gölgesinin bir misli, Ebû Hanîfe`ye göre ise, iki misli olduğu andan itibaren başlar ve ittifakla güneşin battığı zamana kadar devam eder. Zira Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Güneş batmadan önce, ikindi namazından bir rekata yetişen kimse, ikindi namazına yetişmiştir" (Malık, Muvatta`, Vükût, 5; Ebû Dâvûd Salât, 5; Ibn Mâce, Salât, 2; Ibn Hanbel, II, 236, 254).

Çoğunluk müctehidlere göre, ikindi namazını güneşin sararma vaktine kadar geciktirmek mekruhtur. Çünkü Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Bu vakitte kılınan namaz münafıkların namazıdır. Münafık oturup güneşi bekler. Güneş şeytanın iki boynuzu arasına girdiği (batmaya yüz tuttuğu) zaman, çabuk olarak ikindiyi dört rekat kılar, Allah`ı çok az anar" (Mâlik, Muvatta`, Kurân, 46).

Islâm âlimlerinin büyük çoğunluğuna göre Kur`an-ı Kerim`de sözü edilen "orta namaz", ikindi namazıdır. Delil, Hz. Âişe (r.anhâ)`nin naklettiği şu hadistir: "Hz. Peygamber (s.a.s); "Namazlara devam edin, orta namaza da devam edin" (el-Bakara, 2/238) ayetini okudu. "orta namaz ise ikindi namazıdır" buyurdu (Ebû Dâvûd Salât, 5; Ibn Hanbel, V, 8; Ibn Kesîr, Muhtaşaru Tefsirî Ibn Kesîr. thk. M. Ali es-Sâbûnî, Beyrut 1981, I, 218). Ikindi namazına "orta namaz" denmesi iki adet geceye ait, iki adet de gündüze ait namazın arasında bulunması yüzündendir.

4) Akşam Namazının Vakti: Akşam namazının vakti, güneş yuvarlağının tam olarak batmasıyla başlar ve şafağın kaybolması ile sona erer. Ebû Hanîfe`ye göre, şafak, akşamleyin batı ufkundaki kızartıdan sonra meydana gelen beyazlıktır. Ebû Yusuf, Imam Muhammed ve Hanefiler dışındaki diğer üç mezhep ile Ebû Hanîfe`den başka bir rivayete göre ise şafak, ufukta meydana gelen kızıllıktan ibarettir. Bu kızıllık gidince, akşam namazının vakti çıkmış olur. Delil, Ibn Ömer`in; "Şafak, ufuktaki kırmızılıktır" (es-San`ânî, Sûbûtüs-Selâm, I, 106) sözüdür. Hanefilerde fetvaya esas olan görüş Ebû Yusuf ve Imam Muhammed`in görüşüdür.

5) Yatsı Namazının Vakti:

Yatsının vakti, kırmızı şafağın kaybolduğu andan itibaren başlar ve ikinci fecrin doğmasına kadar devam eder. Ikinci fecir doğunca yatsının vakti çıkmış olur. Delil, Ibn Ömer (r.a)`den rivayet edilen şu hadistir: "Şafak kırmızılıktır. Şafak kaybolunca namaz kılmak farz olur" (es-Sanânî, a.g.e., I,114). Başka bir delil, Ebû Katade hadisidir: "Uyku halinde kusur yoktur. Kusur ancak, diğer namazın vakti gelinceye kadar namazı kılmayandadır" (Müslim, Mesâcid, 311).

Yatsı namazını gecenin üçte birine kadar geciktirmek müstehaptır. Gecenin yarısına kadar geciktirmek mübah, bir özür bulunmadıkça ikinci fecre kadar geciktirmek ise mekruhtur. Çünkü bu durumda namazı kaçırmaktan korkulur.

Vitir namazının vaktinin başlangıcı, yatsı namazından sonradır. Vitrin sonu ise, ikinci fecrin doğmasından biraz önceye kadardır.

Vitir namazını, uyanacağından emin olmayan kimse için uyumadan önce kılmak, uyanacağından emin olan kimse için ise, gecenin sonuna kadar geciktirmek daha faziletlidir.

Teravih namazının vakti, tercih edilen görüşe göre, yatsı namazından sonradır, sabah namazının vaktine kadar devam eder. Teravih, vitir namazından önce de, sonra da kılınabilir. Ancak yatsı namazı kılınmadan önce teravih namazı kılınsa, iadesi gerekir. Bayram namazlarının vakti, güneş doğup, kerahet vakti çıktıktan sonra başlar, güneşin gökyüzünde en yüksek noktaya çıkışına (istivâ) kadar devam eder. Ramazan bayramı namazı, bir özür sebebiyle birinci gün istivâ zamanından önce kılınamazsa, ikinci gün istivâ zamanına kadar kılınır, artık özür bulunmasa da üçüncü gün kılınamaz. Kurban bayramı namazı ise, bir özür sebebiyle, birinci gün kılınamazsa ikinci gün kılınır. Ikinci gün de bir özür sebebiyle kılınamazsa üçüncü gün istivâ zamanına kadar kılınır. Bu namazları bir özür bulunmaksızın böyle ikinci veya üçüncü güne bırakmak ise çirkin bir ameldir. Bu bayram namazları, istivâ zamanından veya zeval vaktinden sonra ise hiç bir halde kılınamaz. Kazaları da caiz değildir (namaz vakitleri için bk. Ibnül-Hümâm, Fethul-Kadîr, I, 151-160; Ibn Âbidîn, Reddül-Muhtâr, I, 321-342; el-Meydânî, el-Lübâb, I, 59-62; eş-Şîrâzî, el-Mûhezzeb, I, 51-54; Ibn Kudâme, el-Muğnî, I, 370-395; ez-Zühaylî, a.g.e., I, 506 vd.).

NAMAZ VE MÜZİK

Alt katta müzik çalınırken yukarıda namaz kılınır mı?

Aşağıda ya da yukarıda müzik gibi bir gürültünün olması, namazın sahih olmasına engel değildir. Ancak bu, dikkatı dağıttığı ölçüde, namazın sevabını azaltır. Çünkü Allah (c.c,); "Namazı, .beni anmak için kıl" (57 Ta-hâ (20) 14) buyurur. Rasûlüllah Efendimiz de (s.a.v.); düşünerek kılınamayacağından ötürü uykulu iken namaz kılınmamasını emretmiştir. Yani namaz bir bakıma Allah`la (c.c.) irtibata geçme ve O`nunla konuşma demektir. Bu irtibatı koparân, ya da zayıflatan herşeyden sakınarak ve O`nu görüyor gibi ibadet etmek gerekir.


NAMAZDA AÇIKTAN OKUMAK

Yeni yetişen kızların namazı ve namaz surelerini öğrenmelerini sağlamak için kadınların namaz kılarken sûre başlarını biraz sesli okumaları halinde, her iki tarafın namazlarına zarar gelmiş olur mu?

Imamdan başkasının namaz kılarken gizli okuması vâciptir. Ancak. tek başına kılan erkekler de, açıktan okunan farzlarda, isterlerse fâtiha ve zam-mı sûreyi açıktan okuyabilirler. Kadınlar her hâlükârda içinden okumalıdırlar. Açıktan okumanın en az sınırı okuduğunu en yakınındaki bir iki kişinin duymasıdır. Fakat konuşanı ikaz etmek veya kelimeyi iyi çıkarmak, ya da uykusunu kaçırmak gibi bir özürden dolayı, bazı kelimeleri açıktan okumak namaza zarar vermez denmiştir. Çünkü Rasûlüllah Efendimiz`in gizli okuyuşunun da bazen duyulacak kadar olduğu olmuştur. Buna göre yanında namaz kılana bazı yerleri duyuracak kadar sesli okumak namaza engel değildir; ancak öğretmeyi namaz dışında yapmak daha iyidir. (Bk. Tahtavî, 204-205)

NAMAZDAN SONRAKİ ZİKİR VE DUA NASIL YAPILMALIDIR. YANİ YÜKSEK SESLE Mİ YOKSA GİZLİCE Mİ YAPILIR?

Yapılan zikir ve duanın sessizce yapılması sünnettir. Çünkü seadet asrında ve Hulefa-yı Raşidin zamanında zikir ve dua sesli olarak yapılmazdı. Ancak cemaat cahil olursa öğreninceye kadar seslice, öğrendikten sonra gizlice yapılmalıdır.

Bu zamanda zikir ve dua yapmasını bilmeyen yeni kimseler cemaata katıldıkları için zikir ve duanın müezzin tarafından seslice yapılması daha uygundur.

NAMAZDA İKEN OKUYUŞUN DUYULMASI

Namazlarda gizli okumamız gereken yerde sesimizi başkası duyarsa, ya da namazda iken tebessüm edersek namazımız bozulur mu? Namazda okumamız gereken duaları terkedersek namazımız ne olur?

Imam olan kimsenin Sabah, Akşam ve Yatsı namazlarının farzlarının ilk iki rekatlarında Fatiha ve Zamm-ı Sûreyi açıktan okuması, Cuma ve Bayram dışında, diğer bütün namazlarda imamın da, cemaatin de, tek başına kılanın da gizli okuması vaciptir. Vaciplerin terkedilmesiyle namaz bâtıl olmaz. Terketme unutarak olmuşsa "sehiv secdesi" ile tel`afi edilir. Kasten olmuşsa kötü bir iş yapılmış ve günaha girilmiş olur. Ama namaz yine tamamdır. Namaz kılanın, yanındaki bir-iki kişinin duyacağı kadar fısıldaması açık değil gizlidir. Açık okumak -Ibn Abidîn`e göre- meselâ birinci saftakilerin hepsine duyurmakla olur.(Mehmet Zahni Efendi, 250) Ya da fısıldama gizli okuma, ses çıkararak okuma da açık okumadır, denebilir. Namazda sessizce tebessüm etme; dudaklar oynamasa da namazı bozmaz. Titreme olur ve kendi işitecek kadar da olsa gülme bulunursa namazı bozulur. Sesli (kahkaha) ile gülerse hem namazı, hem de abdesti bozulur. Dualardan maksat Fatiha ve Zamm-ı Sure ise terkedilmeleri halinde sehiv secdesi yapılır ve namaz tamam olur. Çünkü bunları okumak vaciptir. Sübhaneke, tesbihler ve "salli" ve "barikler" ve ara rekâtlardaki tahiyyat ise, sünnet olduklarından, terkedilmeleriyle sehiv secdesi gerekmez.

NAMAZDA KADININ AYRICALIĞI

Namazda kadının ayakları bitişik mi yoksa açık mı tutul malıdır?

Bazı fıkıh ve ilmihal kitaplarında kadınların namazın bazı noktalarında erkeklerden ayrıldıkları yazılıdır. Ancak bunlar farz, vâcip, ya da sünnet derecesinde ayrılıklar değildirler. Yani kapatılacak avret ve saf düzeni dışında, kadınların namazı da erkeklerin namazı gibidir, denebilir. Meselâ, kadınlar tekbirde ellerini kulaklarına kadar değil, omuzlarına kadar kaldırırlar. Bu konuda bir hadîs-i şerif de vardır. (43 Nemenkânî, I/251) Ancak Rasûlüllah Efendimizin bizzat kendilerinin de tekbirde ellerini omuzlarına kadar kaldırdıkları vâkidir. (44 Aynî, V/10; Ibn Hacer, Fethû`I-Bûrî NJ2l B vd. ) Kadınlar kıyamda ellerini göğüslerinin üzerine koyarlar. Rükûda doksan derece, dümdüz eğilmeyip, dizlerini kırar ve biraz meyilli dururlar. Secdede kollarını açmayıp uyluklarına yapıştırırlar... vs. Ancak bunların hepsi, bu şekli tesettüre daha uygun olacağı için söylenmiştir. Meselâ rükûda yarıyı geçinceye kadar (kırkbeş dereceden fazla) eğilmedikçe rükûun kadın için de sahih olmayacağı söylenmiştir. Çünkü cemaatle namazda tam eğilmenin yarısının üzerinde imama yetişen, o rek`ata yetişmemiş sayılır. Bu, kadın için de böyle olacağına göre, kadının da rükûda en az yarıyı (kırkbeş dereceyi) geçecek şekilde eğilmesi gerekir. Zaten kadınlar için dizlerini tutmadan ellerini dizlerinin üzerine koyarlar denmektedir. Eli, avuç içi dizleri tam ortalayacak kadar indirmekle, rukû sahih olacak kadar eğilinmiş olur. Ancak bir çok kadın bunu yapmamakta ve belki de rükû`larının sıhhatine zarar vermektedirler. Kadının ayaklarının durumunda da, oturuş biçimi dışında erkeğinkilerden ayrı bir durumâ şahit olunmuş değildir. Erkeğin ayak topuklarını rükûda iken birleştireceğine dair bir görüş vardır.(45 Nemenkânî I/186-87) Ihtimal ki, tesettüre daha uygun olacağı için kadınların namaz boyunca ayaklarını birleştirecekleri söylenmiştir. Ama erkekler hakkındaki bu görüşün bir yanlış anlama sonucu beyan edildiği söylenmiştir. Rükû`da herkesin kendi topuklarını birbirine değil, yanındakinin topuklarına birleştirdigi rivayeti vardır. Bunu yanlış anlayanlar topukların rükû da birleştirileceğini söylemişler (46 age. I/186 )ve ihtimal ki, bunun kadınlar için sürekli yapılmasının uygun olacağı kanaatine varmışlardır. Halbuki, bu erkekler için olmayınca kadınlar için de olmayacaktır.

NAMAZI BOZAN ŞEYLER

Namazı bozan şeyler:

l. Unutarak da olsa konuşmak,

2.Peygamberimizden nakledilmeyen ve insanların sözlerine benzeyen duâlarla duâ etmek,

3.Ah! Oh! Üf! gibi ünlemler kullanmak ,

4.Cennet ve Cehennemi düşünmek gibi şeyler dışında, mesela bir yerinin acımasından ağlamak,

5.Özürsüz yere boğazını temizlemek,

6.Aksiran kimseye karşılık olarak "Yerhamükellah" ya da benzeri bir şey demek

7.Şaşırtıcı bir habere "Sübhanellah" gibi bir ünlemle karşılık vermek;

8.Birisinin ölüm haberine "istirca"da bulunmak, yani "innâ lillahi ve innâ ileyhi râciun" demek

9.Sevinçli bir habere "elhamdülillah" demek ,

10.Allah`tan başka ilah var mıdır? Sorusuna "Lâilâhe illallah" demek ,

11.Canını sıkan bir söze "lâhavle velâ kuvvete..." demek, (Bu altı maddedeki cümleleri, namazda olduğunu duyurmak için söylerse namazı bozulmaz),

12.Imamından başkasının yanlışını düzeltmek,

13.Selâm vermek, selâm almak,

14.Mushafı yüzünden okumak, (yazıya bakıp ta anlamını kavramak bozmaz),

15.Yemek, içmek (ağzında kalan nohuttan küçük şeyi yutmak bozmaz),

16.Pis yere secde etmek,

17.Dışarıdaki kimseyi namazda olup olmadığı konusunda şüpheye düşürecek ölçüde hareket ve davranışta bulunmak (Amel-i kesîr),

18.Bir namazda iken diğerine başlamak.

Namazla Ilgili Diğer Bazı Konular

Nafile namazlarda kıyamı, yani "Fâtiha"dan sonra okunan sureyi uzatmak, rekatleri çogaltmaktan iyidir.

Nafile kılan, namazını bitirmeden bozsa, onu kaza etmesi vacip olur.

Oturduğu yerde nafile namaz kılmak caizdir, mekruh değildir.

Dört namazı özrü olmaksızın oturarak kılmak câiz değildir:

1. Farzı,

2. Vacibi,

3. Adağı,

4. Sabah namazının sünnetini.

Sabah namazı vaktinde kılınamazsa, o günün öglesine kadar sünnetiyle beraber kılınır.

Geçmiş namazların farz ve vaciplerini kaza etmek gerekir.

Namazda yanılma secdesini gerektiren birden çok yanılmaya, bir secde yeterlidir.

Namazı ayakta kılmaya güç yetiremeyen, oturarak kılar, ona da güç yetiremeyen, yüzü kıbleye gelmek üzere başı ile ima ederek kılar. Onu da yapamayan namazlarını sonraya bırakır, gözü ve kaşı ile ima etmez.

Kur`ân-ı Kerim`de ondört yerde geçen secde âyetlerinden birini okuyan ya da dinleyen, namazın bir tek secdesi gibi bir secde yapar.

Sefer müddeti yolculuğa çıkanlar, dört rekâtli farz namazlarını iki rekât olarak kılarlar. Üç rekât olanlar ise yine üç rekât olarak kılınır.

NAMAZI HIZLI KILMAK

Namazda hızlı okumak namazı bozar mı?

Önce genellikle "işlerin ortasının daha hayırlı olduğunu" (54 Suyûtî, el-Câimi`us-sağîr (bk. Feyzu`I-Kadîr IV/385) bilmek gerekir. Namazda aslolan, düşünerek, huşû ile kılmaktır. Söylediklerini düşünmeye zaman kalmayacak kadar hızlı kılmak, namazı namaz olmaktan çıkarır. Allah; "Namazı beni hatırlamak için kıl" (55 Tâ-hâ (20) 14) buyurur. Cemaatle kılındığı takdirde imamın uzatması ile, cemaati bıktırabilir. Bu durumda orta yolu izlemek gerekir. Kişi yalnız başına kılıyorsa, bitkin hale gelmeyecek kadar uzatabilir. Bu durumda orta yol da, kişinin kendini usandırmayacak kadar uzatmasıdır. Öyle ise duruma göre davranmak gerekir.






Signing of RasitTunca
[Image: attachment.php?aid=107929]
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply
#2
Oku-1 
NAMAZI TERKETMENİN HÜKMÜ

Namazın akıllı, büluğ çağına girmiş, hayız ve nifastan temizlenmiş her müslümana farz olduğu konusunda görüş birliği vardır. Namaz ve oruç gibi bedenî ibadetlerde vekâlet ve niyabet geçerli değildir. Namazın farz olduğunu inkâr eden dinden çıkar. Çünkü namaz kesin ayet, hadis ve icma delilleriyle sabittir. Tembellik veya umursamazlık sebebiyle namazı terkeden âsî ve fasık olur.

Namazı kılmamak dünya ve âhirette azaba sebep olur. Âhiretteki azapla ilgili olarak Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Onlar suçlulara sorarlar: Sizi Sakar cehennemine sürükleyen nedir? Suçlular şöyle cevap verirler: "Biz namaz kılanlardan değildik" (el-Müddessir, 74/40-43). "Onlardan sonra öyle bir nesil geldi ki, namazı terkettiler, heva ve heveslerine uydular. Onlar bu taşkınlıklarının cezasını yakında göreceklerdir. Fakat tövbe edip, iman eden ve salih amel işleyen bunun dışındadır" (Meryem, 19/59, 60). "Vay o namaz kılanların haline ki, onlar kıldıkları namazdan habersizdirler" (el-Mâûn, 107/4-5). Hz. Peygamber (s.a.s)`de şöyle buyurmuştur: Bilerek namazı terkeden kimseden Allah ve Resulunün zimmeti kalkar" (Ahmed b. Hanbel, IV, 238, VI, 461). Kim ikindi namazını terkederse ameli boşa gitmiş olur" (Buhârî, Mevâkît,13, 34; Nesâî, Salât,15). Kim, önemsemeyerek üç cuma namazını terkederse, Allah Teâlâ onun kalbine mühür vurur" (Nesâî, Cumâ, 2; Tirmizî, Cuma 7; Ibn Mâce, Ikâme, 93).

Hanefilere göre, tembellik yüzünden namazını terkeden kimse, namazı inkâr etmediği sürece dinden çıkmaz, ancak günahkâr, fasık olur. Kendisi bu konuda uyarılarak tevbeye , kötü örnek olmaması için toplumdan tecrid edilir ve te`dib amacıyla dövülür. Ramazan orucunu terkeden kimse de bunun gibidir (Ibn Abidîn, Reddül-Muhtâr, Mısır, t.y., I, 326; eş-Şürünbülâlî, Merâkıl-Felâh, Mısır 1315, s. 60; ez-Zühaylî, el-Fıkhul-Islâmî ve Edilletuh, Dimaşk 1985, I, 503).

Hanefiler dışındaki mezhep imamlarına göre ise, namazını özürsüz olarak terkeden kimse, mürted`de olduğu gibi Islâm toplumuna karşı gelmiş sayılır ve tövbe etmezse en ağır şekilde cezalandırılır (Ibn Rüşd, Bidâyetül-Müctehid, Mısır t.y., I, 87; eş-Şirâzî, el-Muhezzeb, el-Nalebî tab`ı, I, 51; Ibn Kudâme, el-Muğnî, 3. baskı, Kahire t.y., II, 442-447; ez-Zühaylî, a.g.e., I.503, 504; Krş. et-Tevbe, 9/5; Buhârî, Diyât, 6; Müslim, Kasâme, 25, 26).

Namazını unutarak, uyanamayarak veya tembellik yüzünden zamanında kılamayan bunu kaza eder. Hadis-i şerifte; Kim uyuyarak veya unutmak suretiyle namazını kılmamış olursa, hatırladığında hemen kılsın " (Ebû Davûd, Salât,11; Ibn Mâce, Salât,10; Nesaî, Mevakît, 53) buyurulur. Fakihlerin büyük çoğunluğuna göre; uyumak veya unutmak gibi bir özür sebebiyle namazını vaktinde kılamayanın kaza etmesi gerekince, özürsüz olarak, tembellik yüzünden kılmayana öncelikle kaza gerekir. Namazı vaktinde kılamadığından dolayı da Allah`a ayrıca tevbe ve istiğfar etmesi gereklidir. Cenab-ı Hak, kendisine ortak koşmanın dışında kalan günahları affedebilir. Namazı da içine alabilen bu affın kapsamıyla ilgili çeşitli nasslar vardır. ,

Kur`an-ı Kerim`de şöyle buyurulur:

"Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını affetmez. Bunun dışında dilediği kimseyi affeder" (en-Nisâ, 4/48).

Ubâde b. es-Sâmit`in naklettiği bir hadiste şöyle buyurulur: Kullarına farz kıldığı beş vakit namazı, küçümsemeden hakkını vererek, eksiksiz olarak kılan kimseyi, Allah Teâlâ cennetine sokmaya söz vermiştir. Fakat bu namazları yerine getirmeyenler için böyle bir sözü yoktur. Dilerse azap eder, dilerse bağışlar" (Ebû Dâvûd, Vitr, 2; Nesâî, Salât, 6; Dârimî, Salât, 208; Mâlik, Muvatta`, Salâtül-Leyl, 14). Ebû Hureyre (r.a)`ın naklettiği bir hadiste de şöyle buyurulur: "Kıyamet gününde kulun ilk hesaba çekileceği şey farz namazdır. Eğer bu namazı tam olarak yerine getirmişse ne güzel. Aksi halde şöyle denilir: Bakın bakalım, bunun nafile namazı var mıdır?" Eğer nafile namazları varsa, farzların eksiği bu nafilelerle tamamlanır. Sonra diğer farzlar için de aynı şeyler yapılır" (Tirmizî, Salât, 188; Ebû Dâvûd, Salât, 145; Nesaî, Salât, 9, Tahrîm, 2; Ibn Mâce, Ikame, 202).

Bu duruma göre, farz namazların eksisini sünnet ve diğer nafile namazlar tamamlamaktadır. Farz, vacib veya sünnet ayırımı yapılmaksızın ibadetlerin yerine getirilmesi müminin gayesi olmalıdır. Çünkü bu, dünyevî huzur ve mânevî mutluluk kaynağı olması yanında, ahiret için de en büyük hazırlıktır.

NAMAZIN ÇEŞİTLERİ

Namazlar:

l.Farz,

2.Vacip,

3.Sünnet,

4.Nâfile namazlar, diye ayrılabilir.

Farz namazlar da:

1.Her mükellefe farz olan.

2.Yeteri kadar mükellefe farz olan diye ikiye ayrılır.

Her mükellefe farz olan namazlar, her gün kılınan.

l. Sabah,

2.Ögle,

3.Ikindi,

4.Akşam,

5.Yatsı olmak üzere "Beş Vakit Namaz"dır.

Yeteri kadar mükellefe farz olan namaz, cenaze namazıdır. Cuma ile Bayram namazları da sadece erkeklere gereklidır. Cuma farz, bayramlar ise vaciptir. Ancak bunları kadınlar da kılabilir.

Beş vakit namazdan:

l. Sabah Namazı, dört rekattır. Ikisi kuvvetli sünnet, ikisi de farzdır. Önce sünneti sonra farzı kılınır.

2. Ögle Namazı on rekattır. Dördü ilk sünneti, dördü farzı, ikisi de son sünnetidir. Önce dörtlü sünneti, sonra farzı, sonra da ikili sünneti kılınır. Sünnetleri kuvvetli sünnettir.

3.Ikindi Namazı sekizrekattır. Dördü sünneti, dördü de farzıdır. Önce sünneti kılınır. Farzından sonra sünnet ya da nafile kılınmaz. Sünneti devamlı kılınan sünnetlerden değildir. Ancak kılanlara Peygamberimiz, merhamet duâsında bulunmuştur. (Tirmizî, salat 207 ; Müsned N/117.)

4.Akşam Namazı beş rekattır. Ikisi sünneti, üçü de farzıdır. Önce farzı sonra sünneti kılınır. Sünneti güçlü sünnetlerdendir.

5.Yatsı Namazı on rekattır. Vitir de genellikle yatsı ile kılındığı için onüç rekat sayılır. Dördü ilk sünneti, dördü farzı, ikisi son sünneti, üçü de vitirdir. Önce dörtlü sünneti, sonra farzı, sonra ikili sünneti, sonra da vitir kılınır. Ilk sünneti, ikindinin sünneti gibidir, son sünneti, güçlü sünnetlerdendir.

Genel kural olarak ikili sünnetler, dörtlü sünnetlerden daha güçlüdür.

Vacip namazlar; -yukarıda da denildiği gibi- her mükellefe vacipolan vitir namazı ile, sadece erkeklere vacipolan bayram namazlarıdır.

Sünnet Namazları deyince, öncelikle beş vakit namazla beraber kılınan sünnetler akla gelir. Bunların güçlü olan ve olmayanlarına üç önceki maddede değindik. Ramazanda kılınan Teravih Namazı da güçlü sünnetlerdendir.

Ayrıca Küsûf ve Hüsûf Namazı, yani; Güneş ve Ay tutulduğunda kılınan namaz da güçlü sünnetlerdendir. Güneş ve Ay tutulduğunda namaz kılmak, tutulmanın kalkması için değil, Dünyayı, Ayı ve Güneşi tesbih taneleri gibi çeviren Allah`ın gücünü hatırlattıkları içindir. Hattâ deprem, şiddetli rüzgâr, sürekli yağmur, ya da yağmurun yagmaması, yıldırım ve salgın hastalık zamanlarında da aynı gaye ile namaz kılmak sünnettir.

Farz, vacip ve sünnetlerin dışında kalan namazların en güçlü olanı ve insanı Allah`a en çok yaklaştıranı, gece kalkılarak kılınan "Teheccüd Namazı" dir. Ya da nafileyi sünnetlerden ayırırsak, en güçlü ve önemli nafile, Teheccüd Namazı`dir diyebiliriz. Ancak farzların dışında kalan bütün namazlara "Nafile Namaz" da denir."Nafile" dilimizde olduğu gibi "boşuna" anlamına değil, "gerekli olana ilave" anlamındadır.

Teheccüd`ün dışındaki nafile namazlar:

1. Mescidlere girildiğinde Mescidi Selâmlama Namazı.

2. Abdest alındığında daha ıslaklığı kurumadan iki rekat Abdest Sükrü Namazı.

3. Kuşluk vaktinde dört ya da fazla rekat olarak kılınan Duha Namazı.

4. Bir işi yapmakla yapmamak arasında tereddüt edildiğinde, iki rekat olarak kılınan "hayırlı olana isteme" anlamında "Istihare Namazı".

5. Bir ihtiyacı ve arzusunun giderilmesi için, iki rekat olarak kılınan, "Allah`tan yardım dileme" anlamında "Istiâne" ya da "Hâcet Namazı".

6. Dört rekat olarak kılınan "Tesbih Namazı".

7. Akşam namazından sonra kılınan altı rekat "Evvâbin Namazı"... gibi namazlardır. Mükellefler bunları kılmak zorunda değildir. Ancak kulluğu ispatlamanın en az şartı farz namazlardır. Nafileler ise insanın Allah`a yakınlaşmasını sağlarlar. (bk. Buharî, rikâk 38; Müsned VI/256.)


Namazın edepleri
İsa Sevgili
İsa Sevgili
Kurucu



Namaz Zamanı

B2B Toptan Satış Pazaryeri

Kral Yolu
kralyolu.com
Gusül (boy) abdesti nasıl alınır?
Gusül abdesti yada boy abdesti nasıl alınır? Ayrıntılarıyla gusül abdestini öğrenin
Namaz nasıl kılınır?
Namaz nasıl kılınır? Namaz kılmayı öğrenmek hiç bu kadar kolay olmamıştı.
Abdest nasıl alınır?
Abdest nasıl alınır? Namaz kılmak için kadınlar ve erkekler nasıl abdest alırlar?
Fatiha Suresi
Fatiha suresi, Fatiha suresinin anlamı, tefsiri, yazılışı ve okunuşu videolu anlatım
Amentü Duası
Amentü nedir? Amentü Duası Anlamı. Müminlerin imân esaslarını ifâde eder
Çocuğunuz için namaz etkinlikleri
Çocuğunuzun namazı sevmesi için neler yapmalısınız? Örnek etkinlikler
Cenaze namazı nasıl kılınır? Cenaze namazı kılınışı
Cenaze namazı nasıl kılınır? Cenaze namazı kılınışı, Özet maddeler halinde anlatım

Namazın edepleri önem bakımından sünnetten de sonra gelen meselelerdir. Bunlara "müstehab"da denilir. Yapılan bir isin en sonunda tastamam yapılması, ufacık pürüzlere varıncaya kadâr giderilip cılasının eksiksiz ve lekesiz yapılması gibidirler. Bulunmamaları insana günah kazandırmaz ama, bulunmaları sevabı artırır ve deyim yerinde ise insanın, sonunda "aferin" ve "yıldızlı pekiyi" almasını sağlar. Böyle olan davranışların önemlileri şunlardır:

1. Namazda gözünü secde yerinden ayırmamak. (Rukû`da ayaklarının üstüne, oturuşta da ellerinin doğrultusuna bakar).

2. Namazda esnerse, elinden geldiği kadar ağzını açmamak.

3. Başlangıç tekbirinde erkekler ellerini yenlerinden çıkarmak.

4. Elden geldiği kadar öksürmemek.

5. Cemaatle namazda "hayye`ale`s-salâh" dendiğinde ayağa kalkmak.

6. "Kad kâmeti`s-salâh" dendiğinde imam namaza başlamak, (ikamet bittikten sonra başlamasının daha güzel olacağını söyleyenler de vardır.)

Cenaze ve Bayram Namazları dışındaki bütün namazların kılınışı aynıdır. Bu yüzden biz sadece sabah namazının sünnetinin kılınış şeklini anlatmakla yetinecegiz, böylece bütün namazların kılınışı anlatmış olacağız.

Önceden gerekli şartlar yerine getirildikten sonra, Kıbleye dönük olarak, niyyet eder (yani yaptığı hareketi, sabah namazının sünnetini kılmakta olduğunu bilerek yapar.) "Allah-ü Ekber" diyerek ellerini, içleri açık ve kıbleye dönük olarak, erkekler kulaklarına kadar, kadınlar omuzlarına kadar kaldırır. Ellerini; erkekler göbeklerinin altından, kadınlar göğüslerinin üstünden, sağ el, sol el üzerine gelecek şekilde bağlar. "Sübhaneke"yi okur.

"Eûzü, Besmele" çekerek "Fâtiha" yi okur. Fâtiha`nin arkasından, besmele çekmeden, Kur`ân-ı Kerîm`in herhangi bir yerinden, küçük bir süre, üç kısa âyet, ya da bunlar kadar bir uzun âyet okur. Ellerini salıvererek "A1lah`u Ekber" derken rukû`a egilir. Rukû`da erkekler elleriyle dizlerini kavrarken kadınlar elleririi dizlerinin üzerine koymakla yetinirler ve orada en az üç defa "Sübühâne Rabbiye`1-Azîm" der. "Semiallâhü limen hamideh" derken kalkip doğrulur. Doğrulduktan sonra ayakta durması gereken azıcik zamanda "Rabbenâ ve leke`I-hamd" derse güzel olur. "Allah`ü Ekber" diyerek secdeye iner. Secdede alni ile beraber burnu, elleri arasında yere değmekte ve ayakları parmakları üzerinde dikilmektedir. En az üç defa "Sübhâne Rabbiye`l-A`lâ" der ve "Allahü Ekber" diyerek oturuş biçimine geçer. "Allahü Ekber" diyerek tekrar secdeye gider ve aynı şeyleri yapar. "Allahü Ekber" derken ayağa kalkar, ellerini aynı şekilde bağlar, "sübhâneke" ve "Cûzü" dışında, secdeler tamamlanıncaya kadar aynı şeyleri yapar. Yalnız Fâtiha`dan sonra okuyacağı sûre ya da âyetlerin, bildiği varsa değişik olması güzeldir. Secdeler tamamlanınca, yerinde anlatıldigi şekliyle oturur. "Tahiyyât", "salli" ve "bârik"i, arkasından da biliyorsa "Rabbenâ âtina" duâsını okur ve "es-Selâmü aleyküm ve rahmetullah" diyerek önce sağ yanına, aynı selâmı tekrarlayarak sonra da sol yanına selâm verir ve iki rekatlı bir namaz bitmiş olur.

l. Sonunda selâm verilecek oturuşların tümünde "tahiyyât"dan sonraki "salât ve selam"larla, "Rabbenâ âtinâ" duâsı okunur.

2. Sonunda selâm verilmeyecek olan birinci oturuşta sadece "tahiyyât" okunup kalkılır. Bundan sadece ikindinin ve yatsının dörtlü sünnetleri ile Teravih namazı müstesnadır: Onların selâm verilmeden kalkılacak oturuşlarında da "salli" ve "barik" duâları okunur.

3. Sadece "tahiyyat" okunup kalkılan oturuşlardan sonra "subhaneke" okunmadan "besmele" ile "fâtiha" ya geçilir.

4. "Tahiyyat"tan sonra "salli" ve "barik" okunan bütün oturuşlardan sonra, ayağa kalkıldığında, namaz yeniden başlıyormuş gibi "sübhaneke" okunur.

5. Akşam namazının ve vitrin 3. rekatları tek olarak kılınır.

6. Vitrin üçüncü rekatında "Fâtiha" ve sûreden sonra eller salıverilip tekrar başta olduğu gibi tekbir alındıktan sonra "kunût" duâsı okunur. Cemaatle namazda imamın dışındakiler sadece "Fâtiha" ve "sûre"yi okumazlar Diğer tekbir ve duâları okurlar.

Namazın Mekruhları

Namazı bozmamakla beraber, mükemmelligine zarar ve namazda yapılmaları, çok güzel bir sanattaki lekeleri andıran şeylerdir. Namazın sevabını eksiltirler, çokça yapılmaları, namazı yaralı-bereli hale sokar.

Namazda mekruh olan davranışlar:

l. Elbisesiyle oynamak,

2. Bedeniyle oynamak,

3. Secde yerindeki çakil gibi şeyleri iki defa düzeltmek (bir defa düzeltmek zarar vermez).

4. Parmak çıtlatmak,

5. Elini böğrüne koymak,

6. Yüzünü sağa sola çevirmek,

7. Erkek, kollarını secdede yere koymak ve böğrüne yapıstırmak; (Bu, kadınların ayrıcalıklı bir davranışıdır),

8. E1 ile selâm almak,

9. Baş ile selâm almak,

10. Özürsüz bağdaş kurmak,

11. Secde yaparken elbiselerini toplamak,

12. Elbisesini kollarından giymeyip omuzlarına atmak,

13. Esnemek;

14. Gerinmek,

15. Gözlerini sürekli yumuk tutmak,

16. Saçları başa toplayıp bağlamak,

17. Erkek baş açık kılmak,

18. Kirli ve adi elbiselerle namaz kılmak,

19. Alnındaki tozu-toprağı namazda iken silmek,

20. Gökyüzüne bakmak,

21. Âyetle iz saymak, tesbihleri saymak,

22. İmam bir arşın kadar yüksek yerde bulunmak

23. İmam alçakta, cemaat yüksek yerde bulunmak. (Bu son iki maddede Imamla beraber cemaattan bir kısmı da bulunursa mekruh olmaz),

24. Ön safta boş yer varken arka safta durmak,

25. Resimli elbiselerle namaz kılmak,

26. Yukarısında, yanlarında ya da önünde canlı resmi varken namaz kılmak, (Resimler ilk bakışta sezilemeyecek kadar küçük ise, ya da cansız varlıkların resmi ise zarar vermez.)

27. Zararından korkmayacağı yılan ve akrebi namazda iken öldürmek,

28. Insanın yüzüne doğru namaz kılmak,

29. Ateşe doğru namaz kılmak.


NAMAZIN ŞARTLARI

Namazın şartları deyince, onlar olmadan namazın da olmayacağı şeyler anlaşılır. Bir şeyi ayakta tutan ana parçaların herbirine "rukün" dendiği için, namazın şartlarından, namaza başladıktan sonra olanlarına aynı zamanda namazın rukünleri denir. Hepsine birden namazın farzları da denir.

Namazın şartları, yani namaza başlamadan önceki farzlar beş tanedir:

l. Hadesten, yani hükmî pislikten temizlik.

2.Necasetten, yani hakiki pislikten temizlik.

3.Avret sayılan bölgeleri örtmek.

4.Namazı Kıbleye dönerek kılmak.

5.Her namazı kendi vaktinde kılmak.

Namazın rükünleri, yani namaza başladıktan sonraki farzlar yedi tanedir:

1. Niyyet, yani kıldığı namazın hangi namaz olduğunu bilmek.

2. Başlangıçtekbiri.

3. Farz namazları ayakta kılmak.

4. Namazda Kur`ân dan mutlaka bir parça okumak.

5. Rukû`, yani ayakta iken belden eğilmek.

6. Secde, yani alnını yere değdirmek.

7. Son oturuşta "Tahiyyât" okuyacak kadar durmak.

Namazın gerek şartlarının, gerekse rukünlerinin hepsi farz olduğu için, bunlarsız farz namaz düşünülemez. Birisi dahi bulunmazsa namaz batıl olur, yani tümden gider. Onun için bunların herbiri hakkında biraz bilgi vermek gerekir.

Hükmî Pislikten (Hadesten) Temizlik

Temizlik bölümünde de gördüğümüz gibi hades, hükmî olan, yani varsayılan pislik, ya da manevî olan pislik demektir ki. cünüplük ve abdestsizlikten ibarettir. Buna göre âdeti ve lohusalığı biten ve cünüp olan mükellefin yıkanması, abdesti bulunmayanın da abdest alması, bunları yapamıyorsa teyemmüm etmesi gerekir. Namaza ancak böyle başlayabilir.

Gerçek Pislikten (Necasetten) Temizlik

Namaz kılanın hem vücudu ve elbisesinin, hem de namaz kılacağı yerin temiz olması demektir. Pis olan şeyler bölümünde kaba ve hafif sayılan pislikleri görmüş, onların ne kadarının namaza engel olacağını ve nasıl temizleneceklerini anlatmıştık. Oraya bakılmalı. Vücudundaki ya da elbisesindeki pisliği giderecek bir şey bulamayan kimse, namazını çıplak değil, pis olan elbise ile beraber kılar.

Avret Olan Yerlerini Örtmek

Namazda kadının yüz, el ve ayakları dışındaki yerlerinden, erkeğin ise göbekle diz kapağı arasından, bir organın dörtte biri kadar açık olması namaza engeldir. Tenin rengini gösteren elbise, hiç giyilmemiş gibidir. Elbisenin dar olup organları belli etmesi halinde, rengini göstermiyorsa namaza engel değildir, ancak mekruhtur. Bu konu daha geniş olarak "Avret ve Örtü" bölümünde ele alınacaktır.

Kıbleye Dönmek

Kıble; ön yön demektir. Namaz kılarken Kâbe`ye dönüldügü için Kâbe`ye "Kıble" denmiştir. Kâbe şu andaki Mekke sehrinde bulunan ve Allah`ın emriyle ilk defa Hz. Ibrahim Peygamber (a.s.) tarafından yapılıp, sonraları birkaç kez tamir gören, küp şeklinde dört duvar bir yapıdır. Taşının ve maddesinin bir olağanüstü yönü yoktur. Ancak duvarında Cennet`ten çıktığı rivayet edilen Siyah Taş (Haceru`l-Esved) vardır ve Kâbe, bütün dünya müslümanlarını bir noktaya yönelttigi için "tevhid" in, yani Allah`ı birlemenin sembolüdür ve bu bakımdan herşeyden daha değerlidir.

Kâbe`nin etrafında bulunanların kıblesi, Kâbe`nin bizzat kendisidir. Kâbe`den uzaklarda olup onu göremeyecek olanların kıblesi ise kâbe`nin bulunduğu yöndür. Tam Kâbe`ye isabet edememeleri zarar vermez.

Namaz kılacağı yerde Kıble`nin hangi tarafa olduğunu bilmeyen, soracak kimse de yoksa, kendi imkânları oranında araştırma yapar ve kanaat ettiği yöne doğru kılar. Kılarken görüşü değişirse, o yöne doğru döner. Namaz bittikten sonra hata ettiğini anlasa da namazı tekrarlamaz. Ama araştırma yapmadan rastgele bir yöne dönmekle Kâbe`ye isabet ettirse dahi namazı caiz olmaz.

Düşman gibi bir şeyden korkan, hasta, bağlı, ya da binek üzeride bulunan kimselerin, dönmeye güç yetirebildkleri yön, kendi kıbleleridir.

Vakit

Her namazı kendi vaktinde kılmak şarttır. Sabah namazının vakti; ikinci fecir, yani şafağın doğuşundan Güneşin Doğuşuna kadar olan süre, Öglenin vakti; zevâlden, yani gölgenin en kısa olup uzamaya başladığı andan, her şeyin gölgesi, zevâl gölgesi dışında, kendisinin iki misline ulaştığı ana kadardır. Imam-ı Azam dışındaki imamlara göre ise, herşeyin gölgesi, zevâl gölgesi dışında, kendisinin bir misli olmasına kadardır. Ikindinin vakti; ögle vaktinin bitiminden Güneşin batışına kadarki süre, Akşamın vakti; Güneşin batışından, batıdaki kızıllığın ve onun arkasından beliren beyaz şafağın kayboluşuna kadarki süre; Yatsının ve vitrin vakti; Akşam vaktinin bitişinden, ikinci fecire, yani şafağın doğuşuna kadarki süredir. Ancak vitir yatsıdan önce kılınmaz. Bu vakitler Güneşe göre hesaplandığı, Güneşin hareketleri de astronomi ilmince bilinebildiği için, bunların takvime göse tesbiti daha kolaydır.

Müstehap Vakitler:

Bazı vakitlerde namazı geciktirmek, ya da acele etmek müstehaptır: Meselâ:

1. Sabah namazını; selâm verdiğinde abdest alıp Fâtiha`dan başka kırk âyet okunacak bir namaz daha kılacak zaman kalacak şekilde geciktirmek.

2. Ögleyi, yaz sıcaklarında gün ortası harareti geçinceye kadar ertelemek.

3. Ikindiyi, Güneşin sararma zamanına kalmayacak kadar geciktirmek.

4. Yatsıyi gecenin son üçte birine kadar geciktirmek.

5. Uyanabileceğinden eminse, vitri gecenin sonuna kadar geciktirmek.

6. Kışın öğleyi acele kılmak.

7. Akşamı, yıldız karışımından önce kılmak.

8. Bulutlu günlerde. ikindi ve yatsı namazlarını acele kılmak.

9. Bulutlu günlerde ikindi ve yatsının dışındaki namazları geciktirmek müstehaptır. (Bu son iki madde zamanın takvimsiz hesaplanmasına göredir.)

Mekruh ya da Haram Vakitler:

Bazı vakitlerde namaz kılınmaz. Bunlar:

1. Güneş`in doğmaya başlamasından, bir mızrak boyu yükselişine kadar. (Ülkemizde yaklaşık 45 dakika).

2. Öğleyin güneş tam tepede bulunduğu zaman, (ögleden yaklaşık onbeş dakika öncesinden öğle ezanına kadar.)

3. Güneş sararmaya başladığı andan batıncaya kadar, (yaklaşık kırkbeş dakika). O anda yalnız o günün ikindisinin farzı kılınabilir.

4. Sabah ve ikindi namazlarından sonra tavaf ve nafile namazı kılmak. (Kaza ve cenaze namazı kılınabilir, tilâvet secdesi yapılır).

5. Ikinci fecrin doğuşundan sabahın farzını kılıncaya kadar, sabahın sünnetinden başka nafile namaz kılmak.

6. Akşamın vaktinde, akşamı kılmadan önce nafile kılmak.

7. Hutbe okunurken nafile kılmak.

8. Bayram günü bayram namazından önce namaz kılmak.

9. Arefe ve Müzdelife`den başka bir yerde, bir özürle de olsa iki vakti birleştirerek kılmak.

Bunların ilk üçü haram, geri kalanları mekruhtur:

Niyyet

Namazın niyyeti, yapmakta olduğu hareketin namaz kılmak olduğunu ve hangi namazı kılacağını bilmekten ibarettir. Meselâ ikindi namazını kılmak için kıbleye dönen bir adam tekbir için ellerini kaldırırken ikindinin, meselâ, sünnetini düşünüp, kendisi için tekbir almakta olduğu bu kılacağı namazın, ikindinin sünneti olduğuna içinden karar vermesi niyyettir ve bu bir anlık meseledir. Dilden söylemesine gerek olmadığı gibi bu güzel de değildir. Çünkü niyyet kalbin işidir. Insanın dili birşey söylerken kalbi başka şey söylerse, niyyet, dilinin dediği değil, kalbinin dediğidir. Bu yüzden niyyeti kalbinden yapan, mutlaka isabet eder, ama diliyle yapan kalbi başka şey söylerse isabet etmeyebilir. Onun için eski âlimler dil ile niyyeti bid`at saymışlar ve bunu, ne peygamber, ne onun arkadaşları, ne de onları özleyen tâbiin yapmıştır. (bk. imam Rabbanî, Mektubât.) Öyleyse biz de yapmamalıyız, demişlerdir. Gerçekten de niyyetin dil ile yapılması, sadece son devir kitaplarında ve ilmihallerinde görülen bir şeydir Oruç ve diğer ibadetler için de durum aynıdır.

BaşlangıçTekbiri

Namaza, Allah`ın yüceliğini bildiren bir kelime ile başlamak namazın şartlarındandır. Buna iftitah (başlangıç) tekbiri ya da "tahrîme" denir. Niyyetin hemen arkasından elleri kaldırırken "Allahû Ekber" diyerek yapılır. Daha namaza başlarken, namaz kılana Allah`ın en büyük olduğu söylettirilirken sanki; namazının faydasını Allah`a yönelik sanma, O en büyüktür, buna ihtiyacı yoktur, namaz yine senin içindir, dedirtilmiş olur.

Ayakta Durmak (Kıyam)

Bir özrü olmayan mükellefin farz ve vacip olan namazları ayakta kılması da farzdır. Nafile namazları ise ayakta kılmak şart değildir, oturarak da kılabilir, ancak sevabı daha az olur.

Kur`ân Okumak (Kiraat)

Farz namazların ilk iki rekatlarında Kur`ân-ı Kerîm`den bir parça okumak da farzdır. Dolayısı ile bu farzın yerine gelmesine yetecek kadar Kur`ân âyetini ezbere bilmek de farz olmuş olur. Bu farz, Kur`ân`ın neresinden olursa olsun, üç kısa âyet kadar okumakla yerine gelmiş olur. Meselâ her rekatta okunan "fâtiha" ile bu farz da yerine getirilmiş olur. Bizzât fâtihanın okunması ise ayrıca vaciptir. Yeri gelince görülecektir.

Rukû` (Eğilmek)

"Rukû" eğilmek demektir. Namazların her rekatında en az eller dizlere ulaşacak kadar eğilmek farzdır. Rukû, mükemmel şekliyle baş ile göğüs yere paralel oluncaya kadar eğilmekle olur. Yalnız bu, erkek içindir. Kadın ise sadece elleri dizlerine ulaşacak kadar egilir.

Secde

Namazın ana bölümlerinden biri de secdedir. Secde, Allah`ı ululayarak alnı yere koymaktır. Bu kadarı farzdır. Alınla beraber burnun da yere değmesi, ellerin de yere konması vaciptir, yani secdenin tam ve mükemmel olması için gereklidır.

Secde edilen yerin temiz ve katı olması gerekir. Pamuk, kar, saman gibi yumuşak olup yerin sertliğini duyurmayan şeyler üzerine secde yapılmaz. Ayrıca secde yeri, ayakların basıldığı yerden yarım zira`dan, yani 20- 30 cm.`den yüksek olmamalıdır.

Son Oturuş

Kıldığı namaza göre son rekatın bitiminde "tahiyyat" okuyacak kadar oturmak da farzdır. Tahiyyatı okumak ise vaciptir. Yerinde görülecektir.

Buraya kadar sayılan altı temel, namazın ana iskeletini oluşturor. Bunlardan biri dahi olmasa namaz batıl, yani asılsız olur. Vacipler ise namazın ikinci derecede kuvvetli bölümleridir. Farzları tamam olan bir namazın vacipleri bulunmasa namaz sayılır, ancak eksik ve yaralı bereli bir namaz olur. Vacipleri bilerek terkederse günah işlemiş olur, ama namaz yine tamamdır. Vaciplerden sonra da sünnetler ve müstehaplar gelir.

NAMAZIN SÜNNETLERİ

Namazın sünnetleri; önem bakımından vaciplerden sonra gelen, kasten ya da unutarak terkedilmeleri halinde namaz bozulmayan ya da yanılma secdesi gerekmeyen, ama kasten terkedilmeleri, alınacak sevabı azaltan davranışlardır. Namazın mükemmel olmasını sağlarlar. Namazın en güçlü sünneti farz namazları cemaatle kılmaktır. Bunun farz olduğunu söyleyenler de vardır. Diğer sünnetler şunlardır:

1. Başlangıçtekbirinde parmakları açarak elleri kaldırmak.

2. Tekbirleri imamın açıktan söylemesi.

3. Tekbirin arkasından "sübhaneke" okumak.

4. "Sübhaneke"den sonra "e`ûzü" okumak.

5. Her "fâtiha" dan önce "besmele" çekmek.

6. "Fâtiha"dan sonra gizlice "âmin" demek.

7. Elini göbeğinin altından bağlamak. (Kadınlar göğüslerinin üzerinden bağlarlar.)

8. Sağ elini sol elinin üzerine bağlamak.

9. Rukû`a giderken tekbir almak, yani "Allahü ekber" demek.

10. Rukû`da üç kere "tesbih" okumak (sübhane Rabbiye`1-azîm demek).

11. Rukû`dan kalkarken tekbir almak.

12. Rukû`da diz kapaklarını elleriyle kavramak. (Kadınlar dizlerini tutmayıp, ellerini dizlerinin üzerine koymakla yetinirler).

13. Rukû`da ellerinin parmaklarını aralıklı bırakmak.

14. Secdeler için tekbir almak.

15. Secdelerde üç kere "tesbih" okumak (Sübhane Rabbiye`1-A`lâ demek).

16. Secdelerde ellerini ve dizlerini yere koymak.

17. Oturuşlarda erkeklerin sol ayağı yatırıp sağ ayağı dikmesi. (kadınlar sol kalça üzerine oturarak iki ayaklarını birden sağa doğru çıkartırlar).

18. Rukû`dan sonraki kalkışta dosdoğru oluncaya kadar dikilmek (Kavme).

19. Iki secde arasında birazcık oturmak (celse).

20. Son oturuşta "tahiyyât"tan sonra Peygamberimize "salât ve selâm" ("salli" ve "barik") okumak.

21. "Salat ve selâm`dan sonra, kendine, ana-Babasına ve bütün müminlere duâ etmek. (Rabbenâ âtina... okumak).

Namazın vacipleri
İsa Sevgili
İsa Sevgili
Kurucu



Namaz Zamanı

B2B Toptan Satış Pazaryeri

Kral Yolu
kralyolu.com
Gusül (boy) abdesti nasıl alınır?
Gusül abdesti yada boy abdesti nasıl alınır? Ayrıntılarıyla gusül abdestini öğrenin
Namaz nasıl kılınır?
Namaz nasıl kılınır? Namaz kılmayı öğrenmek hiç bu kadar kolay olmamıştı.
Abdest nasıl alınır?
Abdest nasıl alınır? Namaz kılmak için kadınlar ve erkekler nasıl abdest alırlar?
Fatiha Suresi
Fatiha suresi, Fatiha suresinin anlamı, tefsiri, yazılışı ve okunuşu videolu anlatım
Amentü Duası
Amentü nedir? Amentü Duası Anlamı. Müminlerin imân esaslarını ifâde eder
Çocuğunuz için namaz etkinlikleri
Çocuğunuzun namazı sevmesi için neler yapmalısınız? Örnek etkinlikler
Cenaze namazı nasıl kılınır? Cenaze namazı kılınışı
Cenaze namazı nasıl kılınır? Cenaze namazı kılınışı, Özet maddeler halinde anlatım

NAMAZIN VACİPLERİ

l. Fâtihayı okumak.

2. Farzların ilk iki rekatında, sünnetlerin her rekatında Fâtiha`ya en kısalarından üç âyet, ya da en kısa üç âyet kadar bir uzun âyet eklemek.

3. Fâtiha`yı bu ekledigi âyetlerden önce okumak.

4. Namazın diğer rukünlerinde de sırayı gözetmek.

5. "Ta`dili erkânı" yerine getirmek.

6. Ikiden çok rekatlı namazların birinci oturuşu.

7. Her iki oturuşta da "tahiyyât" okumak.

8. "es-Selâmü aleyküm ve rahmetullah" diyerek selâm vermek.

9. Vitir namazında "kunut" duâsını okumak.

10. Bayram namazlarında ilâve tekbirleri söylemek.

11. Namazdan kendi fiili ile çıkmak.

12. Imamın açık okunacak yerde açık, gizli okunacak yerde de gizli okuması.

13. Namazda nelerin farz; nelerin vacip olduğunu bilmek.

Bu sayılan vaciplerden biri kasten terkedilirse günah islenmiş olunur, ama namaz yine tamamdır. Unutarak terkedilirse "yanılma (sehiv) secdesi" yapılır.

"Ta`dil-i erkân"; namaz kılarken rukû`a gidişte, rukû`dan kalkista, secdeye gidişte, secdeden kalkışta ve tekrar secdeye gidişte organlar yerlesecek şekilde hareket etmek ve mesela, daha tam doğrulmadan öbür harekete geçmemektir.

Yanılma secdesi (secde-i sehiv) son oturuşta sadece "tahiyyat"ı okuduktan sonra, sağa sola selâm verip, iki secde daha yaparak "tahiyyat" ı tekrar okuyup, "salli", "barik" duâlarını da okuduktan sonra tekrar selâm vermekle yapılır. Genel kural olarak:

"Farzların geciktirilmesi, vaciplerin ise hem geciktirilmesi hem de terkedilmesi yanılma secdesini gerektirir." Bu yüzden farzların da vaciplerin de iyi bilinmesi gerekir.

Örnek olarak: Namazda ayakta durmak farzdır. Birinci oturuşta, tahiyyatı okuyup kalkmak gerekirken, "salli" ve "barik" duâlarından unutarak en az üç kelime ya da daha fazla okuyan, ayakta durma farzını geciktirmiş olur, bu yüzden namazın sonunda "yanılma secdesi" yapması gerekir.

NAMAZLARDAN SONRA "YÂ-SÎN" OKUMA VE MUSAFAHA

Camimizde sabah namazından sonra "yâ-sîn"-i şerif okunuyor. Bu hal namazın parçası durumuna geldi. Cemaat beklemek zorunda kalıyor. Bu davranışımız sünnete uygun mudur? Ayrıca okunan o Yâ-sîn-i Şeriften sonra musafaha yapılıyordu. Şimdi sadece cuma günleri yapılıyor. Bunun durumu nedir?

Kur`ân-ı Kerim`den bir sûre, hatta Kurân`in kalbi olarak "Yâ-sîn"-i şerifi okumak, hele manasını düşünerek okumak güzel bir şeydir. Bu, başka zaman okunabileceği gibi sabah namazının arkasından da okunabilir. Cemaat sabredip dinliyorsa, onlar da dinleme sevabı almış olur. Ancak bunu namazın bir devamı ve tamamlayıcısı gibi okumak da öyle dinlemek de bid`attır. Keşke cemaat bilinçli olsa, dinleyecekse, zorunluluk olmadığını bilerek dinlese ve sevap alsa, işi olduğu zaman da rahatlıkla çıksa, çıktığında da diğerleri tarafından kınanmasa. Ama çoğunlukla böyle olmuyor ve kaş yapayım derken göz çıkarılıyor. Bunu yapan imamlar da bir şey yaptıklarını sanıyorlar. Bunu yapacaklarına keşke tek bir ayetin manasını açıklasalardı. O zaman Kur`ân`ın sözleri kulaklarımıza çarpıp, mum alevine çarpan pervaneler gibi yere düşmezdi, biz de onunla dirilmiş olurduk. Musafaha için de aynı şeyi söyleyeceğiz. Aslında sünnet olan bir iş olmakla beraber, namazların arkasından namazın bir gereği gibi görülerek yapılması ve terkedildiğinde kınanmayı gerektiren bir adet halini alması bidattır ve terkedilmesi gerekir. Yoksa musafaha namazın arkasından da yapılır önünden de yapılır (Musafaha hakkında geniş bilgi için bk. Ebu`1-Vefa el-Efgânî, Muhtaşarru`t-Tahâvi üzerine tahkiki 438-39; Nevevî, Fetavâ, 61). Bu tür uygulamaların çoğu insanı camiden ve cemaatten uzaklaştırdığı maalesef, bir gerçektir ve bunu yapan zavallılar kendilerini kandırmaktadırlar.

NORMAL MEMLEKETLERDE FARZ NAMAZLARIN VAKİTLERİ FIKIH KİTAPLARINDA AÇIKÇA BEYAN EDİLMİŞTİR. FAKAT NORMAL OLMAYAN YANİ KIRKBEŞ ENLEM DERECESİNDEN DOKSAN DERECESİNE KADAR OLAN MEMLEKETLERDE NAMAZ VAKİTLERİNİN DURUMU AÇIK DEĞİLDİR. NAMAZLARI NASIL TESBİT ETMELİYİZ?

Yer küresini üç bölüme ayırmak mümkündür.

1- Ekvator çizgisinin ayırdığı kuzey ve güney yarım küresinin kırkbeş enlem derecesinde yer alan memleketler sualde belirtildiği gibi hadis ve fıkıh kitapları, burada farz namazların vakitlerini şüphe bırakmayacak şekilde açıklamışlardır. Ayrıca açıklama yapmamıza hiç gerek yoktur.

2- Altmışaltı enlem ile doksan enlem arası olan yerler. Burada her mevsimde gece ve gündüz yirmi dört saatten ibaret değildir. Gece veya gündüzü –Kutup mihverine yakınlık ve uzaklık nisbetine göre- on yedi gün ile altı ay arasında bir zaman kadar uzar. Peygamber (sav) buranın da namaz vakitlerini beyan buyurmuştur, ihtilaf etmek manasızdır. Nevas bin Sem`an (ra) diyor ki: Peygamber (sav) Deccal`dan söz etti. Bunun üzerine: "Ey Allah`ın Resulü, O, yeryüzünde ne kadar kalacak?” diye sorduğumuzda buyurdu ki: "Kırk gün kalacak. Bir günü bir sene gibidir, diğer bir günü bir ay gibidir, Başka bir günü de bir hafta gibidir. Kalan diğer günleri ise günlerimiz gibidir.” "Yani ey Allah`ın Resulü, bir sene gibi olan günde bir günlük namaz bize kafi gelir mi?” diye sorduk. Peygamber (sav): "Hayır” takdir ediniz buyurdu”.

Hadisten anlaşılıyor ki, vaktin normal teşekkül etmediği yerlerde namaz ve oruç gibi ibadetler, vaktin normal teşekkül ettiği en yakın memleketlere göre kıyas edilecektir.

Gece ve gündüzü yirmi dört saatten uzun olan bu yerlerde güneşin durumu misal olarak gösterilmiştir.

66 Kuzey enleminde 13 Hazıran`dan 1 Temmuz`a kadar,

70 Kuzey enleminde 17 Mayıs`tan 7 Temmuz`a kadar,

90 Kuzey enleminde altı aya kadar güneş hiç batmaz, ufukun üstünde kalır. Güney enlerimde ise durum tam tersidir.

3- Kırk beş enlem ile altmışaltı enlem arası olan yerlerde gece ve gündüz yirmi dört saatten ibaret ise de, mu`ayyen zamanlarda şafak ile fecr birbirine kavuşurlar, yani şafak batmadan önce fecr doğar.

İşte böyle yerlerde ve zamanda yatsı namazının farz olup olmadığı hakkında ulema ihtilaf etmiştir. Şafii, Malıki, Hanbeli ve Hanefi ulemasının çoğu, yatsı namazının farz olduğu kayd etmişlerdir. Şafii ulemasından İbn Hacer "Tuhfetü`l-Muhtac”`da, Hatib Şirbini de "Mugni`l-Muhtac” da bu mes`eleyi "Namaz Vakitleri” bahsinde uzun uzadıya beyan edip yatsı namazının kesin olarak farz olduğunu yazmışlardır. Nesefi, Durer, al-Fayz, Mecma`ul-Enhur, al-Kemal, al-Tanvir, al-Dur, al-Muhtar ve Nazuretü`l-Hakk gibi kitaplarda yatsı namazının farz olduğunu beyan ediyorlar. Delilleri ise: Allah`ın, kullarına beş vakit namazın farz olduğunu beyan buyurup, eda edilmesi için emretmiş olmasıdır. Halvani ve Zeyla`i gibi zevat da vakit, namazın şartı ve vücubun sebebidir. Sebep olmayınca müsebbeb de olmaz diyerek böyle yerlerde yatsı namazının farz olmayacağını savunmuşlardır. Bazı kimseler adeta namaz ve ibadet düşmanlığı yaparak söz konusu olan bu yerlerde yatsı ve vitir namazının kılınmaması için büyük gayret gösteriyorlar. Halbuki ihtilaflı mes`elelerde ihtiyate göre hareket etmek daha efdaldır. Hatta bazıları daha ileriye giderek, o yerlerde orucun da farz olmadığını söylüyorlar. 1981 yılında Ramazan-ı şerifte Hollanda`da bulunduğum sırada yatsı namazı ve orucun farziyetleri ile ilgili dedikoducular yapıldığında. Lahey din müşaviri bu mes`eleyi bana sordu, kendisine yazılı olarak verdiğim cevabı nakletmek istiyorum.

1- 1981 yılında Ramazan-ı şerif münasebetiyle Hollanda`da bulundum. İçinde ikamet ettiğim şehir ve gezdiğim yerlerde belirli zamanlarda yatsı namazının ve Ramazan orucunun farz olmadığını ve Teravih namazının kılınmaması gerektiğini söyleyen bazı kimselere rastladım.

Bunların iddiaları şuydu: "Bu yerlerde güneş battıktan sonra yeteri kadar ufkun altına inmemekte ve ufuktaki kızıllık (akşam namazı vakti) bitmeden sabah olmaktadır. Bu durumda Hanefi mezhebine göre yatsı ve imsak vakitleri kat`iyetle yoktur. Hanefi mezhebine göre vakit, namazın şartı olduğu gibi vücubunun da sebebidir. Binaenaleyh bir yerde namaz vakitlerinden biri veya birkaçı tahakkuk etmezse o vakitlere ait namazlar o yer ahalisine farz olmamış olur. Söz konusu bu iddia çok zayıf bir fetvaya istinad ettiğinden, böyle bir vaziyet karşısında Hanefi mezhebine göre amel etmek isteyen müslüman kardeşlerimize en uygun tavsiyemiz yatsı ve teravih namazlarını kılmamak ve oruç tutmamaktan ibarettir.”

Bu iddia birkaç yönden doğru değildir.

1- Hanefi mezhebinde mu`tedil memleketlerde vakit, namazın şartı ve vücubun sebebidir. Fakat mu`tedil olmayan memleketlerde ise al-Dur al-Muhtar ve Mecma`ü`l-Enhur gibi kitapların ifade ettiklerine göre vakit, ne namazın şartı ne de vücubün sebebidir. "Mecma`ü`l-Enhur” c. 1, s. 71`de şöyle denilmektedir: Bir şeyin alametinin olmaması, onun yokluğunu ifade etmez. Ayrıca böyle yerlerde (Şafağın batmadığı yerlerde) yatsı namazının farz olduğuna dair delil, vardır. O da: Allah`ın, kullarına beş vakit namazın farz olduğunu beyan buyurup edasını emretmesidir. Ve yatsı namazı kesinlikle kılınacak ki, Allah emrine imtisal edilsin. "al-Duru`l-Muhtar” da bu hususta şöyle diyor: "Bulgar” gibi yerlerde yatsı ve vitir namazının vaktini bulamayan (Çünkü burada şafak batmadan önce fecr doğar) yatsı ve vitir namazını kılmakla mükelleftir. Ve onlar için vakit takdir edilecektir.

2- Bir hüküm hakkında ihtilaf vaki olursa, yani, ulemanın bir kısmı yapılamsı lazımdır, bir kısmı yapılması lazımdır, bir kısmı da lazım değildir derse, ihtiyaten yapılması daha uygundur. Çünkü gerçekten gerekli olduğu halde terk edilirse vebal terettüp eder, gerekli olmadığı halde eda edilirse zarar vermez.

3- Dünyanın kuzey kesiminin hem doğuşunda hem de batısında asırlardan beri müslümanlar bulunmaktadır. Onlar şafağın batmadığı zamanlarda da yatsı namazını kılıp oruç tutarlardı. Kazan ve Volga nehrinin çevresinde bulunan Türkler, Hanefi oldukları halde ne yatsıyı, ne orucu terk ettiler.

Hanefi ulemasından ``Multeka al Ebhur`` sahibi ise Zayle-i gibi zevatlar şafağın batmadığı yerlerde yatsı namazının farz olmadığını söylemişler ise de al –Fayz Mecmaul-Enhur ,al- Kemal ,el Tenvir, Durrul –Muhtar ve Reddül Muhtar gibi kitaplar vacipolduğunu söylemişlerdir.

Üzerinde durulması gereken bir husus varsa o da yatsı namazının vakti meselesidir.Şöyle ki kırkbeş enlem ile altmışaltı enlem dereceleri arasında bulunan bölgelerde muayyen zmanlarda şafak batmadan önce fecr doğar. Böyle olunca yatsı namazının farz olup olmadığı hakkında ihtilaf vardır diye kaydedilmişti.Farz olduğu taktirde ki müftabih olan da budur yatsı namazı takdir edilerek kılınacaktır.Fakat şafak battığı zaman da çok geç batar.Bazan şafak ile Fecr arasında mesafe çok kısadır.Namaz kılmak için şafağın batmasını beklemek çok zor olur.Hatta mutlaka beklemenin luzumu söylense, yatsı namazının terk edilmesine vesile olacaktır.Bahusus oradaki müslümanların yüzde doksan dokuzu işçidir. Yatsı namazını kılmaları için saatlerce şafağın beklemeleri ve sabahları iş başı yapmaları imkansızdır.Acaba normal memleketlerde olduğu gibi güneşin batmasından bir buçuk saat sonra yatsı namazını kılmak caiz midir? İşte bu işi görüşmek için 1980 yılında Belçıkada islam ülkelerinden alimlerin katıldığı bir toplantı yapıldı.Muzakere neticesinde konferansa katılanlar özetle aşağıdaki karara varmışlardır:Toplantıya katılanlar; gece boyunca hiç şafağın batmadığı veya çok uzadığı kırkbeş enlem dairesinden sonra bölgelerde yaşayan müslümanların durumu ve içinde bulundukları ağır şartları tetkik ederek incelediler.Yatsı namazını eda etmek için her sene aylarca geceleyin uzun zaman beklemek sağlıklarına büyük zarar vereceği gibi güçlerinede zarar verecektir.Halbu ki islam dini kolaylık dinidir.İbadet ve Taatte meşakkat olduğu zaman kolaylaştırıcı hükümler getirir.Bunun için hasta ve benzeri kimselerin durumunu nazar`ı itibara alarakonlar için cem`u takdim ve te`hir ile (Şafii,Hanbeli ve Malıki mezhebinde olduğu gibi)namaz kılmalarına müsade etti.Bu ülkelerde yaşayanların şafak meselesi hususunda ki durumları, hasta ve misafir gibi kimselerin durumundan az ağır değildir.Konferansa katılan zevatta buna kıyas ederek bu bölgelerde yaşayan müslümanların cem`u takdim ile namaz kılmalarının caiz olduğuna kanaat getirdiler.






Signing of RasitTunca
[Image: attachment.php?aid=107929]
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply
#3
Oku-1 
NAZAR

Göz, bakma, bakış, fikir, düşünme, mülahaza, niyet, dikkat, iltifat, teveccüh. Arapça asıllı olan bu kelime, Türkçe`ye geçerken manâ değişikliğine uğramış ve "ayn göz" kelimesi karşılığında kullanılmaya başlanmıştır. Nitekim Araplar, göz değmesi için "isabetül-ayn" tabirini kullanırlar (İbn Manzûr, "Lisânül-Arab", Na.za.ra madd.).

Nazar kelimesi Türkçe`de kem göz manasına gelmekte ve daha ziyade "gelme", "uğrama", "değme" ve "etme" fiilleriyle birlikte; "nazara gelme", "nazara uğrama", "nazar değme" ve "nazar etme" şeklinde kullanılmaktadır.

"Nazarcılık" deyimi; nazarın zarar verebileceğini kabul eden düşüncenin adıdır.

Nazar, bugün için henüz pozitif ilimlerin ilgi alanına girmemiştir. Girip girmeyeceği ya da ne zaman gireceği belli değildir. Zira pozitif diye tanınan bilimlerin kendilerine mahsus bir takım metodları ve bazı kuralları vardır. Olayları bu metodlarla inceler ve bir sonuca varmaya çalışırlar. Nazar ise şu aşamada, fizik ya da kimya laboratuarında incelenip deneye tabi tutulacak durumda değildir. Aksine bugün, bu ilimlerle uğraşanların ekseriyeti -bilhassa doktorlar- nazarın fizik etkisini kabul etmemektedirler.

Buna rağmen, gerek folklor olarak gerekse dînî bir inanç olarak, dünyanın hemen her yerinde milyonlarca insan nazarı tanımakta ve ona inanmaktadır. Nazarla ilgili olayları anlatan haberler de tevâtür derecesine ulaşmaktadır. Nazarın mahiyetinin bilinmemesi, onu inkâr etmeyi gerektirmez. Nazar, mahiyeti henüz anlaşılmamış nice olaylar vardır. "Tabiî hayatta veya zihin hayatında bugünkü ilmî metodlarımızla açıklanması mümkün olmayan olaylara metapsişik veya parapsikoloji denir" (Osman Pazarlı, Din Psikolojisi, İstanbul 198, s. 202).

Her ne olursa olsun bilhassa halk arasında bazı kimselerin sebebi bilinmeyen olağanüstü nazar (göz değmesi) güçleri olduğuna inanılır. Bu güce sahip bir kimsenin, bir insana, bir hayvana ve özellikle bir çocuğa bakmakla durup dururken hastalık, sakatlık, ölüm gibi bir olayın meydana gelmesine yol açacağı sanılır. Her hangi bir olay böyle bir sebebe bağlandığı zaman "nazar değdi”, nazara geldi”, "nazara uğradı" denilir. "Kem göz" tâbiri de, nazarı değen kimseler için kullanılır.

Halk arasında açık, çiğ mâvi (gök) gözlerde nazar gücü olduğuna inanılır. Bu inanca dayanılarak mâvi gözlülerin kötü niyetli, kıskanç, başkalarına zarar vermekten hoşlanan kimseler olduğu söylenir. Ancak, bu anlayışın doğruluğunu kanıtlayıcı hiç bir kesin delil yoktur. Bazı yörelerde kıskançlık duygusunun nazara yol açtığı inancı da yaygındır. İşte isâbet-i ayn yani bu kötü bakışın, kötü gözün değmemesi için çocukların elbiselerine dikilen mâvi camdan küçücük tesbih tanesi şeklinde, bâzan göz şeklinde olan, ortaları delikli cam yuvarlarlara nazar boncuğu denilir. Bunların beş parmak şeklinde olanları da vardır. Bazı yörelerde -şimdi bile- çocuklara, atlara ve nazar korkulan diğer hayvan ve eşyaya da nazar boncuğu takanlara rastlanır. Nazar boncuğunun dâima mâvi olduğu söylenir. Buna göz boncuğu da denir. Böyle mâvi boncuk, muska, çörek otu, mâşallah gibi bir kaç nazarlığın bir arada olup bir takım teşkil edenlerine de "nazar takımı" denir. Şüphesiz nazar boncuğu, göz değmesine karşı bir tedbir olsun diye takılır. Bunun yanında çeşitli nazarlıkların kullanıldığı da bilinmektedir. Halk arasında nazara karşı başvurulan en yaygın tedbirler ise, kurşun dökmek, tuz çevirmek, üzerlik yakmak veya herhangi bir hocaya okutmak vs.`dir. Ancak, bunların tıp yönünden bir faydası olmadığı gibi, bâtıl inançlar devam ettirildiği için de bu tür davranışlar dinimizce haram kılınmıştır. Peygamberimiz (s.a.s) de nazarlık kullanmayı hoş karşılamamış, bu gibi şeyleri üzerlerine asan kimselerin bey`atlerini kabul etmemiştir (Nesâî, Zinet,17; İbn Mâce Tıb, 39). Diğer taraftan Resulullah (s.a.s); "Göz değmesi gerçektir" (Buhârî, Tıb, 36; Müslim, Selâm, 41) buyurmak suretiyle bir mânevî faktöre işaret etmişlerdir. Şu halde İslâmda göz değmesi (nazar) vardır. Ancak, nazar boncuğu takmak vs. bâtıl inançlardan sayılmıştır.

Öyle anlaşılıyor ki göz değmeşinin temelinde yatan esas sebep kişinin kıskançlık duygusudur. Ve bu duygunun, baktığı kimseye yansıması ve onu te`sir altında bırakmasıdır. Nazar boncuğu takmakla bu kıskançlık dolu bakışların tesirinin azaltılması veya başka yönlere yansıtılması amaçlanmaktadır.

Müfessirlerin ekseriyeti; Rabbi onu seçip iyilerden kıldı. Doğrusu inkâr edenler, zikri (Kur`an-ı) işittikleri vakit nerdeyse gözleri ile seni yıkıp devireceklerdi. Bir de durmuşlar, o herhalde bir delidir, diyorlardı" (el-Kalem, 68/50, 51) âyetinde geçen gözleriyle seni yıkıp devireceklerdi" sözünü "nazar" ile tefsir etmişlerdir (Elmalılı M.Hamdi Yazır, Hak Dini Kur`an Dili, VIII, 5305; İbn Kesîr, "Tefsirul Kur`an`il-Azîm", VIII, 227).

Alûsî (1270/1854)`nin el-Kelbî`den yaptığı bir rivayete göre; Arap asıllı bir kişi, yemek yemeden iki veya üç gün çadırına çekilir, daha sonra oradan gelip geçen koyun ve deve sürüsüne bakar ve "gördüğüm bu koyun ve deve sütünden daha güzelini görmedim" derdi. Bunun üzerine o sürü hastalanır veya yere düşerek helâk olurdu. İşte nazar etmede maharetli olan bu kişiye, Peygamberimizi çekemeyen Mekkeli müşrikler, Hz. Peygâmbere nazar etmesini teklif etmişler, o da bu teklifi kabul etmişti. Allahu Teâlâ da bu ayetleri (el Kalem, 51, 52) ile Resulünü korumuştu (Alûsî, Rûhul-Meânî, 29/38).

Yusuf suresinin altmış yedinci ayetinde ise, Hz. Yakub (a.s)`m oğullarına şöyle dediği anlatılmaktadır:

Ey oğullarım! Bir kapıdan (Mısır`a) girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Ama ben Allahdan hiçbir şeyi sizin için savamam. Çünkü hüküm Allah`dan başkasının değildir. Onun için ben yalnız O`na tevekkül ettim. Tevekkül edenler yalnız O`na tevekkül etsinler" ( Yusuf 12/67).

Elmalılı Hamdi Yazır, âyetin yorumunda: "Bu tavsiyenin sebebi, toplu bir surette göze çarpmalarından ve bir hased ve gamze uğramalarından sakınmak idi" demektedir (Elmalılı, a.g.e., IV, 2890).

Nazar ile kıskançlık arasında yakın bir münasebet vardır. Elmalılı Hamdi Yazır, bu münasebeti şöyle ifade ediyor: "Kıskançlıklarından az daha Hz. Peygamber`i nazara uğratacaklar, aç ve kötü gözlerinin şerriyle ellerinden gelse onu helâk edeceklerdi. Demek ki, öfkenin bedende bir hükmü bulunduğu gibi, gözlerin de karşılarındakine bakışlarına göre iyi veya kötü bir hükmü vardır. Kimi elektrik gibi dokunur çarpar; mıknatıslar ve manyetize eder. Kimi de aldığı teessürle hasedinden bir gayze düşer, türlü türlü su-i kasde ve hilelere kalkışır ki, maddî veya manevî hangisi olursa olsun hedefine vardığı zaman, isabet-i ayn değmesi veya nazar tabir olunur. Bunun hakkında uzun uzadıya sözler söylenmiş, inkâr edenler, ispat edenler olmuştur. Keyfiyeti ne olursa olsun isabet-i ayn vardır" (Elmalılı, a.g.e., VIII, 5305).

Kur`an-ı Kerim nazardan söz ederken açık ve kesin bir hüküm bildirmemekte, buna karşı hadisler, kesin bir ifadeyle nazarın gerçek olduğunu bildirmekteler. Hz. Âişe (r.a)`den rivayet olunduğuna göre Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmuşlardır: "Nazardan Allah`a sığınınız. Çünkü göz (değmesi) gerçektir" (İbn Mace, Tıb, 32; Buhari, Tıb, 36; Müslim, Selâm, 41).

Esma bint Umeys (r.a)`den rivayet edildiğine göre kendisi: "Ya Resulullah! Cafer`in oğullarına cidden nazar değiyor, ben onlar için şifa dileğiyle okutturayım mı?" demiş. Resulu Ekrem (s.a.s) de: "Evet, lakin kader ile yarışan bir şey olsaydı nazar değme işi onu geçerdi" buyurmuştur (İbn Mace, Tıb, 33; Muvatta, Ayn, 3).

Nazarın gerçek olduğunu kabul edince, ondan korunma yollarını da öğrenmek gerekir. Bunun için de, dinimizin bize müsaade ettiği yollara baş vurmak, sakındırdığı yollardan da kaçınmak durumundayız. Bu konudaki rehberimiz yine Allah`ın Resulu`dür. Ebû Said el-Hudrî (r.a)`den rivayet olunduğuna göre: "Resulullah (s.a.s), "Cinlerin ve insanların nazarından Allah`a sığınırım"gibi dualarla cinlerin ve insanların nazarından Allah`a sığınırdı. Sonra Muavvezatân nazil olunca bu sureleri okumaya başladı diğer duaları terketti" (İbn Mace, Tıb, 34).

Hz. Peygamberin kötülüklerden ve kötü kimselerin şerrinden emin olabilmek için sık sık okumuş olduğu duâ ve surelerden bazıları şunlardır: Enes b. Mâlik`ten rivayete göre Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Evinden çıkarken şu duâyı okuyan kişiye bu duâ kâfidir. O adam muhafaza altına alınır, şeytan da o adamdan uzaklaşıp bir kenara çekilir: Bismillâhi tevekkeltü alellâhi lâ havle velâ kuvvete illâ billâh ". Manası: "Allah Teâlâ`nın ism-i şerifini zikrederek evimden çıkarım. Ben Allah`a tevekkül ettim, güç ve kuvvet sadece Allah`ın lütuf ve ihsânıyladır" (Tirmizî, Deavât, 34). Ümmü Seleme`nin rivayetine göre Resulullah (s.a.s) evinden çıkarken şöyle derdi: "Allah`ın ismini zikrederek çıkarım. Ben Allah`a tevekkül ettim. Allah`ım hata yapmaktan, yolumu şaşırmaktan, zulmetmekten, zulme uğramaktan, cahillikle başkasına bela olmaktan ve başkasının cahilce davranışıyla karşılaşmaktan sana sığınırım” (Tirmizî, Deavat, 35): Osman b. Affan`ın rivayetine göre Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Bir kul her günün sabahında, her gecenin akşamında üç defa şu şekilde duâ ederse, o kişiye hiç bir şey zarar veremez. Bu: Bismillâhi lâ yedurru me`asmihi şey`in fıl`ardı vela fı`ssemâi ve huve`s-semiul-alîm"duâsıdır.

Anlamı: "İsmiyle beraber bulundukça yerde ve gökte hiç bir şeyin zarar veremeyeceği Allah`ın ismiyle (sabaha erdim, akşamladım). O her şeyi işiten ve bilendir" (İbni Mace, Duâ, 14).

Hz. Âişe (r.a) da Resulullah (s.a.s)`ın yatağına girdiğinde iki eline üfleyip muavvizât (İhlâs, Felâk ve Nâs) surelerini okuduğu ve vücuduna sürdüğünü rivayet etmiştir (Buhârî, Deavât, 12).

Bütün bu nasslara göre nazardan korunmak için, "nazarlık" denilen; mavi boncuk, sarımsak, at nalı, minyatür süpürge vb. nesnelerle, içinde ne yazılı olduğu bilinmeyen ya da acaip bir takım şifrelerle yazılmış bulunan muskaları, -nereye olursa olsun- takmak şirktir. Zira bu tür davrânışlarda, Allah`dan başka birinden veya bir nesneden, zararı defetmesini istemek vardır. Halbuki Allah (c.c.), şöyle buyurur; "Eğer Allah, sana bir zarar dokundurursa; hiç kimse onu gideremez ve eğer sana bir hayır ihsan ederse, zaten O, herşeye Kadirdir" (el-En`am, 6/ 17).

İmam Ahmed, Ukbe b. Nâfi`den merfû` olarak şu hadisi nakleder: "Kim temîme (mavi boncuk) takarsa Allah onun işini tamamlamasın. Kim bir ved`a (katır boncuğu) takarsa Allah onu korumasın” (Ahmed İbn Hanbel, IV, 154, 156).

Başka bir hadiste: "Kim bir muska, mavi boncuk ve benzerini kesip atarsa bir köle azat etmiş gibi olur" (Yusuf el-Kardavi, "Tevhidin Hakikati", Terc. Mehmet Alptekin, İstanbul 1986, s. 73).

Nazar kavramının batıdaki ifadesi, psikokinezidir. Nazar olayında iyi niyet ve yoğuşmaya göre alıcı ile verici uçlardan geçen bir "ark" oluşmaktadır. Gıbta, övünme, imrenme gibi dostça duygular, hatta ebeveynlerin; çocuklarına sevgisi, nazarın küçük dozda uğratma sebebidir. Nazara uğrayan kişi, çok sık esner ve sıkılır. Asıl uğursuz nazar, "haset" duygusundan gelişir. Bu duyguda, düşmanlık, kin ve intikam mevcuttur. Nazarın dozajında bu haset duygusunun şiddeti çok önemlidir. Haset duygusu ne kadar şiddetli olursa, nazarın gücü de o kadar şiddetli olur (Nazarın Bilimsel Yönü, Yankı Dergisi, 5-30 Haziran 1983, sayı 635, s. 52).

Gözlerin elektromanyetik ışınlar yolladığı konusu, Sovyetler Birliğinde yoğun bir şekilde araştırılmaktaydı. Yayının dalga boyu yaklaşık yüzde sekiz mm.dir. Yani radyo dalgalarıyla enfraruj (kızılötesi) dalgalar arasındadır (H. Egemen Sarıkaya, S. Birgil, C. Cümbüşel, Telepati, İstanbul 1978 s.15. Nazann bilimsel açıklaması için bak. Din ve İlim Açısından Nazar, Yrd. Doç. Celal Kırca, Diyanet Dergisi, XXII. sayı: 1, 1986).

NAZARLIK VE MUSKA :

Peygamberimiz (s.a.s.): "Allah hiçbir dert göndermemiş ki, dermanını da göndermesin" (Müslim, selâm 69; Buhârî, tib 1; Ebû Dâvûd, tib 1,11; Ibn Mâce, tib 1, Tirmizî, tib 2; Müsned NI/156.)buyurmuş ve hastaların tedavi edilmesini istemiştir. Yani hastanın doktor ve ilâç aracılığıyla şifâ araması, ama doktoru ve ilâci, etkisinin kaynağı değil, sebebi olarak görmesi. esas şifânın Allah`tan olduğunu bilmesi, Peygamberimizin emridir. Yine Peygamberimiz ilâcın, neşterle ameliyatta, bal şerbetinde ve dağlamada bulunduğunu bildirmiş(Buhârî, tib 3, 4,15; Ibn Mâce tib 23; Müslim, selâm 71; Müsned I/245, NI/19, 343.), hiçbir hastaya nazarlık yada muska tavsiye etmemiştir. Çünkü bu tür işlerin özellikle cahiller tarafından yapılması, çoğu zaman Allah`a şirk, yani ortak koşma anlamı taşır: Nitekim Rasûlüllah Efendimiz: "Nazarlık(Temime) takan şirk koşmustur" buyurur. ("Allah kendisine ortak tanınmasını bağışlamaz, bunun dışındakileri diledigi kimseler için bağışlar" Nisâ (4) 48.) Gerçi bu tesirin ondan görülmesi halindedir. Çünkü nazarlık, hamail, ya da muska takanlar, kötülüklere karşı onların etkili olabileceğini sanırlar,işte bu şirktir. Halbuki, Allah`ın hiç affetmeyeceği tek günah kendisine şirk koşulmasıdır. (Hakim IV/216. )Peygamberimiz bu tür bir korunmayı tavsiye etmediği gibi, yapanlara da şiddetle karşı çıkmıştır. Bunlar gibi, çeşitli tılsımlı sözlerle okuyup efsun yapmalar da batıldır ve şirktir. Peygamberimiz onları da yasaklamıştır. Kendisine bîat eden, yani her konuda önderliğini kabul eden on kişinin bîatını kabul etmiş, birininkini etmemiştir. Sebebi sorulduğunda: "Onun pazusunda muska var!" buyurmuş, bunun üzerine adam muskayı kesip atınca Efendimiz, onun bîatını da kabul etmiş ve: "Bunu takan şirk yapmıştır" demiştir. (Müsned IV/156. )Bir başka hadîslerinde "Kim birşey takarsa ona havale edilir" (Müsned IV/311.) buyurulmuştur. Ancak yazılıp üzerine asılan şey öyle tılsımlı ve şifreli şeyler olmayıp. Kur`ân`dan bazı âyetler, ya da meşrû bazı duâlar olursa bunun câiz olacağını söyleyenler vardır. (bk. Müslim, selâm 65; Ebû Dâvûd, tib 18; Davudoğlu IX/605 ) Bahçelere tarlalara ve binaların üzerine asılan kemik ve kafatasları da haramdır. Çünkü onların gözdeğmesine engel olacağına inanılır(Ibn Âbidin VI/363.). Allah`tan başkasına etki gücü veren bu tür bir inanış şirktir. Ancak onu görenin, gözdeğmesini hatırlayarak, "subhânallah", "mâşâallah, lâ havle.." demesi için asılmışsa, sakıncası yoktur, diyenler de vardır. Çünkü göz değmesi haktır. (agk. "Eğer kaderi bozabilecek bir şey olsaydı göz değmesi olurdu." Ahmed.) Gerçi gözdeğmesi ve sihirin tesiri gerçektir. Ancak bunlardan korunma çâreleri nazarlıklar ve muskalar değildir. Tıbbın ilâç bulamadığı konularda Efendimizin sünnetine uyarak, Kur`ân ayetleri okunur ve anlamını bildiği duâlarla Allah`tan şifâ istenir. Peygamberimiz (s.a.s.) gözdeğmesi için rukye (okuyarak tedavi) yapılabileceğini haber vermiştir. (Buhârî, tib 1 ; Müslim, iman 374; Ebû Dâvûd, tib 17-18; Tirmizî, tib 15.)Gözdeğmemesi için de, hoşa giden birşey görüldüğünde: "Mâşâallah, Lâ-havle velâ kuvvete illâ billâh" (her şey Allah`ın dilemesiyledir. Her türlü güç ve kuvvet Allah`tandır) denmesini emretmiştir. (el-Hindî, Kenz VI/746 (17670). Aynı yerde konuyla ilgili benzer hadisler de vardır; Ayrıca bk. Mûnavî, Feyz V/429; VI/130.)Çeşitli hastalıklar için Peygamberimiz`den nakledilen birçok duâ vardır. Kişi biliyorsa onlarla, bilmiyorsa kendi sözleriyle Allah`tan şifâ istemelidir.

"Rukye (ayet ve dua okuyarak tedavi); özellikle gözdeğmesi, zehirli hayvan sokması ve kandan ötürü yapılır. (Feyzu`l-Kadîr VI/426, Müslîm`den). "Gözdeğmesine rukye için Allah`ın kitabında sekizayet vardır: Fatiha (nın yedi ayefi) ve Ayetü`l-kürsî (feyzu`l-Kadîr IV/457. Hadis zayıttır). "Hazreti Peygamber gözdeğmesine rukye yapmamızı emrederdi." (Müslîm "Hz. Aişe: Rasûlullah bana rukye yapmamı emrederdi" (Feyzu`l-Kadîr. V/197). Rasûlüllah (s.a.), "Cin ve insan gözünden Allah`a sığınırım" diye dua ederdi. Muavizeteyn (Felak ve Nâs sûreleri) indirilince onlarla istiâze eder oldu, diğerlerini bıraktı. (Feyzu`l-Kadîr V/202, Tirmizî`den).

Sihirden korunmanın yolu ise güçlü bir imana sahip olmak ve Allah dilemedikçe hiçbir zararın gelmeyeceğine kesinkes inanmaktır. Buna rağmen gelirse, bunun için de yine Allah`a sarılmalıdır.

Bu konularda özellikle kadınlar çok duygusal ve çoğunluğu çok cahil oldukları için, her söylenene inanmakta, böylece hem paralarını düzenbazlara kaptırmakta. hem de imanlarından olmaktadırlar. Çeşitli mezarlara türbelere ve yatırlara adaklarda bulunmak, mum yakmak ve purçuk vs. asmak gibi şeyler ise, bu kötülüğün daha ileri derecesidir. Bu zavallı cahiller, böyle yapmakla dertlerine dert katmaktan başka birşey yapmış olmazlar. Işin daha ilginç yanı; bu tür batıl inançlara sahip olup, evine arabasına, saçının tokasına bebeğin omuzuna vs. nazarlık takan insanlar, inançları ve dinleri çok zayıf olan insanlar ve özellikle sosyete kesimidir. Bu da bize sağlam inançla ruhu beslememenin. insanı nasıl gülünçlüklere götüreceğini gösterir.

"Ibn Âbidin" diye bilinen kitapta: "Efsunlamak, nazarlıklar ve muska takmak şirktir" (Ebû Dâvûd, tib 29: Ibn Mâce, tib 39.) hadîs-i şerîfini verdikten sonra : Burada ki muska (tivele), karı koca arasında sevgi ve muhabbet olsun diye yapılan uygulamalardır, denilir. (Ibn Âbidîn VI/364.)


NEBİZ(ŞIRA`NIN HÜKMÜ)

Kuru üzüm, hurma, bal, arpa, buğday vb. şeylerin suda bekletilerek onu tadlandırması yolu ile elde edilen bir içki çeşidi. Sarhoş etsin veya etmesin aynı adla anılır. Nitekim, nebize şarap (hamr) dendiği gibi, üzüm suyundan elde edilen şaraba da nebiz denmektedir (İbnül-Esir, en-Nihâye fî Garîbil-Hadis, 5, 8).

Nebiz, helâl ve haram olmak üzere iki kısma ayrılır:

a) Haram olan: "Çoğu sarhoş eden herşeyin azı da haramdır" genel prensibi çerçevesinde değerlendirildiğinde hububat, meyva vb. şeylerden elde edilen sarhoş edici içkiler, ister pişirilerek, isterse pişirilmeden imal edilsin haramdır. Bu, üzüm, buğday, arpa, arı sütü, vb. şeylerden elde edilen bütün içkiler için aynıdır. Sahabi, Tabiîn ve sonraki âlimlerden oluşan cumhurun görüşü budur.

Âlimler bu konuda karar verirken, Resulullah (s.a.s)`in koymuş olduğu "sarhoş eden her içki haramdır" hükmünden hareket etmişlerdir. Hz. Âişe (r.anha)`dan rivayet edilen bir hadiste Resulullah (s.a.s)`in şöyle söylediği rivayet edilmektedir: "Resulullah (s.a.s)`den Yemenlilerin baldan elde ettikleri "bit`ı" adlı iş sorduklarında o; "sarhoş eden her içki haramdır" cevabım vermişti" (Buhârî, Eşribe, 4; Müslim, Eşribe, 68, 69).

Ve yine Ebû Mûsa el-Eş`arî (r.a)`dan nakledilen diğer bir hadiste de şöyle buyurulur: "Resulullah`a, ey Allah`ın Resulü, bize Yemen`de imal edip, içmekte olduğumuz iki çeşit şarap hakkında fetva ver! Bu içkilerin biri balın suda köpürene kadar bekletilmesiyle elde edilen bit`ı, diğeri de buğday ve arpa suyunun köpürtülmesiyle elde edilen "mizr" (bira) adındaki içkidir, dedim. Resulullah; Namazdan meneden her sarhoşluk veren içki haramdır" buyurdu (Buhârî, Meğâzî, 60; Edep, 80; Müslim, Eşribe, 70, 71). Ömer (r.a)`dan nakledilen diğer hadiste de; "Sarhoş edici her şey şaraptır (hamr) ve her sarhoş edici şey de haramdır". Diğer bir rivayette; "Sarhoş edici her şey şaraptır (hamr) ve her çeşit şarap da haramdır" şeklindedir (Müslim, Esribe, III; Nesâî, Eşribe, 25; İbn Mace, Eşribe, 10). Bir hadiste de; "Bir ferak miktarı içildiğinde sarhoş eden içkiden, bir avuç içmekte haramdır" denilmektedir (Ahmed b. Hanbel, VI, 71, 72,13,I) (bir Ferak yaklaşık olarak 7,5 gramdır).

Nehâî, Şa`bî, Ebû Hanife ve diğer birtakım Kûfe ulemâsı, üzüm ve hurmadan elde edilen sarhoş edici nebizin dışında; buğday, arpa, mısır ve bal gibi şeylerden elde edilen nebizin sarhoş edecek kadar içildiğinde haram olduğu, daha az içildiğinde ise haram olmadığı görüşünü benimsemişlerdir. Ancak, üzüm suyu, bekletildiği zaman kabarıp çoğalarak köpük atarsa, şarap haline gelmiş olur. Bunun çoğunun ve azının haramlığı hususunda ümmetin icma`ı hasıl olmuştur. Adları zikredilen âlimler üzümün dışında, diğer şeylerden elde edilen nebizi, hamr (şarap) adıyla isimlendirmemektedirler. Onlara göre, hurma ve kuru üzümden elde edilen zebib pişirilmemiş halde iken sarhoş edici özellikte ise, azı da çoğu da haramdır. Ancak şarap olarak isimlendirilmez ve az da olsa pişirildiğinde sarhoş etmeyecek kadar yenirse helaldır. Fakat, üzüm suyu sarhoş edici bir hal almışsa, üçte biri kalana kadar pişirilirse, yenebilir. Ancak, şaraplaşan üzüm suyunun pişirilse bile haramlığının kalkmayacağı tartışmasızdır.

Tercihe şayan olan görüş, cumhurun görüşüdür. Çünkü, Kur`an`da zikredilen "hamr" kelimesi Arap dilinde, üzümden elde edilen içkiye has bir terim olmayıp, hurma ve diğer şeylerden üretilen sarhoş edici içkilerin tamamı için kullanılmaktadır. Çünkü içkiyi (hamr) yasaklayan ayet indiği zaman Medine`de içkinin çoğu hurmadan elde edilmekte idi. İbn Ömer (r.a) şöyle rivayet etmektedir. Resulullah (s.a.s) hutbeye çıktı ve şöyle dedi: İçkiyi (hamr) yasaklayan ayet indi. O içki ki; üzüm, hurma, buğday, arpa ve bal olmak üzere beş şeyden imal edilmektedir. Hamr, aklı gideren şeydir" (Buhârî, Eşribe, 5). İbn Hacer el-Askalânî, müsned sahiblerinin bu hadisi merfu` Hadislerden kabul ettiklerini bildirmektedir. Bu hadis içkiyi yasaklayan âyetin nüzûl sebebine şahid olan sahabe sözü olduğundan ref`ine hükmedilmiştir. Ancak, Ömer (r.a) Ashab`ın ileri gelenlerinin de bulunduğu bir cemaate hitap ederken bu hadisi dile getirdiği zaman, hiç kimse bunu inkâr etmemişti (el-Askalâni, Fethûl-Bârî, X, 49). Resulullah (s.a.s)`in şu sözü bunu te`yid etmektedir: "Üzümden hamr ( arap) vardır, hurmadan hamr vardır, buğdaydan hamr vardır, arpadan hamr vardır" (Ebû Dâvud, Eşribe, 4). Bu anlamda diğer bir çok sahih hadis bulunmaktadır ve bunların hepsinin ifade ettiği manâ, hamrın sadece üzümden elde edilen içkiye has bir ad olmadığıdır. Ayrıca tahrim ayeti nâzil olduğu vakitte, üzümden imal edilen şarap diğerlerinin yanında gerçekten çok azdı. Sonra, içkinin haramiyetinin illeti, bütün diğer sarhoş edici içkilerde olduğu gibi tektir. Bu, afyon, haşhaş vb. katı uyuşturucularda da böyledir. Nitekim Hz. Aişe (r.anha)`nın şöyle söylediği nakledilmektedir: "Su ve ekmek olsa dahi sarhoş edici özelliği olan hiç bir şey helâl değildir" (en-Nesâî, Eşribe, 48). Ashab, nebizi sarhoş edici hal almadan önce içiyordu. Nitekim Resulullah (s.a.s) onu içmiş ve içilmesine izin vermişti. Onlar, hurma, kuru üzüm vb. şeyleri tatlanıncaya kadar suda bekletiyorlardı. Resulullah (s.a.s) köpürene kadar bunlardan içiyordu. Fakat nebiz üç gün bekledikten sonra ondan içmezdi. İbn Abbâs (r.a), şöyle demiştir: "Resulullah (s.a.s) nebiz yapar ve bundan üçüncü günün akşamına kadar içerdi. Bu zamandan sonra kapta bir şey kaldığında onu içmez, dökerdi" (Müslim, Eşribe, 79-82; Nesâî, Eşribe, 56). Diğer bazı Hadislerde de bir günden sonra içilmesine izin vermediği rivâyet edilmektedir. Firûz (r.a)`dan şöyle nakledilmektedir: "Resulullah (s.a.s)`e gittim ve şöyle dedim: "Ya Resulullah, Allah Teâlâ, içkiyi haram kılan ayetini indirdi. Bizim bağlarımız var, üzümleri ne yapalım, dedim" Resulullah; "kurutursun"dedi. "Kurusunu ne yapacağım" deyince; "sabah ıslatır, akşam içersiniz akşam ıslatır, sabah içersiniz" dedi. "Köpürünceye kadar bekletebilir miyiz?" diye sorduğumda da o; "Testilere koymayın, tulumlara koyun, tulumlarda bekleyince sirke olur" cevabını verdi" (Nesâî, Eşribe, 56; Ebû Dâvud Eşribe, 10).

İbn Hazm şöyle demektedir: Bu iki haber de sahihdir. Haram oluş süresi için kesin bir sınır olmayıp bölgelere ve nebizin içinde bulunduğu kaba göre değişiklik arzetmektedir. Bazı bölgeler soğuktur ve üzüm suyu bir hafta özelliğini korur. Üzüm suyunun içinde bulunduğu kabın koruyucu özelliği varsa yine aynı şey sözkonusudur. Bunun gibi, bazı bölgeler sıcaktır. Veya kabın koruyucu özelliği yoktur. O zaman da bir gün sonra nebiz sarhoş edici hal alır. Bu konudaki hüküm Resulullah (s.a.s)`ın zikredilen sözüdür: Nebizi tatlılaştıktan sonra iç" ve "her sarhoş eden şey haramdır" (İbn Hazm, el-Muhella, VIII/284; Nesâî, Eşribe, 38).

Fakat bazı âlimler, İbn Abbas (r.a)`ın hadisini esas alarak, nebizin üç günden sonra içilmeşinin haram olduğuna karar verdiler. Üç gün dolmadan köpürdüğü takdirde de haram olacağını söylediler. Diğer bazıları da Firûz (r.a)`ın hadisini delil gösterdiler. Onlar da, bir gün dolmadan köpürmesi halinde haram olacağı görüşündedirler. Sa`id İbn Cubeyr; "taze hurma suda akşama kadar bekletildiğinde yarılırsa, ona yaklaşma; akşamdan yarıp suya koyulunca sabah ona yaklaşma demektedir" (el-Muhella, VIII, 283).

Tercihe şayan olan, İbn Hazm`ın görüşüdür. Zira bundan dolayıdır ki Resulullah (s.a.s), iki ayrı tür nebizin karıştırılarak içilmesini nehyetmiştir. Hurma ile üzüm veya olgun hurma ile renkli hurma vb. değişik türde nebizlerin karıştırılması gibi. Halbuki bunların herbiri, sarhoş edici bir hal almadıktan sonra helaldırler.

Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurmaktadır: Renkli hurma ile olgun taze hurmayı, kuru üzüm ile kuru hurmayı bir arada birbiriyle karıştırarak nebiz yapmayın. Her birinden ayrı ayrı nebiz yapmanızda bir mahzur yoktur" (Müslim, Eşribe, 22-24).

Buna göre içilmesi haram olarak zikredilen her şeyin alınıp, satılması, elde bekletilmesi ve ondan herhangi bir şekilde yararlanılması da helâl değildir. Her kim, bunlardan sirke yapar ve onu helâl kabul ederse Allah Teâlâ`ya isyan etmiş olur.

Çoğu sarhoş eden nebizden içen kimse, sarhoş olmayacak kadar içse bile, yine de had uygulanır. İmam Şafiî; "Bir içkinin sarhoş edici olduğu bir kimsenin ondan içtiğinde sarhoş olması ile anlaşılabilir. Bundan sonradır ki o içkiden içene had uygulanabilir" demektedir. İmam Şafiî, Ömer (r.a) zamanında şöyle bir olayın geçtiğini nakletmektedir: Ömer (r.a), cenaze namazı kılmak için çıktığında Saib`in sesini duydu. O şöyle diyordu: "Ben Ubeydullah ve arkadaşlarından şarab kokusu aldım. Hz. Ömer; "ne içtiklerini soruşturacağım. Eğer sarhoş edici ise onlara had uygularım" dedi. Süfyan, Saib b. Yezid`in onlara had uygulanırken hazır bulunduğunu söylediğini nakleder (İmam Şâfiî, el-Ümm, VI, 176-177).


NECÂSET(PİSLİK)

Pislik, kan, sidik ve dışkı gibi pis şey. Ruhsat olmaması halinde namazın sıhhatine engel olan pisliktir. Necâset, temizliğin; necis de temiz olanın zıddıdır. Necis, şer`an pis olan şeyi ifade eder. Hakikî veya hükmî necis için kullanılır. Hakikî necise "habeş", hükmî olanına ise "hades" denir. Necis sıfat, neces şekli ise isim olarak kullanılır.

Necâset, hakikî ve hükmî olmak üzere ikiye ayrılır. Hakikî necâset, sözlükte kan, sidik ve dışkı gibi gerçek pislik olarak var olan şeyleri; terim olarak ise, namazın sıhhatine engel olan pisliği ifade eder. Hükmî necâset ise, insan bedeninde manevî olarak bulunan abdestsizlik veya cünüplük hâli için kullanılır.

Hakikî necâset üçe ayrılır: Ağır ve hafif; katı ve sıvı; görülen ve görülmeyen pislik.

Ağır Pislik - Hafif Pislik

Buna galîza veya muğallaza pislik de denir. Giysilerde, bedende veya namaz kılınacak yerde bu pislikten, katı ise yaklaşık 3 gr. kadarı; sıvı ise avuç içinden fazla bir alanı kaplayacak miktarı namazın sıhhatine engel olur. Bunların necisliği kesin delille sabittir. Kan, sidik, dışkı gibi..."Elbiseni de temiz tut" (el-Müddessir, 74/4) ayeti uyarınca bunları temizlemek farzdır.

Hafif pislik ise kesin delille sabit olmayan pisliktir. Bunların bulaştığı elbise veya bedenin dörtte birinden az miktarı namaza engel olmaz. Eti yenenin sidiği ve yenmeyen kuşun pisliği gibi...

NEFS-İ EMMÂRE

Kötülüğü ve şerri şiddetle emreden nefis. Allah Teâlâ, Kur`an-ı Kerim`de Yusuf (a.s)`ın dilinden nefsin kötülükleri işlemeyi, heva ve hevesi doğrultusunda Allah`ın emirlerine muhalefet etmeyi arzuladığını ve sahibini buna yönelmek için zorladığını bildirmektedir: (Yusuf), nefsimi temize çıkaramam. Çünkü Rabbimin acıyıp koruduğu hariç, nefis aşırı şekilde kötülüğü emredicidir..." (Yusuf 12/53).

Gerçekte insan nefsi tek bir şeydir. Ancak o çeşitli sıfatlarla nitelenmektedir. Dünyaya olan bağlılıklardan kurtulup ilâhî âleme yöneldiği zaman nefis, "nefs-i mutmainne" olarak adlandırılır. Şehvete tabi olup üzerine gazap hakim olduğu zaman da nefis, sahibine kötülükleri işlemeyi emreder. Bu nefsin tabiatından olan bir durumdur (Fahreddin er-Râzî, Tefsirul Kebîr, XVIII, 157).

Taberî; "kötülüğü emreden nefis, insanların tamamına ait olan nefistir" demektedir. Onun arzusunun Allah Teâlâ`nın rızası olmayan şeylere yönelmek olduğunu ve Allah`ın kullarından rahmet etmeyi dilediği kimselerin dışında kalanların nefsin bu yönlendirmesinden kurtulamayacağını söylemektedir (İbn Cerir et-Taberî, Tefsir, Mısır 1968, XIII, 1).

Râzî, ayetteki "...Rabbımın acıyıp koruduğu müstesna"ifadesine dayanarak, taat ve imanın Allah Teâlâ`dan geldiğini ve nefsin, O`nun rahmeti olmadan kötülüklerden vazgeçmeşinin sözkonusu olmadığını söylemektedir (Râzî, aynı yer).

Nefs-i emmârenin, Yusuf (a.s) tarafından kullanılış tarzı, iyi ve kötü bûtûn insanların nefislerinin kötü şeylere yönelme istidadında olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü bir peygamber olan ve bu sebeple günahlardan temizlenmiş bulunan Yusuf (a.s)

"...Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis kötülüğü emredicidir" diyor. Dolayısıyla kötülüğü şiddetli arzulama, nefsin tabiatındandır. Ancak Allah`ın emirlerine yönelen ve böylece ilahi rahmetin gölgesi altına sığınan kimseler, nefsin arzuladığı şeyleri işlemekten sakınırlar. İyiliğe yönelen kimselerin üzerinde nefsin yaptırım gücü azalır. Belirli bir aşamadan sonra ise, kalbe yönlendirici hiç bir tesiri olmayan gelip geçici düşüncelerden ibaret kalır. Zira Yusuf (a.s) Mısır azizinin karısının kendisini çağırdığı zaman onun çağrısına cevap vermemiş ve böyle bir kötülükten Allah`a sığınmıştı. Ve aslında nefsinin, tabiatından kaynaklanan bir özelliği olarak bu çağrıya cevap vermesini telkin ettiğini itiraf etmektedir: "Ben nefsimi temize çıkarmıyorum" Ancak bu sadece bir dürtü olarak kaldığı ve Rabbine sığınıp bu dürtüye iltifat etmediği için bir zararının dokunması sözkonusu olmamıştır.

Bazı müfessirlerin, "Bununla beraber ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis kötülüğü emredicidir" sözünü azizin karısına atfetmeleri, durumu değiştirmez (bk. İbn Kesir, Tefsirul Kur`anil-Azim, İstanbul 1985, IV, 320). Zira Allah Teâlâ, sarfedilmiş olan bu sözü Hz. Muhammed (s.a.s)`e ayet olarak gönderirken, nefsin tabiatında kötülük işlemeye meylin var olduğunu da bildirmiş olmaktadır.

NEFS-İ LEVVÂME

Kendisini kınayan, işlediklerinden dolayı pişmanlık duyan ve kendini hesaba çeken nefis.

Allah Teâlâ, Kur`an-ı Kerim`de insan nefsini üç sınıf olarak değerlendirmektedir. Bunlardan biri insanı kötülük yapmaya teşvik eden nefs-i emmâre (Yusuf,12/53), ikincisi kötülüklerden dolayı kendini kınayan nefs-i levvâme (el-Kıyame, 75/2), üçüncüsü ise, Allah`ın şeriatından bir sapma göstermeden dosdoğru yürüyen ve bu halinden dolayı tatmin olan nefs-i mutmainne (el-Fecr, 89/27) dir.

Allah Teâlâ, Kıyamet suresinde kıyametin mutlaka gerçekleşeceğini ortaya koymak üzere kıyamet gününe, peşinden de nefs-i levvâme üzerine yemin etmektedir.

"Kıyamet gününe yemin ederim. Pişmanlık duyan nefse (nefs-i Levvâmeye) yemin ederim ", (el-Kıyame, 75/ 1-2).

Nefs-i Levvâmeden neyin kastedildiği üzerinde müfessirler bir birinden farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Aralarında Said ibn Cubeyr, İkrime ve Abdullah ibn Abbas`ın bulunduğu

bazı müfessirler, nefs-i levvâmenin kendisini iyilikte de kötülükte de kınayan nefis olduğunu kabul etmişlerdir (İbn Cerir et-Taberî, Tefsir, Mısır 1968, XXlX,174). İbn Abbas kınamayı mutlak anlamda almış ve nefs-i levvâmeye, kınayıcı nefis demiştir (Taberî, aynı yer). Buna göre levvâme tabiri, nefsin bütün yönlerini kapsamaktadır. Yani o nefis, kıyamet günü her durumda kendisini kınayacaktır. Kötülük işlemişse, kendisine zarar verecek böyle bir şeyi neden yaptığı için kendisini kınar ve pişmanlık duyar; iyilik yapmışsa elinde imkan olduğu halde neden daha fazlasını yapmadığı için kendisini eleştirir ve pişmanlığını dile getirir (İbn Kayyım, el-Cevziyye, et-Tibyan fi Aksamil-Kur`an, Beyrut 1988, 35). Resulullah (s.a.s)`in şu hadisi buna işaret etmektedir: "İyi veya günahkâr hiçbir nefis yoktur ki kıyamet günü kendini kınamasın..." (Alûsî, Ruhul-Meani, Kahire t.y., XXlX, 136).

Mücahid`e göre ise nefs-i levvâme, muttakı insanların nefsidir. Bu kimseler yapma fırsatını kaybettikleri iyilikler için pişmanlık duyar ve kendilerini kınarlar.

Katade`nin de içinde bulunduğu diğer bir grup, levvâmeden fâcir kimselerin kastedildiği görüşündedir. Bunlar kıyamet gününde işlediklerinin pişmanlığını duyacak ve neden kötü ameller işledikleri için kendilerini kınayacaklardır.

Bundan, kendi nefsini Cennetten çıkarılmayı gerektiren bir amel işlediği için sürekli kınayan Hz. Adem (a.s)`ın kastedildiğini ileri sürenler de olmuştur (Alûsî, aynı yer).

İbn Cerir et-Taberi, nefs-i levvâme hakkındaki farklı görüşlerin temelde birbirine çok yakın olduklarını, dolayısıyla nefs-i levvameden, iyilikte de kötülükte de kendini kınayan ve kaçırdıkları fırsatlar için pişmanlık duyan nefislerin kastedildiğini söylemektedir. Ayetin zahirine uygun olan anlamın da bu olduğunu belirtmiştir (Taberî, XXlX, 175).

Hasan el-Basrî de aynı görüşte olup şöyle demektedir: "Allah`a yemin ederim ki, gerçek mümin sürekli olarak kendi nefsini kınar. O, "Şu sözümle neyi kastetdim? Bu yemeği yememdeki gayem neydi? Kalbimden geçen şu düşünceden elde etmek istediğim nedir?" der. Fısk içinde bulunan kimse ise kendi nefsini asla kınamaz" (İbn Kesir, Tefsîrul-Kur`anil-Azîm İstanbul 1985, XIII, 300; İbn Kayyım, a.g.e., 35). İbn Kayyım, nefsin levvâme ile nitelenmeşinin sebebinin risalet ve Kur`an`ın tasdik edilmesinin gerekliliğini açıkça ortaya koymak için olduğunu, bu tasdik olmadan nefis için başka bir kurtuluşun asla var olmadığını söylemektedir (İbn Kayyım, a.g.e., 38).

Fî Zilâlil-Kur`anda, farklı görüşlerin tamamı zikredildikten sonra şöyle denilmektedir: "Biz, nefs-i levvâmenin anlamı hakkında Hasan el-Basrî`nin tefsirini tercih ediyoruz. Levvâme ile nitelendirilen uyanık, korkan ve işlediklerinden pişmanlık duyan bu nefis, kendini hesaba çeker, etrafını görüp gözetir, arzularının iç yüzünü bilir. Böylece kendisini aldanmaktan kurtarır. Böyle bir nefis Allah katında iyidir. İşte bu yüzden Allah Teâlâ onu, yemin ederken kıyametle birlikte zikretmiştir. Karşısında ise, günah işleyen nefis söz konusu edilir. İnsanın içinde günah işlemeyi arzulayan ve isyan yollarında yürümeye devam etmeyi isteyen nefistir. Gerçek dini yalanlar, ondan yüz çevirir, kendisiyle aynı durumda olanların yanına biraz daha yarar elde etme ümidiyle gider. Ne kendini hesaba çeker, ne yaptıklarından pişmanlık duyar, ne aldırış eder, ne de günah işlediğinin farkında olur (Seyyid Kutub, Fî Zilalil-Kur`an, Kıyamet suresi tefsiri).

Ayette Allah Teâlâ`nın kıyametle birlikte nefs-i levvâme üzerine yemin edip etmediği konusunda müfessirler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazıları nefs-i levvamenin başındaki "la"nın olumsuzluk bildirdiğini, diğer bazıları da kasem için kullanıldığını kabul etmişlerdir. Hasan el-Basrî; "Allah Teâlâ, kıyamet üzerine yemin etmiş ancak, nefs-i levvâme üzerine kasem etmemiştir" demektedir. Katade ise, her ikisine birlikte yemin edildiğini; İbn Kesîr de Katade`nin görüşünün doğru olduğunu bildirmektedirler (İbn Kesir, VIII, 301; Ayrıca bk, İbn Kayyım, a.g.e., 34-38, 188).

NEFS-İ MUTMAİNNE

Hiç bir şüphe ve tereddüt taşımadan, itmi`nân-ı kalple Allah`ı Rab kabul edip, O`nun peygamberlerinin getirdiği dini de hak din bilerek Allah`a teslim olan ve O`na ulaşan insanın nefsi (es-Seyyid eş-Şerif el-Cürcânî, et-Ta`rifât, İstanbul 1283, s. 165; el-Gazalî, İhya-u Ulumiddin, Beyrut (t.y.) III, 4).

Sufiler, Kur`an-ı Kerimin çeşitli ayetlerine dayanarak, insan nefsinin altı mertebesinin olduğunu ileri sürmüşler ve kendilerinden de yedincisi diye nefs-i kâmileyi ilave ederek yedi mertebeye çıkarmışlardır.

1- Nefs-i Emmâre: Allah`ın emirlerine uymayan, yasaklarını çekinmeden yapan ve zevkine tabi olan nefistir.

2- Nefs-i Levvâme: Allah`ın emirlerine bazen uyan, bazen uymayan, işlediği günahlardan dolayı üzülen ve sevaplardan dolayı sevinen nefistir.

3- Nefs-i Mülheme: Mümkün mertebe Allah`ın emir ve yasaklarına uyan nefistir.

4- Nefs-i Mutmainne: İmân esaslarına inanan, İslâm`ın emir ve yasaklarına uyan, bu konularda hiç bir şüphe ve tereddüdü olmayan, neticede Allah ile manevî bir bağ kuran ve bunun lezzetine ulaşan nefistir.

5- Nefs-i Radiye: Her yönüyle Hakk`a yönelen, Allah`tan gâfil olmama şuuruna eren ve O`ndan razı olan nefistir.

6- Nefs-i Mardiyye: Bütün benliği ile Hakk`a teslim olan ve böylece Allah`ın kendisinden razı olduğu nefistir (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur`an Dili, İstanbul 1970, VIII, 5817).

7- Nefs-i Kâmile: Bütün kötülüklerden sıyrılıp manevi olgunluğa eren nefis. Bu mertebeye erişen bir kişinin bütün sıfatları güzeldir ve her hali ibadet sayılır (Süleyman Uludağ, Kuşeyri Risalesi tercümesi, s. 222, 277, 290).

Aslında nefs, bir şeyin kendisi, benliği, zatı ve hakikatıdır. Ona göre nefs-i mutmainne, o dereceye ulaşan insanın kendisi demektir (Elmalılı, Hak Dini Kuran Dili, VIII, 5814).

Nefs-i mutmainne, Kur`anda bir yerde geçmektedir:

Ey huzura eren nefis, sen Allah`tan ve O da senden razı olarak Rabb`ine dön!... (lyi) Kullarımın arasına gir!.. Cennetime gir!.. " (el-Fecr, 89/27, 28, 29, 30).

"Nefs-i mutmainne", genelde Türkçeye "huzura eren nefis" olarak tercüme edilmiştir. Bu dereceye ulaşmış olan bir insan, Allah Resulunün getirdiği her inanç ve ameli hak olarak kabul eder; Allah`ın dininin yasakladığından mecburen değil, seve seve kaçınarak uzak durur; Allah yolunda ne fedakârlık gerekiyorsa yapar; dünyanın İslâm dışı lezzet ve menfaatlerinden mahrum kaldığı halde, onları özlemez ve tersine bu konuda kalbi mutmain olarak hak dini takib edip çeşitli pisliklerden korunur. Nefs-i mutmainne dendiği zaman, bu vasıflara sahip olan insan akla gelir (Muhammed b. Cerir et-Taberî, Camiul-Beyân fi Te`vil`i Ayil-Kur`an, Mısır 1954, XXX,190 vd.; Muhammed b. Ahmed el-Ensârî el-Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmil-Kur`an, Kahire 1967, XX, 57 vd.).

Bazı âlimlere göre bu ayet, Hz. Osman (r.a) hakkında nazil olmuştur. Diğer bazı âlimlere göre ise, Hubeyb b. Adiy hakkında nâzil olmuştur. Mekkeli müşrikler onu idam edip yüzünü Medine`ye çevirdikleri zaman, Yüce Allah onun yüzünü Ka`be`ye doğru çevirmişti (el-Kurtubî, el-Cami`, XX, 58).

Nefs-i mutmainne derecesine ulaşan insan, dünyada bu şekilde Allah`a tam manasıyle teslim olmuş bir halde yaşar. Gönül huzuruna, ruhî saâdet`e ulaşır. Gam ve kederden uzak olur. Ahirette de Allah`ın iltifâtına nail olur. Yüce Allahın nefs-i mutmainne seviyesindeki insana yönelik bu

"Rabb`ine dön, (iyi) kullarım arasına gir, Cennetime gir" meâlindeki hitapların ne zaman vuku bulacağı hakkında da alimlerin farklı yorumları vardır. Alimlerin değişik tefsirlerine göre bu hitâr ya ölüm anında veya kıyâmet gününde yahutta Cennet`e girişte yapılacaktır (ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, VI, 233).

NEFS-İ RÂDİYE

Allah`tan razı ve hoşnud olan insan ruhu. Hayvani nefse (cana) ve insanı ruha (nefs-i natıka`ya) da "nefis" denilir. Hayvani nefis, hayvanlarla insanlar arasında müşterektir. Hayvanlar kendilerinde insanî ruh olmadığı için nefislerinin gereğini yerine getirmek için yaşarlar. Nefis (can), tabiatının gereği olarak kendisini korumak, neslini devam ettirmek ve hayvanî lezzetleri tatmak için çalışıp çabalar. Hayvanî nefsin mantıkı, canlılık faaliyetlerine ait isteklerdir. Hayvanî nefis, haz ve zevk alma prensipleriyle hareket eder.

Ruh`a (nefs-i natika`ya) gelince; aslında temiz ve Allah`ın emir aleminden olan bu cevher, Allah`a yaklaşmak ve O`na yükselmek ister. Ruh`a başlıca iki özellik verilmiştir: Akıl ve vicdan (basiret veya kalb gözü). Vicdan, ruhun temizlenerek iyiliğe yönelişi, bağlanışı ve Cenab-ı Hakk`ı izleyişi ve bir nev`i O`na bakış yeteneğidir. İman ve ilahi bilgilerde yükselmenin mahalli, ruhun bu yönüdür. İman, kişinin kendi ihtiyariyle akıl kapısından girer, kalbe (gönüle) yerleşir; nefsaniyet ve şeytaniyete açılan kapıdan çıkabılir. Ruh, şeytanın da tesiriyle hayvanî nefsin hükmü altına girer, aklını ve fikrini onun istekleri doğrultusunda kullanırsa; bu ruha "nefs-i emmâre" denilir. Bu durumunda devam ettiği müddetçe ruh günahlara dalarak tamamen paslanır, kirlenir ve neticede mühürlenir. O halde insanın ebedi saadeti için ruhunun nefsanî ve şeytanî kirlerden temizlenmesi gerekir: Muhakkak nefsini (ruhunu) kötülüklerden temizleyen kurtuluşa erdi. Onu kötülüklerle örtüp kirleten de zarar ve ziyana uğradı" (eş-Şems, 91/9-10).

İnsani ruh; iman ederek ibadet, zikr ve taat, günahlardan kaçınma, mücadelede ve riyazet ile temizlenmeye başlar. Temizlendiği vakit insan ruhunda, temizlik ve saflığına göre ahlaken yükselme, ilâhî marifetlerde ilerleme gibi bir takım iyi durumlar meydana gelir. Ruhun temizlenme mertebeşinin ilki; yaptığı günahların fenalığını anlayıp bunları işlediğine pişman olma ve kendini kınama mertebesi olan "nefs-i levvâme" derecesidir. Bundan sonra, ruh, temizlenme ve Allah`a yaklaşmaya doğru sırasıyla şu mertebelere ulaşabilir: Nefs-i mülheme (nefs-i mülhime de denilir), nefs-i mutmainne, nefs-i râdiye (râziye), nefs-i marziyye nefs-i kamile (nefs-i zekiyye veya nefs-i safiyye). Bunlardan nefs-i râdiye, insan ruhunun temizlenmeye başladığı andan itibaren kazandığı sıfat ve durumların dördüncüsüdür. Bu mertebeye "rıza makamı" da denilir. Nefs-i râzıye; Allah için ibadet ve zikir ve taat ile meşgul olarak dünyaya hiç gönül vermeyen, nefs-i hayvani`nin arzu ve isteklerinden tamamen vazgeçen, Allah`ın sevgi ve rızası dışında bütün arzu ve isteklerini terkeden kâmil kimsenin ruhudur. Bu makama gelen ruhta kazaya rıza esastır. Böyle bir kimse Allah Teâlâ`nın iradesine kayıtsız ve şartsız teslim olur. Allah`tan gelen her musibet ve nimet karşısında aynı derecede memnun ve razı olur. Bu mertebede insan ruhuna, bütün hallerinde kemal-i rıza ile muttasıf olduğu için, nefs-i râdiye denilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ bu nefs-i natıkaya "Ey güvenceye kavuşmuş nefis! Razı olmuş ve (Allah tarafından) razı ve hoşnud olunmuş olarak Rabbi`ne dön" (el-Fecr, 89/27-28) sözüyle hitab etmiştir. Cenab-ı Hakk`ın nefs-i râdiye`ye bu hitabı ya bedeninden ayrıldığı (ölümü) zaman, ya ba`s zamanında veyahud da ahirette hesabının tamamlanmasından sonra olacaktır, denilmiştir. Kur`an`da bildirilen nefs-i râdiye için bu hitab, bu üç zamana da şamil olur. Bir kısım müfessirler; imanda kemale ermiş nefs-i mutmainne`ye dünyada Cenab-ı Hakk`ın bu hitabının doğrudan doğruya meydana geldiği kanaatine varmışlardır. Bu takdirde "dönmek" emri, ihtiyar ve istekle bütün işlerinde gönül verip razı olarak Allah Teâlâ`ya ve O`nun emir ve takdirine dönme emridir. Sıkıntı, musibet, genişlik ve sevinç hallerinde kaza ve kadere rıza ve bu suretle bu imtihan âleminde çeşitli zorluklara güzel ve büyük bir metanetle göğüs germek nefs-i mutmainne`nin kemal mertebesi olan nefs-i râziye`nin hasletidir. Ve marzıyye (Allah katında makbul ve O`nun hoşnutluğuna ermiş olmak) da bunun arkasından gelir.

Ruhun bu râdiye mertebesi ve makamı ancak zevk ile bilinir; tatmayan bilmez.

Râdiye makamına yükselmiş olan insanî nefse ikram edilen sıfatlar; vera` (şüpheli şeyleri terketmek), ihlâs, muhabbet, üns, huzur (muhadara), keşif ve keramettir. Nefs-i râdiye, Allah`tan ve O`nun rızasına erdirecek olanlardan başkasını terkettiği gibi, hatta masivayı (Allah`tan başkasını) dahi unutur. Radiye mertebesinde olan kâmil kişi Cemal-i Mutlak`ın şuhûdunda müstağrak olur. Âlemde başına her ne gelirse, onu gönül hoşluğuyla kabul edip zevkini alır. Bu durumlarında bile halka nasihatta, emr-i bil-ma`rûf ve nehy anil-münkerde bulunur. Böylece halkı irşad etmekten geri durmaz. Sohbetinde bulunan onun sözlerinden istifade eder. Bu makamın sehibi huzur-ı Hakk ile edeb deryasına dalar. Duası Allah katında reddolunmaz. Fakat edeb ve hayası galib geldiğinden, zorunlu kalmadıkça kendisi için bir şey taleb edemez.

Nefs-i râdiye mertebesine gelmiş kâmil kişi Allah katında aziz ve mükerremdir. İnsanlar ona saygı gösterirler. Halkın ona saygısı cebrî ve kahrîdir. Onu sayanların çoğu, ona niçin ve ne sebeble saygı gösterdiklerini bilmezler. Böyle bir zat, asla zalimlere boyun eğmez ve onları sevmez; zalimlerin zulümlerinden de selamet bulur. Eğer fakir olup da kendisine yardım ederlerse, yardım edenler bile onu Rabbiyle meşgul olmaktan alıkoyamazlar. Bu makamda bulunan kâmil, daha çok Allah`ın "Hayy" ism-i şerifini söylemekle meşgul olur, bu isimle fenası zail olur; "Hayy" ile beka bulur ve "mardiyye" makamına yükselir. Allah Teâlâ`nın esma ve sıfatlarının tecellisine mazhar olur. Böylece ilmel-yakinden aynel-yakin mertebesine ve mardiyye makamına gelir. Ve buradan nefs-i kâmile makamına yükselir ve kendisinde Hakkal-yakin hasıl olur. Hak yoluna giren bu kâmil, asla yanlış bir itikada sapmadığı gibi, bütün hallerinde ahkâm`ı şer`iyye`yi kendi nefsinde icra etmekten zerre kadar ayrılmaz.

(İbrahim Hakkı, Marifetnâme, İstanbul 1310, s. 491-493; Bursalı İsmail Hakkı, Ruhul-Beyan, ilgili ayetler. Şeyh Abdul-Hadi, Kitab-ü babil-Fütûh li-ma`rifet-i Ahvâli`r-Ruh. Mısır, Matbaatül-Hayriyye; Mehmed Ali Aynî, Tasavvuf Tarihi, el-Hacc Mehmed Nuri Şemsüddin en-Nakışıbendi, Miftahul-Kulûb).

NIKÂH SÖZÜ (VÂ`Dİ)

Iki veli, kendi aralarında, çocuklarımıza evlendirelim, diye sözleştiklerinde bu söz geçerli midir?

Söz verme, vaadleşme (muvada`a) ayrı bir şey, evlendirme akdi ayrı bir şeydir. Velinin, küçük çocuğunu ona sormadan evlendirme yetkisi vardır. Böyle küçük bir çocuğu evlendiren veli, eğer çocuğun Babası, ya da dedesi ise, artık o çocuğun büyüyünce o nikâhı kabul etmemesi kısaca muhayyerliği de söz konusu değildir. Evlendirenler başkaları ise, çocuklar büyüyünce muhayyer olurlar, istemezlerse bu evliliği kabul etmezler. (Mavsilî NI/134)

Ama dediğimiz gibi, söz vermek, evlendirmek, demek değildir. Nikâhın kendisine has şartları ve söz kalıpları vardır. "Kızımı oğluna vereceğim... Tamam, ben de alacağım" demek nikâh değil, vaadleşmedir. Sözünden dönmek her ne kadar çirkin bir davranış ise de, hukuken bu bağlayıcı değildir. Yani o zaman öyle demiştim ama, şu anda o fikrimden caydım, derse, hiçbirşey gerekmez ve o ana kadar da çocuklar nikâhlı olmuş olmazlar. Ancak özellikle günümüz şartlarında bu kabil bir davranış, Islâmca övülecek ve hoş görülecek bir davranış olmaz. Evlenme yaşının beklenmesi ve tarafların rızalarının alınması tavsiye olunur. Aksi halde büyük mağduriyetler söz konusu olabilir.

NIKÂH TAZELEMEK

Bazı camilerde hocaefendiler nikâh tazeleme duası okuyorlar. Bunun bid`at olduğunu okumuştum. O zaman nikâh tazeleme işi nasıl yapılabilecektir? Ya da nikâh tazelemek gerekli midir?

Şer`î nikâh; şartları şeriat tarafından belirlenmiş, şekli çizilmiş ve karı ile kocayı birbirine bağlayan itibari bir bağdır. Pamuk ipliği gibi bir şey değildir. Üzerinden zaman geçmekle yıpranacak şekilde bir yerlere sürtünüyor da değildir. Bu yüzden "talâkı" yani boşanmayı ifade eden bir sözle, bir "irade beyanı" ile koparılmadıkça eskimez ve "yenilenme"sine gerek olmaz. Camilerdeki "nikâh tazeleme" ifadelerine bakılırsa zaten sakat ve yapmacık olduğu görülür. 1. Önce "yenileme=tecdîd" ifadesi kullanılıyor. Halbuki, nikâh eskiyen, tamir görebilen birşey değildir. Ya vardır veya yoktur. Varsa yenilenmez. Yoksa da şartları mevcutsa kıyılır, kesilir, kısaca nikah eskimez. Bu durumda da bir kadın bir erkeğe aralıksız en fazla üç defa nikâhlanabilir. Oysa sözünü ettiğiniz işlem, bazı camilerde her hafta tekrarlanır. 2. Nikâhın en önemli şartı, tarafların karşılıklı rızalarıdır. Halbuki, camilerdeki, nikâh yenileme işlemlerinde kadına hiçbir şey sorulmamaktadır. 3. Kalıp haline gelmiş o sözlerde "ürîdü" yani "istiyorum" ifadesi kullanılmaktadır. Bu ifade, kabul ettim,yaptım anlamına gelmez. Arzu ediyorum, demek olur. Bu da akid gerçekleştirmez. 4. "Ürîdü en üceddile`l, îmane ve nikâha bi-kavl`i lâilâhe illellah..." denmektedir. Yani nikâhımı "lâilahe illallah"sözü ile yenilemeyi arzu ediyorum, demektir. Oysa nikâh "lâilâhe illellah" sözü ile yenilenmez.

Sonuç olarak bu tür bir uygulamanın, Islâmî olmadığı ve bir "şer`î fiil"i (Nikâhın "şer`î bir fiil" olduğu konusunda bk. Şeyh Ahmed Molla Ciyûn, Nûru`I-envâr I/100) ilgilendirdiği için bid`at olduğu rahatlıkla söylenebilir. Ancak bu meseleye başka açılardan da bakılabilir.

NİKÂH, SÜT, NAFAKA V.S. ILE ALÂKALI HÜKÜMLER

Başkası ile yaptığı zinadan hamile kalan kadını doğumdan önce, bir diğer kişinin nikâhlaması caizdir. Ancak doğumdan hemen sonra cinsel ilişki de bulunması caiz değildir.

Şahidler huzurunda mehir belirlemeksizin veya belirlenerek meselâ; Ahmet Efendi, Mehmet Efendiye, "Küçük kızım Zeyneb`i küçük oğlunuz Mustafa`ya verdim" dese oda "Aldım" dese nikâh gerçekleşmiş olur.

Zina ile kendinden hamile kalan kadını, doğum yapmadan önce nikâhlamak ve onunla cinsel ilişkide bulunmak caizdir.

Şer`an muteber olan ikrâh(baskı) ile nikah sahih olur. (Imam-ı Şafi`ye göre sahih değildir) Ancak karı ile koca olacak olanların denk olması gereklidır.

Evlendiği kadın evlendiği tarihten itibaren dört aydan -velev bir gün eksik dahi olsa- kısa bir müddet içerisinde uzuvları belli olmuş ölü bir çocuk dünyaya getirse nikâh fasid olur. Dört ay ve sonrasında dünyaya getirse nikah caiz, çocuğun nesebi de sabit olmuş olur.

Başkasına olan borcundan dolayı hapsedilen kadının hapis süresince nafakası kocası üzerine gerekli olmaz.

Kocası başka bir memlekette olan kadına, adil (sözüne özüne güvenilir) bir kişi gelip "Kocanız vefat etti" dese, kendisi de inanıp iddet, bekledikten sonra başkası ile evlenebilir.

Kocası diğer bir memlekette olan kadına güvenilir bir kişi "Kocan seni boşadı" dese, iddet bekleyip evlenmesinde bir sakınca yoktur.

Kocası olduğunu bilmeyerek evlenen ve kendisiyle cinsel ilişkide bulunulan bir kadının gerçek kocasının daha sonra belli olmasıyla ilk kocası ile araları ayrılsa, iddet beklemesi gerekli olur.

Esir olan kişinin karısı başkası ile evlendikten sonra, esir olan koca gelse karısını geri alabilir.

"Kocam vefat etti" diye başkası ile evlenip çocuk sahibi olan kadının, ilk kocası daha sonra ortaya çıksa nikâh yenilemeksizin iddet bitiminde karısı ile izdivaç muamelesinde bulunabilir.

Kadın ölen yakınları veya kocasına matem tutmak için aylarca siyah elbise giyemez. Kocası için sadece üç gün siyah elbiseyle matem tutabilir.

Kadının kocası bir diğer memlekete gidip bir başka kişi "Falan kişi karısını boşamaya beni vekil etti" dese ve kadını boşasa, kadın da başka birisiyle evlendikten sonra kocası gelse vekâleti inkâr edip, gerçekte de vekâlet sabit olmassa koca karısını geri alabilir.

Koca karısını boşamak üzere, birini vekil tayin ettiğine dair vesika verip o da kabul edip kadını boşasa, iddet bekledikten sonra kadın başkası ile evlenebilir.

Babanın, cinsel ilişki ve halvetten (beraber yalnızca kalmadan) önce boşadığı kadın oğluna haramdır.

Kocasının evinden haksız ve izinsiz olarak çıkıp başka bir mahalde sakın olan kadının nafakası kocası üzerine gerekli değildir.

Cinsel ilişki ve halvetten önce boşanan kadının iddet beklemesi gerekli değildir.

Sahih nikâhla evlenip cinsel ilişkiden önce karı veya kocadan birisi ölecek olsa biri diğerine varis (mirasçı) olabilir.

Mehr-i Muacceli (Peşin mehir) ödenen kadın kendini kocasına teslim etmese naiize olur. Kocası zorla kendisiyle cinsel ilişkide bulunabilir. (Naşize: Kocasının evinden izinsiz çıkıp kendisini haksız yere kocasına yasaklayan kadındır.)

Bakire olmak üzere evlenilen kadın dul çıksa nikâh sahih olur.

Bâlig olan kıza nikâh haberi ulaşsa önce feshedip, (nikâhı geçersiz kalıp) sonra kabul etse yeni bir akde ihtiyaç vardır.

Müslüman kadının, müslüman olmayan erkekle evlenmesi caiz değildir.(Komuniste kız verilmez)

Mût`a nikahı bâtıldır. (Mût`a Nikahı: Belli bir para karşılığında, kadını geçici süre için nikahlamaktır. Bu çeşit evlenme tamamen hükümsüz olduğu için karı kocalık sabit olmayacağından sair hükümler de konu olmaz. Miras, boşama v.s... gibi.)

Kadının yaş, soy, mal, şeref, makam yönünden kocasından aşağı seviyede bulunması, edep, iffet, güzellik açısından ise daha yüksek olması adab-ı muaseret ve terbiye bakımından daha güzeldir.

Bakire veya dul kadını nikahlamak isteyen erkeğin bu kadınların yüz ve ellerine bakması caizdir.

Hünsa-i müşkile kadın hükmündedir. (Hünsa-i Müşkile: Kendisinde hem kadın hem de erkeklik uzvu bulunup birinin işi diğerine galip gelemediğinden durumu müşkil olan kişidir.)

Dokuz yaş ve yukarısında bulunan kız da şehvet olduğu konusunda alimlerin ittifakı vardır.

Erkek, camdan veya kadın su içinde iken veya gayet ince tülbentli iken, erkeklik uzvu hareket edecek şekilde şehvetle bu kadına bakarsa hürmet-i musahere gerekir. (Aynadan tesadüfen görürse gerekmez.)

Müslüman erkeğin dinsiz kadınla evlenmesi haramdır.

Şeriatın cevaz (izin) verdiği işlerde, kadın kocasına itaat edecektir.(Kocanın"Bugün dışarıya çıkma!` demesi gibi) Cevaz vermediği konularda ise itaata mecbur değildir, muhalefetten mesul olmaz.

Kadınların evlerinde oturup ev işleriyle uğraşmaları ibadettir. Bundan dolayı salih(iyi) kocanın, karısına farzların üzerinde ibadet emretmeye hakkıyoktur.

Koca cinsel ilişkide bulunmak istediği zaman kadın kocasının bu isteğine karşı çıkamaz. Eğer bir mazereti varsa kocasına söylemeye mecburdur.

Koca, karısının yakınlarıyla görüşmesine izin verebilir. Fakat kendi evinde gecelemelerine izin vermez ise zorlanılamaz.

Kadının yakınları uzak memlekette olup gidip gelmek zor olursa, koca karısını yılda bir kere onlarla görüştürmeye mecburdur.

Kadının diğer bir kadının karnına şehvetle bakması caiz değildir.

Saliha olan kadınların çarsaflarını çıkararak veya başlarını açarak kötü kadınlara görülmeleri caiz değildir. (Çünkü yabancı erkeklere onlardan bahsedebilirler)

Erkeğin. yabancı kadının yüzüne şehvetsiz bakması haram değildir. Fakat mekruhtur. (Fetevay-i Hindiyye)

Kadının tenasül uzvunun içindeki bir yaradan veya tahammülü mümkün olmayan bir ağrıdan dolayı ölümünden korkulur, tedavi edecek bir kadın da bulunmazsa, erkek doktor yarayı veya ağrının olduğu yeri görebilecek kadar gözünü açması caizdir. (Gözünü kapayabildiği kadar kapamaya çalışacaktır)

Fitne ortamında genç kızın yüzünü açmasına engel olunur. (Mahkeme v.s. yûzün açılmasının mecbûrî olduğu yerler müstesna).

Kadının vücudunda iken bakılması caiz olmayan şeylerin vücuddan ayrıldıktan sonra da onlara bakılması caiz değildir. (Kesip attığı ayak tırnaklarına, başının saçlarına ve pis kıllarına bakmak gibi) (El-Hediyyetü`1-Abiyye)

Şehvetle, kadının giydiği çarşafa bakmak haramdır. Şehvetsiz olursa bir sakınca yoktur. Hatta, vücudunu belli etmeyecek şekilde, üzerini örten elbisesine bakmanın hükmü de aynıdır. (El-Hediyyetü`l Abiyye)

Zaaf derecesinde de deli olan kişiye velisi bir kadını nikahlasa nikah gerçekleşmiş olur.

Şehvet ile dokunulan ve öpülen kadının usulü (kendi üstündeki yakını olan kadınlar) ve furûrü (kendi aşağısindaki yakını olan kadınlar) öpen kimseye haram olur.

Bâlig olan kız nikâh akdine vakıf olup kabul etse, bilâhere kabul ettiğine pişman olsa akdi feshedemez.

Koca, karısının kız kardeşine (baldızına) şehvetle dokunsa karısı kendisine haram olmaz.

Karısının annesine (kaynanasına) kasden olmayıp, şehvetsiz olarak erkeklik aletini gösteren kocaya karısı haram olmaz.

Kişi yabancı bir kadının herhangi bir uzvuna elbisesi üzerinden dokunacak olursa; Eğer elbise kalın olup uzvun sıcaklığını hissetmese hürmet-i musahere gerçekleşmiş olmaz.( Hürmet-i Musahere: Akrabalık sebebiyle meydana gelen haramlıkdır ki nikâhın sahih olmasına engeldir.)

Koca, karısının kızının, şehvet çağındaki kızına şehvetle dokunsa karısı kendisine haram olur.

Kadın, damadına şehvetle dokunsa veya onu öpse ancak boşalmasa (yani menisi gelmese) kızı damadına haram olur.

Kadın, "Kocamın Babası (kaynata) bana şehvetle dokundu" derse, kocası tasdik etmediği sürece kocasıyla nikahı devam eder.

Koca, karısından olan oğlunun şehvetli kızına şehvetle dokunsa karısı kendisine haram olur.

Koca kayın validesinin tenasül uzvunun içine şehvetle bakıp kendinden meni gelmese karısı kendisine haram olur.

Baliğ olan kız şahidler huzurunda birisiyle evlendikten sonra akdi feshedemez (geçersiz kılamaz.)

"Şehvetle dokundu" davasına bir adam iki kadın şahidlik etseler hürmet-i müsahere gerçekleşir.

Kadın, tayın ettiği kimseden başkasına vekilinin kendisini nikâhladığını duyup red etse, bu nikâh bâtıl (hükümsüz) olur.

Kadın kendisine namzet olan erkekten başkası ile evlenebilir.

Kadın dengi olmayan bir erkekle evlense, akraba tarafından velisi olan kişinin bu konuya dair itiraz hakkıyoktur.

Baliğ olan kız birisiyle evlendikten sonra bir diğer kişiyle de evlense ikinci akid sahih değildir.

Sekizyaşında olan bir kızın "Baliğ oldum" şeklindeki ikrarı muteber değildir.

Büyüklük çağında bulunan bir kadın vekili, velisi olmayan bir sahis tarafından evlendirilip mehr-i muaccel (peşin mehir) olarak gönderilen eşyayı kabul etse nikâhı kabul etmiş olur.

Fasid olan şartla kıyılmış olan nikâh bâtıl (hükümsüz) olmaz.

Kâfir olan karı ve koca Islam`la şereflenseler (müslüman olsalar) nikâhın yenilenmesi gerekli değildir.

Şafii mezhebinde olan bir babanın küçük kızını velisi dengi olan Hanefi mezhebinden bir kişiyle evlendirse bu akit sahih olur.

Hanımı müslüman olan kâfir kocaya Islâm teklif olundukda kabul etmese aralarındaki nikâh kaldırılır.

Cinsel ilişki ve halvette (beraber yalnız kalma) bulunmadan önce ölen kocanın hanımı tam mehir alır.

Evli ve hamile olan kadının birinci kocası bilahere ortaya çıkıp, karısını ikinci kocasından ayırsa, kadın doğum yapmadan önce onunla cinsel ilişkide bulunamaz..

Hiristiyan olan bir kadının müslüman olan kocası vefat ettikten sonra, iddet bekleyip başka bir zimmî (Islâm devletindeki yahudi veya hiristiyan) ile evlenmesi caizdir.

Kadın, küçük kızını dengi olmayan birisiyle evlendirse bu nikâh sahih değildir.

Bir kişi kızını evlenmeye namzed gösterip vasîsine (vasiyette bulunduğu kimseye) de kızını evlendirmeyi emretse kızın izni olmaksızın vasî kızı evlendiremez.

Fasid veya bâtıl bir nikâhla evlenen karı-kocadan birisi vefat etse biri diğerine varis olamaz.

Kız "Evliliğe namzettir" deyip, nikâha zorlanamaz.

Koca, karısının emzirdiği kızla cinsel ilişkide bulunsa karısı kendisine haram olur.

Karısının şehvet çağındaki kızı geceleyin korkup kocanındöşeğine girmekle kocanıntenasül uzvu hareketlenir, bazı uzuvları kızın bazı uzuvlarına arada bir engel olmaksızın şehvetle dokunursa, karı kocaya haram olur.

Koca, karısının döşeği zannederek kızının döşeğine girip bedeni bedenine dokunmadan dönüp gitse bu durumda hanımı kendisine haram olmaz.

Babası müslüman olmayan müslüman erkek, Babası müslüman olan kıza denk olmaz.

Koca Islâm`i kabul edip, kadın kabul etmese nikâh devam eder.

Kasden olmayıp, şehvetsiz olarak ayağı kayın validesinin ayağına dokunan kocanın hanımı kendisine haram olmaz.

Kocanın, hanımı ile kayınvalidesinin kız kardeşinin her ikisini nikâhı altına alması çaiz değildir.

Koca, sekizyaşında olan küçük kızını, hanımı zannederek geceleyin şehvetle öpse veya ona dokunsa hanımı kendisine haram olmaz.

Baba, saliha olan küçük kızını dengi olmadığını bilmeden evlendirip, bilâhere duruma vakıf olsa bu nikâhı feshettirebilir.

Bir erkek, kadının bir uzvuna, şehvetle dokunacak olsa, bu kadın, dokunanın oğluna haram olur. Fakat kadının kızı helâldir.

Bulûg çağındaki bakire bir kızı velisi nikâhda cebredemez(zorlayamaz). Nikâh kızın iznine dayalıdır.

Koca, nesebi belli olan karısı için "Kızımdır" dese, karı kocasına haram olmaz.

Bulûg çağındaki kızın huzurunda Babası onu başka birisine nikâhlayıp o da sussa nikâh gerçekleşmiş olur.

Karısının başka kocasının bir diğer karısından olan kızını nikâhlamak caizdir.

Küçük kızın evliliğine velilik konusunda büyükbaba ve anne -baba aynı öz kardeşleri bulunsa, büyükbaba kıza velilik yapar.

Süt kız kardeşinin neseben olan annesiyle evlenmek caizdir.

Annesinin süt kız kardeşiyle evlenmek caiz değildir.

Babasının zina etmiş olduğu kadının kocasından olan kızıyla evlenmek caizdir.

Karısını boşayıp iddeti bittikten sonra karısının kız kardeşini nikâhlamak caizdir.

Kocasının ağzından küfür kelimesi çıkıp bain olarak boşanan bir kadını koca imanını yeniledikten sonra evlenmeye zorlayamaz. (Bain gosama: Iki (Beynunet-i Sugra), veya üç boşama (Beynunet-i Kübra) ile meydana gelen boşama şeklidir.)

Yas bakımından küçük olan karısına "Anamdir" dese kadın kocasına haram olmaz.

Hanımı vefat edince, hanımının üvey annesi ile evlenmek caiz olur.

Karısının ağzından küfür kelimesi çıkıp bain olarak boşandığı zaman, kadına tecdid-i iman (iman yenilemesi) yaptırılır ve nikaha da zorlanılır.

Kadının nikâhında mehir hiç bahsedilmese veya mehre karşı çıkılsa nikâh sahih olur.

Hanımı vefat eden koca bir kaç gün geçtikten sonra, vefat eden kadının kız kardeşini nikâhlasa caiz olur.

Hür dört hanımı olan kişinin birini boşayıp iddeti içinde beşinciyi nikâhlaması caiz değildir.

Yanlış ve kötü tercihi ile meşhur olan kişinin küçük kızını dengi olmayana nikâhlaması caiz değildir.

Bir kaç kadın ile bir odada bulunan kıza erkek "benimle evlenmeyi kabul ettin mi ?" deyip birisi "Ettim" dese, ancak şahidler söyleyenin kim olduğunu bilmeseler, nikah gerçekleşmiş olmaz.

Cinsel ilişkide bulunduğu kadının diğer kocadan olan oğlunun kızıyla evlenmek caiz değildir.

Zina ettiği kadının emzirdiği süt kızıyla evlenmek caiz değildir.

Uzun fasıla ile değişik zamanlarda kadının emzirdiği kız ve erkeğin birbirleriyle evlenmesi helâl değildir.

Livata (Allah`a sığınırız) (yani erkeği iğfal edenin) edenin, livata ettiği kişinin kızıyla evlenmesi caizdir.

Küçük kızı, velisi olan amcasının, kendi oğluna nikâhlaması sahihdir.

Koca, kayınvalidesinin annesine şehvetle, dokunsa veya onu öpse karısı kendisine haram olur.

Kocanın karısından olan oğlunun, diğer karısının diğer kocadan olan kızıyla evlenmesi caizdir.

Süt kardeşinin kızıyla evlenmek caiz değildir.

Babanın, vefat eden oğlunun karısı ile evlenmesi caiz değildir.

Babanın, vefat eden üvey oğlunun karısı ile evlenmesi caizdir.

Kadının son kocasından olan kızı, daha önceki diğer kocasının diğer karısından olan oğluna haram olmaz.

Küçük kızın annesinden izinsiz olarak, babaannesi küçük kızı evlendirecek olsa nikâh, annesinin iznine bağlıdır.

Boşamış olduğu kadının babaannesi ile evlenmek caiz değildir.

Babaları aynı olan kız kardeşinin oğlunun kızını nikâhlamak caiz değildir.

Baba, evlilik çağındaki oğlunun izni olmaksızın herhangi bir kızı ona nikahlasa, ogul duruma vakıf olup red etse, nikâh akdi bâtıl olur.

Boşamış olduğu kadının annesi ile evlenmek caiz değildir.

Anne ve Babası aynı olan kız kardeşinin oğlunun kızını nikâhlamak haramdır.

Bulûg çağındaki bakire kız kendini dengi olan erkeğe noksan mehr-i misil (akranlarının mehri) ile evlendirecek olsa, velileri kızın kocasına "Ya mehrini tamamla veya sizi ayırıriz" demeye selahiyetleri vardır.

Zina ettiği kadınla evlenmek caizdir.

Kafirin, kendi müslüman kızını evlendirme konusunda velilik hakkıyoktur.

Küçük kızın velisine "Bu kızı filân adama verelim ne dersin?" denildiğinde, "Siz bilirsiniz" dese bu söz rıza olmaz.

Zimmî olan kişi müslüman olup, hanımı Islâma girmese kocasından boş olmaz.

Zinadan çocuk doğurmus olan kadını, çocuk emzirmek için kiralamakta bir sakınca yoktur.

Ahiret annesi edindigi kadın ile evlenmek caizdir.

Müslüman olan baba bulûg çağındaki kafir kızını "Islam`a gel" diye zorlayamaz.

Alacağı kıza "Kız kardeşim ol" dedikten sonra onunla evlenecek olsa caizdir.

Baba küçük oğlunu evlendirecek olsa çocuk bulûg çağına geldiği zaman tercih hakkını kullanarak nikâhı feshettiremez.

Müslüman adamın, mecûsi kadınla evlenmesi caiz değildir.

Oğlunun süt annesi ile evlenmek caizdir.

Annesinin, anne-baba bir kız kardeşinin kızını nikâhlamak caizdir.

Küçük erkeğin anne annesi onu evlendirecek olsa, bulûg çağına geldiği zaman nikâhı feshettirebilir.

Koca hanımının büyümüş süt kızına şehvetle dokunsa hanımı kendisine haram olur.

Annesinin üvey annesi ile evlenmek caiz değildir.

Birisinin veliliği ile evlendirilen küçük kız baliğ oldukda nikâhı bilmeyip, bir zaman geçip nikâhı öğrenecek olsa tercih hakkını kullanarak kocasının huzurunda şer`i hâkime nikâhı feshettirebilir.

Süt Babasının boşamış olduğu kadını nikâhlamak caiz değildir.

Ölen abisinin hanımını nikâhlamak caizdir.

Kocanınkayın validesi "sen beni şehvetle öptün" diye damadı aleyhine iddiada bulunup damad inkar etse, kayın valide de davasını ispat edemezse kadın kocasına haram olmaz.

Mümeyyiz (doğruyu yanlıştan ayırabilen) olan küçük kız velisinin izni olmaksızın evlenecek olsa bu nikâh sahih değildîr.

Karısının süt annesini nikâhlamak caiz değildir.

Mümeyyiz olan küçük erkek velisinin izni olmaksızın kızı nikâhlasa, akit geçersizdir.

Aralarında nikah mevcut iken kadın "mehr-i müeccel (tehirli mehir)imi şimdi ver" diye kocasını zorlayamaz.

Oğlunun hanımının diğer kocadan olan kızını nikâhlamak caiz olur.

Kadın memesini küçük çocuğun ağzına koysa fakat emip emmediğini anlayamasa sütten dolayı haramlılık gerçekleşemez.

Boşama veya ölümle ödenmesi gerekli olan mehirin tecili sahih değildir.

Annesinin veliliğiyle evlendirilen küçük kız bulûg çağından önce vefat edecek olsa kocası varis (mirasçı) olur.

Annesinin anne-baba bir olan halası ile evlenmek caiz değildir.

Kadının diğer kocadan olan oğlunu, son kocasının diğer kadından olan kızıyla evlendirmek caizdir.

Süt kız kardeşleri nikâhı altına almak caiz değildir.

Kadının ağzından küfür kelimesi çıkıp, imanını yeniler, fakat nikahını yenilemeden kocası vefat edecek olsa kadın kocasına varis olamaz.

Mehr-i misli (akranlarının merhi)`yle dengi olanla evlenen bulûg çağındaki kızın nikâhını velisi feshettiremez.

Koca karısıyla, karısının anne-baba bir kardeşinin kızını nikahı altında bulunduramaz.

Dengi olmayanla evlenen büyük kızı çocuğu olmadan velisi ayırabilir.

Iki kadının karşılaştıkları veya ayrılacakları zaman birbirlerini şehvetle öpmeleri tahrimen mekruhtur.

Bakire olmak üzere alınmış fakat dul çıkmış kadın boşansa, nikah akdinde belirlenen mehir (mehr-i müsemma) gerekli olur.

Baba, bulûg çağında olan deli kızını evlendirecek olsa akit sahih olur.

Koca ric`î olarak boşadığı hanımını iddet süresi içinde mehir belirleyerek nikâhlasa bu mehir vacib olmaz. (Ric`î Boşama: Hanımla cinsel ilişkide bulunduktan sonra yapılan açıkça veya işaretle üç adedine veya bir karşılığa binaen olmayan, bain boşamaya benzer bir boşama özelliğiyle belirlenmiş veya ona benzetilmiş olmayan boşamadır.)

Karı-koca bir arada bulunup, cinsel ilişkide bulunmaya bir engel yok iken, ilişkide bulunulmadan boşanılan kadın için mehrin tamamı gerekli olur.

Nikâh akdinde belirlenen mehrin miktarında ihtilaf olunsa ancak kadın miktarı ispat etse mehrin tamamını alabilir.

Her iki tarafın delilleri mevcut olmakla beraber mehrin miktarında ihtilaf olunup, mehr-i misil kocasının dediğine müsait olsa, kadının delili daha geçerlidir.

Nikâh aralarında mevcut iken, başka bir mehirle nikâh yenilenecek olsa ikinci mehir gerekli olmaz.

Küçük kız, bir başka küçük kızın tenasül uzvuna değnek sokup bekâretini izale etse (bozsa) mehr-i misil (akranlarının mehri) gerekli olur.

Koca, karısı üzerine nikâhla bir arada bulundurulması haram olan bir kadını alıp cinsel ilişkiden önce ayrılacak olsalar mehir gerekli olmaz.

Koca, cinsel ilişkide bulunduğu kadını baskı yaparak boşayacak olsa nikâh akdinde belirlenen mehri kadına vermesi gerekli olur.

Sekizsaatlik mesafede yakın velisi bulunan küçük kızı, uzak velisi izinsiz evlendirecek olsa nikâh akdi geçerli olmaz.

Koca vefat edip hanımı ile varislerin mehir miktarında ihtilaf (münakaşa) edecek olsa, hanım iddiasini ispatlayamaz, ancak vârisler delil getirseler kabul edilir.

Zengin adam, rızasıyla evlendiği dul kadının nafaka ve giyimini temin ettiği halde kadın; "Devamlı içiyorsun, ben sana denk olamam" diyemez.

Erkek, kendine haram olduğunu bildiği halde kadını (veya kızı) mehir belirleyerek nikâhlayıp cinsel ilişkide bulunsa erkeğe ta`zir cezası verilmekle birlikte akitle belirlenen mehir ile akranlara verilen mehirin en azı gerekli olur. (Ta`zîr: Hakkında muayyen bir ceza bir şer`i had mevcud olmayan suçlardan dolayı tertip ve tatbik edilen terbiye ve cezadan ibarettir.)

Vefat eden kadının kocasının zimmetinde bulunan mehri terekesine (miras bıraktığı mallara) katılarak varislerine taksim olunur.

Bain olarak boşadığı kadını iddet süresi içinde mehir belirleyerek nikahlayan ve cinsel ilişkiden önce boşayan kocanın belirlenen mehri vermesi gereklidır.

Koca, karısının çocukları ve anne-babalarından başka yakınlarını senede bir kereden fazla evine gelmelerini yasaklayabilir. (Yasaklıyamiyacağına dair fetva da vardır.)

Kadın, kocası vefat ettikten sonra dengiyle evlenecek olsa büyük oğlu zifaf gecesi annesinin evini taslasa oğluna ta`zir cezası verilir.

Vefat eden müslüman kocanınhiristiyan karısı, nikah akdinde belirlenen mehri kocasının miras bıraktığı maldan alabilir.

Erkek yabancı bir kadını uyutup bekâretini izale etse (bozsa) erkeğe ta`zir cezası ile, kadına mehr`i misil vermesi gerekir.

Kocâ kadını nikâhladığı yerde "Evim yandı, kiralar yüksek" deyip kadını yolculuk mesafesinden uzak (90 km.den fazla) bir yere götüremez.

Koca, küçük kızı nikâhlar bilâhere, velisi duruma vakıf olur, kabul etmeyip red etse, daha sonra koca küçük kızın annesiyle evlense, caizdir.

Cinsel ilişkide bulunmadan boşamış olduğu kadının annesiyle evlenmek caiz değildir.

Küçük kızın yakın velisi mevcut iken, uzak velisinin akdettiği nikâh geçerli değildir.

Kocanın ihtiyaçlarını görmeye elverişli olmayan küçük kızın Babası, kızını kocasına teslim etmeden peşin mehri isteyebilir, alabilir.

Baba küçük kızını, başka bir adamın küçük oğlu ile evlendirdikten sonra koca vefat edecek olsa kadın,` mehir ve miras hakkını alabilir`. ‚

Kadını, evinden dışarı çıkarmamak şartıyla mehr-i mislinden daha az bir bab ile nikâhladıktan sonra, koca karısını o beldede bulunan evine götürmek istese kadın belirlenen şarta binaen itiraz edemez.

Cinsel ilişki ve halvette (beraberce yalnız kalma) buluninadan önce vefat eden karısının diğer kocadan olan kızını nikâhlamak caizdir.

"Alıp alacağım boş olsun" diyen kişi bilâhere evlenip, kadınla cinsi münasebette bulunsa, karısı, boş olup mehr-i misil ile nikah akdinde belirlenen mehrin yarısını almaya hakkı vardır.

Küçük kızı nikâhlayan, kızın peşin mehrini Babasına vermeden kızı alamaz.

Cinsel ilişki ve şehvetle dokunma bulunmayan fasit nikah da, hürmet-i müsahere (akrabalıktan kaynaklanan haramlık) gerçekleşmiş olmaz. (Sahih nikahda gerçekleşir). (Fasid Nikâh: Sihhat şartlarını bulundurmayan nikâhdir. Sahidsiz kiyılan nikâh gibi.)

Nikâhlamış olduğu kadını, kocanınyakınlarından birisinin kocadan izinsiz olarak onu başka bir beldeye götürmesi caiz değildir.

Fasid nikâhda cinsel ilişkide bulunmadan önce ayrılan kadın mehir alamaz. Cinsel ilişkiden sonra ayrılacak olsa akitte belirlenen mehir ile akranlarının aldığımehir değerinden daha az bir miktar alabilir.

Iki hanımı olan kocanın, hanımları arasında adalet ve eşitliği sağlaması vacibtir.

Kocanın, ortalıkdan kaybolup uzun süre başkası ile zina etmiş olan karısının geri gelip onunla izdivaçta bulunması caizdir. (Fetevây-i Abdürrahim)

Erkek nikâhlayacağı kadına nişan olmak üzere bir takım eşya verip, eşya kadının elinde mevcut iken erkek evlenmekten vazgeçecek olsa eşyayı geri alâbilir.

Kadının başka bir beldede bulunan kocasının mürted olduğunu (Dinden çıktığını) adaletli bir kişi haber verip kadın da inanacak olsa, iddeti bittikten sonra başkasıyla evlenebilir.

Erkeğin nişanlısına verdiği nişan kaybolup nişanlısı da vefat edecek olsa kadının terekesinden masraflarını alamaz.

Koca "Kayınvalidemizle zina ettim" diye ikrarda bulunsa hanımı kendisine haram olur.

Koca "Zina ettim" diye ikrar ettiği kadının annebaba bir kardeşinin kızıyla evlenebilir.

Koca karısının sarmısak yemesini yasaklayabilir.

Koca "Ben karımın kız kardeşi ile zina ettim" diye ikrarda bulunsa karısı bain olarak boş olmaz.

Koca, karısını annesi yanında bırakıp bir beldeye gittikten sonra kadın kendi annesinin evine gitse kocanınannesi, kadını "Benim yanima gel" diye zorlayamaz.

Şehvetle dokunduğu kadının kızını nikâhlamak caiz değildir.

Cinsel münasebette bulunamayan hasta hanımını halvetten sonra boşayacak olsa kadın nikâh akdinde belirlenen mehrin yarısını alır.

Erkek; ince don üzerinden ayağını yabancı kadının ayağına sürüp harareti hissettikten sonra erkeklik uzvu harekete geçeçek olsa hürmet-i musahare gerçekleşmiş olur.

Hasta olan kadının doktor ücreti kendi üzerine gereklidır.

Alım olan zatın kızına, cahil kişi denk olmaz.

Kadın kocasının diğer karısından olan oğlu uyurken şehvetle erkeklik uzvuna dokunacak olsa kadın kocasına haram olur.

Karı koca oturdukları evi boşandıktan sonra herbiri "benimdir" diye dava etseler, kadının delil getirmesi gerekir, aksi halde söz erkeğindir.

Baba, oğlunun hanımını şehvetle öpse bu kadın kocasına haram olur. (Fetevay-i Abdürrahim)

Neseben kardeşinin süt kız kardeşini nikâhlamak caizdir.

Kadın "Kocamın diğer karısından olan oğlunu şehvetle öptüm" deyip koca inkâr etse sırf kadının bu iddiasina bakılarak kocasından ayrılamaz.

Koca, karısını iyi komşular arasında diledigi yerde iskân ettirebilir.

Kız annesinin kıydırdığı nikâhı, bulûg çağına geldiği zaman şer`i hakime feshettirebilir.

Süt oğlunun cinsel ilişkide bulunup boşamış olduğu kadını nikâhlamak caiz değildir.

Anne-baba bir olan kız kardeşinin oğlunun kızını nikâhlamak caiz değildir.

Kız, halasının kıydırdığı nikâhı bulûg çağına gelince feshettirip. başkasıyla evlenebilir.

Kız kardeşinin emzirdiği kız ile evlenmek caiz değildir.

Halasının veya teyzesinin kızıyla evlenmek caizdir.

Süt kızkardeşlerinin, birinin kızıyle diğerinin kız kardeşini nikâhı altına almak caizdir.

Annesinin üvey annesini nikâhlamak caizdir.

Nikâh, mehir belirlenmeksizin kıyıldıktan sonra rızalaşma olmaksızın karıkocadan biri vefat etse veya halvetten sonra boşanacak olsalar kadın mehr-i misil (emsallerinin mehri kadar) alabilir.

Annesinin emzirmiş olduğu erkek çocuğun neseben kız kardeşini nikâhlamak caizdir.

Kadının, kocasından olan kızını, diğer kocasının diğer karısından olan oğluna nikâhlaması caizdir.

Neseben kız kardeşini emziren halasının kızının kızını nikâhlamak caiz olur.

Hanımının kız kardeşinin kızını hanımı ile beraber nikah altına almak caiz değildir.

En az mehir on dirhemdir. (Bir dirhem yaklaşık üç gramdir)

Hanımının vefat eden Babasının diğer karısıyle hanımını nikâhı altına almak caizdir.

Hanımının Babasının kız kardeşinin kızını hanımı ile nikâhı altına almak caizdir.

Nikâh mevcut iken karı-koca rıza ile mehiri artırsalar ilâve ettikleri miktar gerekli olup kadın bunu da isteyebilir.

Karısı ile, kayınpederinin anne-baba bir kız kardeşini beraberce nikâhı altına almak caiz değildir.

Ev, bahçe, eşya mehr-i muaccel (peşin mehir) olarak nikâh kıyılsa bunları kadına vermek gerekli olur.

Hanımı ile onun erkek kardeşi veya kız kardeşinin kızını beraberce nikâhı altına almak caiz değildir.

Nikâhlamış olduğu kadın, daha önceki karısının süt annesi olsa derhal kadın kocasından ayrılır.

Cinsi münsebetten ve halvetten önce boşama olursa, kadın belirlenmiş olan peşin mehrin yarısını alabilir.

Cima organı kapalı olup cinsel ilişkide bulunmak mümkün olmayan kadınla evlenip, halvetten sonra boşayacak olsa mehrin yarısını kadına vermek gereklidır.

Cinsi münasebetten acız olan, karısını boşayacak olsa kadın mehrin tamamını alabilir.

Müslüman çocuğu süt emmek için hiristiyan kadına vermekte bir sakınca yoktur. (Behçet`ül-Fetâvâ)

Kadın kendine verilmesi gereken peşin mehri tastamam almadıkça kendini kocasına teslim etmeyebilir.

Kadın kocasıyla yolculuk mesafesinden uzak bir yere kendi rızasıyle gidecek olsa akrabası engel olamaz.

Koca karısını zorla, yolculuk mesafesinden uzak bir yere götürse, kadın durmayıp bir mahremi (kendine nikâhı düşmeyen) ile beldesine dönebilir.

Koca karısını, annesi ve Babası ile beraber bir evde iskân ettirse kadın "Beni kapısı başka olan bir evde iskân ettir" diyebilir.

Kadın ortağı (kumaşı) ile birlikte bir evde durmak istemiyebilir. Ancak evin kapısı ve istifade edilen bölümleri başka olursa böyle bir istekte bulunamaz.

Cinsi münasebetten aciz olan bir adamın boşadığı kadının iddet beklemesi gereklidır.

Koca. karısının her Cûma günü anne ve Babasıyla bir kere görüşmesine engel olamaz. Fakat her gün görüşmesini ve geceleri onların yanında kalmasını engelleyebilir.

Kabristanlığı ziyaret etmek isteyen kadına kocası engel olabilir.

Kadın kocasını "Çocuk doğumiadım, beni boşa" diye zorlayamaz.

Karı-koca sakın oldukları evin erkek ve kadınlar için elverişli olan eşyalarında münakaşa edip davalarını ispat için ellerinde delil bulunmasa kocanınsözü dinlenir.

Karı-kocanınsakın oldukları evin kadın ve erkek için elverişli olan eşyalarında koca vefat ettikten sonra kocanın varisleri, karısı ile münakaşa edip delilleri bulunmasa, kadının sözü dinlenir.

Koca vefat ettiği zaman. kadınlara mahsus eşyada ölen kocanın karısı yemini ile birlikte tasdîk olunur. Erkeklere mahsus eşyada ise kadının delille ispatta bulunması gereklidır.

Koca evine getirdiği yapagiyi karısına "Bundan bez ve kilim yap, beraber kullanırız" deyip kadın bez ve kilim yaptıktan sonra vefat edecek olsa, koca varislere malın piyasa değerini verip o bez ve kilimi kendi zimmetine geçirebilir.

Kadın nikahın fasit, koca sahih olduğunu iddia etse söz kocanındir.

Kadın, kızı ile başka bir erkek çocuğu emzirecek olsa, kadının diğer kızı emen erkek çocuğa haram olur.

Süt annenin oğlunun veya kızının kızını nikâhlamak caiz değildir.

Kadın, ortağının (kumaşının) kendi kocasından olan oğlunu emzirse, ortağın diğer kocadan olan oğlu emziren kadının kızını nikâhlayabilir.

Kadının emzirdiği kızının kızını kadının diğer kızının oğlu nikâhlayamaz.

Cinsel ilişkide bulunmayıp boşadığı karısının süt annesini nikâhlamak caiz değildir.

Anne-babaları bir olan kız kardeşinin kızını emziren kadının kızını nikâhlâmak caizdir.

Süt annesinin neseben kız kardeşini nikâhlamak caiz değildir. ·

Oğlunun süt annesinin kızını nikâhlamak caizdir.

Koca, karısı ile karısının süt kardeşinin kızını nikahı altında cemedemez.

Kadının peşin mehri olan eşya verildikten sonra cinsi münasebet ve halvetten önce koca vefat etse varisleri eşyayı mirasa iddia edemezler.

Neseben kız kardeşinin süt kızını nikâhlamak caiz değildir.

Nikâh akdinde peşin mehir konu edilip cins ve miktarı belirlenmese kadın mehr-i misil (akranlarının aldığımiktarı) alır.

Kadın oğlu ile diğer şahsın kızını emzirdığını haber verip adalet sahibi ise oğluna o kızı nikahlaması caiz değildir.

Erkek ve kız evlenmeyi kasdedip yabancı bir kadın "Bunlar birbirinin süt kardeşidir" diye ihbarda bulunsa bu kadın adıl olmayıp, erkek ve.kız bu kadını yalanlasalar erkek bu kızı nikâhlayabilir.

Süt konusunda iki kadın şahitlik yapsa süt gerçekleşmiş olmaz.

Koca karısının üzerine başka bir kadını nikâhlayıp karısı "Ben onu süt süresinde emzirmiştim" dese süt sabit olmaz.

Evlendikten sonra hanımlarının süt kardeş oldukları ortaya çıkacak olursa araları ayrılır.

Koca ve kadın halvette bulunup koca bağlı olmakla cinsel ilişki meydana gelmediğinden boşanacak olursalar kadın tam mehir alır.

Veliden başkasının gerçekleştirdigi nikahı cinsel ilişkiden sonra veli feshedecek olursa kadın akitte belirlenen mehrin tamamını alır.

Kadın "Beni boşarsan mehrimi sana hibe ettim" deyip koca da boşayacak olursa, kadın yine mehrini alabilir.

Üzerine akit yapılan para cinsi değer kaybetse, akit yapıldığı gündeki kıymetin verilmesi gereklidır.

Hangi tür para cinsi üzerine mehir konuşulursa o cinsten kadına ödeme yapılır.

Erkek nişanlısına gönderdiği eşyayı geri alacak olsa, kadın da gönderdiği eşyayı -mevcut ise- geri alabilir.

Vefat eden kadının varisleri kadının mehrinde ziyade olduğu davasını ispat etseler, iddia ettikleri mehri alabilirler.

Karı-koca, mehirin miktarında münakaşa edip ispatta bulunsalar mehr-i misil hangisinin davasına uygun ise onun delili daha kuvvetli görülür.

Kayınbaba "Gelinime gönderdiğim eşya peşin mehir ve ariyet geçici süre istifadelenmek için idi" diye davada bulunsa, peşin mehir olma delili kuvvetli görülür.

Koca peşin mehrini ödediği hanımını yolculuk mesafesinden (90 km`den) uzak bir yere götüremez. (Yani kadın istemese götüremez)

Karısının evinde evlenen cinsel ilişkide bulunan ve peşin mehrini veren koca karısını aynı beldedeki kendi evine nakledebilir.

Kocanınpeşin mehrini vermiş olduğu kadın yolculuk mesafesinden uzak bir beldeye kaçıp, başkasıyla evlenecek olsa, kocanıno beldeye gidip karısını ayırarak kendi beldesine getirmesi caizdir.

Koca, karısının anne ve Babası kendi evine geldikçe, karısını şeriat disi işleri isletmek veya bozguncu kişiler olduklarından bozgunculuk yapacak olursalar bunların ziyaretini yasaklayabilir.

Kocasından izinsiz sokaklarda gezen kadını kocası dövecek olsa kocaya bir şey gerekmeyip, kadına ta`zir cezası verilip ve yasak konulur. (Fetevây-i Âbdürrahim).

Koca karısını "Yemek pisireceksin" diye zorlayamaz. (Fetevây-i Abdürrahim)

NİŞAN, NİŞANLANMA

Evlenme isteği üzerine verilen söz ile yapılan akit ve merasimler.

Nişan merasimi nikah sayılmaz. Evlenecek kadınla erkeğin birbirini daha iyi tanımaları, eksiklerin tamamlanması, öğrenim ve askerlik gibi bir kısım engellerin aşılması, resmî bazı formalitelerin tamamlanması, belli bir zaman tahsisini gerekli kılar. Yani söz kesilir kesilmez, hemen nikâh akdi yapmak çoğu zaman mümkün olmaz. İşte, sözle nikâh arasında geçen bu döneme "sözlülük veya nişanlılık" denir. Arapçada "hutbe" kelimesiyle ifade edilen bu müessese, sözlükte; kız istemek, söz vermek, söz kesmek ve nişanlanmak anlamlarına gelir.

İslâm`da, ömür boyu beraber yaşayacak olan eşlerin, evliliğe karar vermeden önce gereken tedbirleri alması, iyi düşünmesi gerekmiş ve bunun için de evleneceklerin görüşmesi âdet hâline gelmiştir. Ancak nişanlıların nikâhtan önce birbirlerine haram olduklarından dolayı görüşüp konuşmaları, beraber gezmeleri veya sohbet etmeleri caiz değildir.

Evlenecek eşlerin daha önceden birbirlerini görmeleri mümkün ve caizdir. Bakılacak yerler ellerle, yüz ve ayaklardır. Muğîre (r.a) bir kadınla evlenmek istemiş, Hz. Peygamber (s.a.s) kendisine: "O kadına bak, çünkü bakmak yıldızınızın barışması için daha uygundur" buyurmuştur (Tirmizî, Nikâh, 5). Yine Allah`ın Elçisi, Ensar kadınlarından biriyle evlenmek isteyen bir sahâbiye; "Git ve ona bak, zira Ensar kadınlarının gözlerinde bazı göz kusurları bulunabilir" (Müslim, Mesâi)

İslâm dini dünürcülük safhası ile ilgili bazı düzenleyici hükümler getirmiştir. Bu yüzden, kadın, dünürcülere müsbet cevap vermiş, söz kesilmiş, nişan yapılmışsa, artık bu kadına bir başka erkek dünür gönderemez. Hz. Peygamber (s.a.s) bu konuda şöyle buyurmuştur: "Sizden biriniz din kardeşinin dünürlüğü üzerine dünürlük göndermesin. Ta dünür gönderen ondan önce vazgeçinceye yahut kendisine izin verinceye kadar" (Buhârî, Nikâh, 45). Teklif kadın tarafından reddedilmişse, bu takdirde ikinci bir isteme caizdir. İlk teklif sahibi, ikincisine izin vermişse, bu takdirde ikinci teklif serbesttir.

İslâm hukuku, nişanlıları evlenmeye mecbur etmemiştir. Ancak meşrû bir sebep olmaksızın nişanı bozmak mekruh veya haram sayılmıştır. Nişanın bozulması halinde, daha önce mehir verilmiş ise, bunun iâdesi gerekir. Nişanlıların birbirlerine verdikleri hediyelere gelince... Bu konuda hîbeden dönme hükümleri uygulanarak, bunlar mevcutsa aynen iade edilir. Kullanılmış ve artık mevcut değilse birşey gerekmez. Şâfiîlere göre, hediyeler duruyorsa aynen, kullanılmış ve yokolmuşsa bedeli bakımından iade edilirler. Mâlikîlere göre ise, nişanlanma ve evlenme örf ve âdetin çok rol oynadığı bir saha olduğu için, hediyeler konusunda o beldenin örfüne uyulur. Örf kaidesi yoksa ve nişanı erkek bozmuş olursa, kadın verilen hediyeleri iâde etmek zorunda değildir.

NİŞANDA NİKÂH

Nişanlandığımızda, bölgemizdeki âdet gereği dinî nikâhımızı da yaptırdık Düğünde tekrar dinî nikâh yaptırmamız gerekir mi?

Şer`î ölçüleriyle kıyılmış bir nikâhın, nişanda olması ile düğünde olması arasında bir fark yoktur. Nikâh nikâhtır. Artık nikâhlılar birbirleriyle istedikleri gibi görüşür ve ilişki kurabilirler. Ancak günümüzde böyle bir nikâhın mahzurlu yönleri de vardır. Bir önceki sorunun cevabında bu mahzurlara değinmiştik.

NİŞANLANDIĞI KIZLA OTURUP KALKABİLİR Mİ? NİŞAN NİKAH YERİNE GEÇER MI?

Nişan birbiriyle evlenmeye namzet olan kimseler için va`d bir sözden ibaretdir.Nikah değildir. Nikahlılar için mübah olan şey asla nişanlılar için mübah olamaz. Nişanlılar nikah olmayınca yabancıdırlar. Peygamber (sav) şöyle buyurur:``Bir erkekle bir kadın yalnız olarak bir araya gelirlerse mutlaka onların üçüncüsü şeytandır.`` Böylece yalnız olarak bir araya gelmeleri haram olmuş oluyor. Nice nişanlılar nişanları bozularak ayrı ayrı kimselere varmışlardır. Bunun için nişanlıların ciddi davranmaları ve İslam`ın yasakladığı hududu aşmamaları gerekir.

NİYYET YÖNÜNDEN KIRAAT

Imâm Birgivî öğretmede, imamette ve müezzinlikteki zarureti ve bu zaruretten dolayı bunlara ücret almanın câiz olabileceğini açıkladıktan sonra şöyle der :"Hiç bir kitapta, Kur`ân-ı Kerim okuma karşılığındaki ücretin ve bu yolla başkasına sevap göndermenin câiz olduğu zikredilmediğine göre bu, nehyedilenler cümlesinde kalmaktadır... Okuyan da bu okuyuşla bir sevabı hak edemez. Zira okuyuşunda bu niyyet yoktur. "Ameller niyyetlere göredir." hadîs-i serîfine binaen de, amellerin ancak niyyetle sevaba vesile olacaklarında icma vardır." (Imam Birgivî, Serh`u-hadîs-i erba`în, s. 74.)

Molla Hüsrev de, E1-Muhît`ül-Burhân` î adlı kitabının Kitabu`I-Istihsân`indan naklen :"Başlarken niyyet sadece Allah için olmak üzere, şartsız alınan mal mübah olmalıdır. Zira bu, verileni isteyerek ve bir akid olmaksızın vermektir." (Molla Hüsrev, N/233 Ibn Âbidîn, Şifâ`ul-‚alîl s. I79) diyorsa da, okunan hatimlere ücret verilmesi âdet halini alan bir memlekette, sonunda mutlaka bir ücretle karşılaşacağını bilmeden, bunu düşünmeden, ya da daha olumlu bir bakışla, okuyuş sebebleri arasında tâlî de olsa bu da bulunmadan okuyabilenlerin olması, cidden nâdir bir olaydır.Diğer yönden bir ibadete niyyet, muhtelit (katışık) bir halde de bulunabilir. Yani, herhangi bir amele götüren duygu ve dürtü, hem Allah rızası, hem de sair dünyevî menfaatler olabilir. Bu nokta, niyyetin belirlenmesine yarayan çok hassas bir noktadır. Öyle ki insan bazan kendisini bile kandırabilir. Onun için bu noktanın iyi tesbit edilmesinde fayda vardır. Niyyet, bir ise başlarken, sırf ben bunu şunun için yapıyorum, demek değildir. Hattâ sahîh bir niyyet olsun diye, Allah rızası için yapmış olayım şeklinde aklından geçirmek de değildir. Niyyet, işin aslında, başlanılan işe sebep, bâis, yani dürtü teşkil eden duygu ve maksattır.Işte böyle karışık niyyetle başlanılan amel makbûl mü, yoksa merdût mudur? Ibnü Abdis-Selâm, böyle karma bir niyyetle başlanılan amelin mutlak surette merdut olduğu kanaatindedir. Imâm Gazâlî ise, bunu bir ayırıma tâbî tutar :"Bir amele götüren niyyette ortaklık (yani birden çok maksat) varsa bakılır. Eğer dünyevî maksat niyyetin çoğunluğunu teskil ediyorsa, böyle bir amelde herhangi bir uhrevî ecir yoktur.Niyyetteki çoğunluğu dînî maksat teşkil ediyorsa, karşılığında nisbetine göre ecir vardır.Niyyetin her iki kanadı eşitse, birbirlerini sıfırlayacaklarından yine herhangi bir ecir söz konusu değildir." (Gazalî, Ihyâ IV/296; Ibn Âbidîn, Şifâ`ul-‚alîl, s. I71.)

Fakat Ibn Abidîn`in şu izahını da göz önünde bulundurmak gerekir :"Ahiretle ilgili ameller iki kısımdır : Birincisi bizzat kastedilmiş bir kurbet olan ibadetler: Namaz, oruç, Kur`ân okuma, tesbih, hac ve benzeri bir gruba girer. Bunlardan ücret almak câiz değildir. Çünkü bunlar ancak ve ancak ibadet vasfıyla Allahu Teâlâ`ya has olmak üzere teşri edilmişlerdir. Bunlarla dünyanın kastedilmesi, mevzuu alt üst çevirmek olur. Ikincisi, birincilere bir vesile ve âlet olan ibadetlerdir: Öğretme, imamlık ve benzerleri gibi... Bunlarda niyyet Allah için olduğu takdirde, bunlar kurbet olurlar ve sevaba vesile bulunurlar." (Ibn Âbidîn, age, s. l78.)Bu izah Imam Gazâlî`nin ifadesini tamamlar mahiyettedir.

NÜŞÛZ(KADININ KOCASINA İTAAT ETMEMESİ)

Geçimsizlik çıkarma; serkeşlik yapma; kocaya karşı itaatsizlik etme; Kadının kocasına karşı buğz edip asî olması anlamında bir İslam hukuk terimi. Arapça bir mastar olup, itaatsiz kadına "naşize" denir.

Evlilikte eşlerin karşılıklı uyum içinde olması gerekir. Ayet ve Hadislerde karşılıklı hak ve görevler belirlenmiştir. Cenab-ı Hak şöyle buyurur: Erkeklerin kadınlar üzerinde meşru hakları gibi, kadınların da onlar üzerinde hakları vardır. Yalnız erkekler onlar üzerinde daha üstün bir dereceye sahiptirler" (el-Bakara, 2/228). Şu ayette, eşler arasında iyi geçim istenir:

"Onlarla iyi geçinir, eğer kendilerinden hoşlanmadınızsa olabilir ki bir şey sizin hoşunuza gitmez de, Allah Onda bir çok hayır takdir etmiş olur" (en-Nisâ, 4/19).

Kadın peşin konuşulan mehrini alıp, kocası onun nafakasını sağladığı sürece, kocasının meşru emirlerine uymak zorundadır. Ancak bu itaat kadının, kocasının her türlü emrine uyacağı anlamına gelmez. Kadına, ahlâk ve âdâba aykırı veya İslam`ın kendisine tanıdığı hakları ihlâl edici emirler verilirse, onun itaat borcu, ortadan kalkar. Hz. Peygamber (s.a.s);

"Allah`a isyan söz konusu olan yerde kula itaat yoktur" (Buharî, Ahkâm, 4; Müslim, İmâre, 39) buyurmuştur. Ay hâli olmadığı zaman, kocasının cinsel isteklerine boyun eğmesi de bu itaatın kapsamına girer" (el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyi, II, 334; el-Cassâs, Ahkâmül-Kur`ân, thk. Muhammed es-Sâdık, Dârul-Mushaf, Kahire t.y., II, 68 vd.; İbn Rüşd, Bidâyetül-Müctehid Mısır t.y., II, 46 vd.; el-Fetâvâl-Hindiyye, Mısır 1310/1892, I, 556 vd.).

Kadının kocasına karşı itaatsizliği halinde izlenecek yol Kur`an-ı Kerim`de şöyle belirlenir. "Şerlerinden, serkeşliklerinden yıldığınız kadınlara gelince; önce onlara öğüt verin, vazgeçmezlerse, yataklarında yalnız bırakın; yine yarar sağlamazsa hafifçe dövün " (en-Nisâ, 4/34). Bu ayet kocaya, karısını te`dip hakkı vermektedir. Kocasının meşru isteklerine uymayan ve itaat dışına çıkan kadına kocası önce;

1. İhtar eder, öğüt verir, onu ikna etmeye çalışır, bundan bir sonuç alınamazsa.

2. Kadını yatağında, yani odasında yalnız bırakır. Bu da yarar sağlamazsa,

3. Koca karısını bir çeşit disiplin cezası olarak te`dib edebilecektir. Ancak koca, karısını bedenini iz bırakmayacak şekilde te`dib edebilir.

Kocasının karısını te`dib hakkı yalnız İslâm`a özgü bir hak değildir. Klâsik kilise hukuku, haklı bir sebep olunca kocanın karısını hafifçe dövebileceğini kabul etmiştir. 12 ve 13. yüzyıllarda Fransa`da koca, karısını yaralamamak şartıyla dövebilirdi. 18 Ağustos 1882 tarihli kanundan önce İngiltere`de de kocanın, karısını te`dib hakkı vardı.

Koca, karısına söz ve fiille güzel muamele etmeye, kadın da ona karşı aynı şekilde davranmaya mecburdur. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Sizin en hayırlınız, ailesine karşı en hayırlı olanınızdır. Ben de aileme karşı en hayırlı olanınızım " (İbn Mâce, Nikâh, 50; Dârimi; Nikah, 55). Eşlerin birbirine iyi muamelesi müstehaptır. (el-Kâsânî, a.g.e., II, 334). Karısının rızası olmadan kocasının çocuk yapmamak için korunması mekruhtur. Çünkü kadının, çocuk üzerinde hakkı vardır. Burada azlin mekruh oluşu Ebû Hanife`ye göre çocuğu koruma, Ebû Yusuf ve İmam Muhammed`e göre şehvette eksiklik meydana getirdiği içindir (el-Kasânî, II, 334, 335).

Kadına iyi muamelenin kapsamına, hakkı olanı geciktirmeden vermek girer. Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Zenginin borcunu geciktirmesi zulümdür" (Buhârî, Havâle, I,II, İstikrâz, 12; Müslim, Müsâkat, 33; Ebû Dâvud, Buyû, 10; Tirmizî, Buyû, 68; Nesâî, Büyü`,100,101; İbn Mâce, Sadakât, 8). Yine iki eşi rızaları olmadıkça bir meskende toplamamak gerekir. Çünkü bu, aralarında düşmanlığa ve rekabete sebep olur. Yine bir eşle, diğer eşin yanında cinsel ilişkide bulunmak da ona karşı saygısızlık ve kötü muamele anlamına gelir.

Eşlerin birbirinin cinsel yönlerinden yararlanma hakları vardır. Eşlerin birbirinden cinsel birleşme isteme hakları vardır. Hanefi ve Şâfiilere göre kocanın evlilik süresinde karısı ile bir defa cinsel birleşmede bulunmuş olması, hukuken yeterli sayılır. Evlilik kocanın iktidarsızlığı nedeniyle amacına ulaşamamışsa kadının evliliği feshettirme hakkı vardır. Birden çok cinsel birleşme ise evliliğin devamını sağlaması bakımından gerekli görülmüştür.

Şâfiîlere göre, bir defa cinsel birleşme vacib olur. Çünkü bu kocanın hakkıdır. Bundan sonrası, kiralanan evi oturmadan kendi haline bırakmak gibi, kadını da bırakmak caiz olur. Çünkü cinsel birleşmeye davet eden şehvet ve muhabbettir. Bunu ise vacib kılmak mümkün olmaz. Ancak kadını cinsel konuda başı boş bırakmamak müstehap olur: Hz. Peygamber (s.a.s), Abdullah b. Amr b. Âs (r.a)`a şöyle buyurdu: "Sen gündüzleri oruç mu tutuyorsun?” ; Evet dedim ". "Geceleri ibadetle mi geçirirsin?", Evet dedim ". Bana gelince; oruç tutarım, tutmadığım da olur. Namaz kılarım, uyurum da. Kadınlarla cinsel temasta da bulunurum. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir" (Buhârî, Nikâh,I; Müslim, Nikâh, V; Nesâî, Nikâh, IV; Dârimi, Nikâh, III; Ahmed b. Hanbel, II, 158). Çünkü kadın bu konuda başı boş bırakılırsa fitne ve fesada yol açmasından korkulur (ez-Zühaylî, el-Fıkhul-İslâmi ve Edilletüh Dımaşk, 1405/1958, VII, 105, 106).

Hanbelilere göre, kocanın karısı ile özür bulunmadıkça en az dört ayda bir defa cinsel temasta bulunması gerekir. Çünkü "ilâ" yemini için belirlenen süre bu kadardır (bk. el-Bakara, 2/226-227). Diğer yandan eşlerin birbirinin cinsel yönlerinden yararlanması karşılıklı haktır. Nikâh eşlerin maslahatı için meşru kılınmıştır. Şehvetin teskin edilmesi de bu maslahata girer. Cinsel birleşme olmaksızın özürsüz dört aydan fazla bir süre geçerse, eşlerin isteği üzerine araları ayrılabilir. Burada "İlâ"ya kıyas yapılmıştır (bk. el-Buhûtî, Keşşâful-Kınâ`, Matbaatül- Muhammediyye, V, 214; ez-Zühaylî, a.g.e., VII, 106, 107).

Eşler arasında geçimsizlik uzar ve yukarıdaki ayette belirlenen tedbirlerden bir sonuç alınmazsa, bir sonraki ayette "hakeme başvurma" yöntemi öngörülür. Eğer karı ile kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, o zaman kendilerine erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar barıştırmak isterlerse Allah aralarındaki dargınlık yerine geçime, onları uyuşmaya muvaffak eder" (en-Nisâ, 4/35).

Bu ayette hitap, hâkimleredir. Koca geçimi sağlamaya muvaffak olamamışsa, eşlerden birinin hâkime başvurarak hakem tayinini istemek hakkı doğar. Hakemlerin hısımlardan seçilmesi daha uygundur. Çünkü tarafları tanır, geçimsizlik sebeplerini bilir ve ara bulması kolaylaşır.

Hakemlerin görevi yalnız arabuluculuk mudur? Yoksa boşama yetkileri var mıdır? Ebû Hanîfe ve Ahmed b. Hanbel`e göre, eşler özel yetki vermedikçe hakemlerin boşama hakkı yoktur. Çünkü onlar vekil durumunda olup, verilen yetki dışına çıkamazlar. Ayette hakemlerin yetkisi ise "islâh" tan ibarettir. Ancak eşler hakemlere özel yetki vermişse bu takdirde boşamaları mümkündür.

Osmanlı Devleti uygulamasında hakem usulü ile boşama yayılmamıştır. Çünkü hâkimler başvuru halinde arabulucuk görevini kendileri yapıyorlardı. Bunun sonucunda hakem usulü, boşama değil arabuluculuk müessesesi olarak yaygınlaşmıştı (eş-Şirâzî, el-Mühezzeb, II, 74; er-Remlî, Nihâyetül-Muhtâc, Mısır t.y., VI, 44). Hanefilerin bu görüşü, Hasan el-Basrî, Katâde ve Zeyd b. Eslem`den rivayet edilmiştir.

İmam Şâfiî`den bir görüşe göre, hakem yalnız arabulucudur ve vekil durumundadır. Başka bir görüşe göre ise hakem "hâkim" demektir. Bu yüzden tarafların rızası olmasa bile hakemler gerekli görürlerse boşamaya da karar verebilirler (es-Sâbûnî, Tefsiru Âyâtil-Ahkâm, Dımaşk 1397/1977, I, 472; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s. 398, 399).





Signing of RasitTunca
[Image: attachment.php?aid=107929]
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply


Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)